SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

BARBIE VE DİĞERLERİ

06 Ağustos 2023 Pazar 10:35
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Sinema salonlarında Barbenheimer rüzgârı devam ederken, aslında bu yoğunluk diğer filmlere pek yansımadı. Oppenheimer’a geçen hafta göz atmıştık, bu hafta da yazımıza Barbie ile başlayalım. Ardından sinema salonlarındaki az izlenen filmlere bir göz atalım. Bu haftaki menümüzde, kanser olan arkadaşının yanına gitmek için kilometrelerce yol yürümeyi göze alan bir adam, deniz kuvvetlerine katılan eşcinsel bir genç, bir köpekbalığı hikayesi, biri Türkiye’den, biri Azerbaycan’dan birer korku filmi var.

Barbie:
Geldik bu yaz sinema salonlarını güldüren ikinci filme. Peşin peşin söyleyeyim, ben bayağı sevdim. Aksadığı bazı yerlere rağmen, bu yılın en iyi büyük stüdyo filmlerinden biri olabilir.
Öncelikle çok eğlendim. Uzun zamandır, en çok güldüğüm film sanırım. Süresini ilk duyduğumda, 2 saat bir Barbie filmi için çok uzun değil mi demiştim ama özellikle ilk yarısı su gibi aktı. Finale yaklaştıkça biraz ivmesini kaybediyor ama yine de sıkmadı. Barbie dünyasında, varoluşsal kriz yaşayan bir Barbie fikri çok iyi. Bunu gerçek dünyada çözme, gerçek dünya ile Barbie dünyası arasındaki benzerlikleri ve tezatları vurgulama şekli de iyi.
Filmin feminist metnini de başarılı buldum. Bazı mesajların, kör parmağım gözüne şeklinde olduğu yorumlarına katılabilirim ama filmin hedef kitlesinin önemli bir kısmının, belki de bu konudaki fikirleri yeni şekillenen kız çocukları olduğunu unutmayalım. Ayrıca, bu konudaki "patriyarki hala var, ama artık daha iyi gizliyoruz" gibi esprileri de çok sevdim. Barbie ve Ken arasındaki ilişkinin, ilk akla gelen şekilde olmaması da bu açıdan gayet iyiydi.
Bir ara film Barbie filminden Ken filmine dönüşüyor adeta. Buralarda da eğlendim ama ana hikâyeden bizi koparıyor ve tempoyu düşürüyor. Ayrıca, buradaki olayın çözümü de çok kolay oluyor. Belki de bu hikâye aksı, çekilmesine kesin gözüyle bakabileceğimiz Barbie 2'ye bırakılabilirdi.
Filmle ilgili en büyük sıkıntım, Barbie’nin sahibi olan Mattel firması ile ilgili bölümlerinin iyi başlayıp, kötü gitmesi oldu. Başta, Mattel'e ve Barbie bebeklerinin ticari bir meta haline gelmesine ciddi eleştiriler getirecekmiş gibi yapıyor ama yelkenleri çok çabuk suya indiriyor. Tabii burada da filmin yapımcısının, Mattel olması durumu var. Burada da, kendi yapımcı firmanı ne kadar sert eleştirebilirsin ki, çelişkisi ortaya çıkıyor. Aslında Greta Gerwig ve Noah Baumbach'ın daha sert espriler yazmış olabileceklerini hissediyorsunuz ama kullanamamışlar gibi geldi bana. Yine Mattel bağlantısı ile birlikte, filmin bazı kısımlarının fena halde oyuncak reklamı haline dönüşmesi, hatta zaman zaman kendi eleştirdiği şeye dönüşmesi açısından da eleştirilebilir.
Oyunculuklara gelirsek, Margot Robbie'nin çok iyi bir seçim olduğu konusunda herkes hemfikir herhalde. Film de kendi kendisinin farkında olarak bunu söylüyor zaten (çok güldüğüm bir diğer espri). Oscar sohbetleri içinde şimdiden adı geçmeye başlayan Ryan Gosling de gayet iyi. Ama ben başka bir oyuncuyu vurgulamak istiyorum: America Ferrera. Film Oscar potasına girerse, ondan bir yardımcı kadın oyuncu adaylığı bekliyorum. Buna çok uygun bir monoloğu var. Bu konuşmanın Amerika'daki gösterimlerde sık sık alkış aldığı söyleniyor. Evet, bu da mesajının altını çok kalın çizen bölümlerden ama aynı zamanda tam da bazı akademi üyelerini tavlayacak bir replik. Şimdilik Oscar almaya yeteceğini sanmıyorum ama adaylık getirme ihtimali az değil. Set tasarımı, saç, makyaj ve kostüm gibi kategorilerde de iddialı olabilir. Ama o güne kadar rüzgâr ne şekilde esecek, görmek lazım.
Benim önerime gerek kalmadan, çoğu kişi izledi muhtemelen ama ben yine de önermiş olayım.

The Unlikely Pilgrimage of Harold Fry (Harold Fry'ın Beklenmedik Yolculuğu):
Vizyondan sessiz sedasız geçen, hoş bir film. Sadece 478 kişi izlemiş. Artık bu tarz, yavaş yavaş ilgi çekebilecek, gençleri çok da yakalayamayacak filmlerin, salonlardaki şansı iyice azaldı sanırım. Halbuki birkaç yıl öncesine kadar, kulaktan kulağa yayılarak büyüyebilecek ve hedef kitlesini salonlara çekebilecek bir film olabilirdi. Elbette seyirci rekorlarından bahsetmiyorum ama birkaç bin izlenirdi bence.
Filmimiz, eski bir arkadaşının kanser olduğunu öğrendikten sonra, ona moral vermek için yazdığı mektubu postalamak için evden çıkıp, genç bir market görevlisi ile yaptığı konuşma sonrasında, bir anda yürüyerek onun kaldığı hastaneye gitmeye karar veren Harold'ı anlatıyor. Günler, haftalar sürecek bir yürüyüşten bahsediyoruz. Tipik bir yol filmi olarak, Harold bu yolculukta bambaşka insanlarla tanışıyor, bu insanlarla birbirlerinin hayatlarına dokunuyorlar ve bir yandan da kendi geçmişi ile hesaplaşıyor.
Gayet dokunaklı bir film, Jim Broadbent de kendisinden beklenebileceği gibi çok iyi oynamış. Ama bazı detaylarda inandırıcılık sorunu vardı. Biri detay da değil aslında, tam da filmin çıkış noktası. Harold'ın mektup yazmak yerine, arkadaşının yanına bizzat gitme kararı tamam da, o uzun yolu neden yürümeyi tercih ettiğine ikna olamadım. Bir kere yürümeyi seçtikten sonra, bunda ısrarcı olmasını anlıyorum ama en başta, farklı bir yolu da seçebilirdi.
Bir de Forrest Gump tarzı, tekil yürüyüşü ile ünlü olup, onlarca kişinin peşine takılması. Bu kısımda sorun yok ama sonrasında bunun kendi amacına uygun olmadığını anlayıp, yoluna tek başına devam edebilmesine de ikna olamadım. Günümüzde, sosyal medyada o derece ünlü olursan, bir gece ansızın, peşindekileri atlatmanın, pek bir faydası olmazdı. Başka bir yerde, seni tekrar tanırlardı.
Yine de filmin genelini düşününce, bu problemler, o kadar da ciddi problemler gibi durmuyor. O yüzden, herkese Harold'a eşlik etmesini önerebilirim.

The Inspection (Teftiş):
Bu sefer de Başka Sinema'dan sessiz sedasız geçip giden bir film. Bunu da toplam 316 kişi izlemiş ve vizyondan kalkmış. Barbenheimer'ın başarısından mutluyuz da, bu tarz filmlerin kemik seyirci kitlesi de kaybolmuş görünüyor. Gerçi Başka Sinema'nın Barbenheimer ile aynı hafta, iki farklı filmi gösterime sokması, bir programcılık hatası olarak da değerlendirilebilir. Yoksa, yönetmen Elegance Bratton'un kendi hikayesini anlattığı bu film, en azından LGBTİ+ bireylerin ilgi göstereceği bir film olurdu.
Ödül sezonunda iki oyuncusu için Oscar adaylığı ihtimalleri konuşulan bir filmdi. Hatta Altın Küre ve Bağımsız Ruh adaylıkları almıştı. Ama beni beklediğim kadar etkilemedi açıkçası. Daha doğrusu, yönetmen kendi yaşadığı gerçek olayları anlatmasına rağmen, inandırıcı bulamadığım yönleri oldu.
En başta, homofobik annesi tarafından dışlanan ve evden atılan eşcinsel bir gencin, hayata tutunmak için son çare olarak, deniz kuvvetleri gibi, dışarıdan bakınca yine homofobik bir ortam olacağını düşüneceğiniz bir gruba katılmayı seçmesine ikna olamadım mesela. Eğitim dönemi de Full Metal Jacket'tan fırlamış gibiydi. Hala eğitim bu kadar sert midir bilmiyorum tabii ama burada da Bokeem Woodbine'nin performansını abartılı buldum açıkçası. Yine de finale doğru, biraz dengelediğini söyleyebiliriz.
Oscar için adı geçen Gabrielle Union da, homofobik anne olarak kötü değildi ama sadece iki sahnesi vardı ve onlar da o kadar da akılda kalıcı değildi benim için. Evet, ana karakterin hayatında çok önemli bir kişilik ama film bunu da çok geçiremedi bana. Bu arada, yönetmenin her şeye rağmen filmi, çekimlerden kısa süre önce ölen annesine adadığını da not olarak düşelim. Sizi dışlamış olsa da, anne annedir neticede.
Oyuncu olarak asıl övülecek kişi Jeremy Pope'du bence. Karakterin duygularını yansıtmayı başarıyordu. Bundan sonraki projesinde, tiyatroda oynadığı aynı rolde, Basquiat'ı canlandıracakmış ki, uzaktan bakınca çok yakışırmış gibi duruyor. Film iyi çıkarsa, oradan adaylık gelebilir.
Filme umduğum kadar yükselmedim ama ana karakterle çok bağlantı kuramadığım için de olabilir. Aldığı eleştirilere bakınca, benden çok daha fazla sevenler olduğunu gördüm. Konusuna bakınca ilginizi çektiyse, bir şans verilebilir derim.

The Reef: Stalked (Resif: Kanlı Takip):
Köpekbalığı filmlerinin belli bir çekiciliği, suçlu zevk tarafı olabiliyor ama bu film, ne yazık ki onlardan değil. Film, olaya ciddi bir taraftan yaklaşmış. O zaman iyi bir atmosfer kurup, bizi karakterler için endişelendirmesi gerekiyor. Aslında kâğıt üzerinde bunu yapmaya da çalışmış. Karakterlerimizden birinin geçmişine bir travma koymuş ve bu travma ile köpekbalığı saldırısını bağlamaya uğraşıyor. Ama karakterle özdeşleşmemizi sağlayacak bir duygu yaratamıyor. Bir yandan da, çok altını çizmese bile bir kadın dayanışması filmi yapmaya çalışmış. Filmde gördüğümüz tek erkek, ana karakterin geçmişinden ve onun travmasına yol açan kişi. Onun dışında, adadaki yerliler dahil, hiç erkek görmüyoruz. Ama buradan da ilgi çekici bir anlatıya gidemiyor.
Saldırı sahneleri, onlarca filmde gördüğümüzden farklı değil. İşin suçlu zevk tarafına gidip, tatile gidemediğimiz bu günlerde, biraz egzotik mekân, yakışıklı erkekler, güzel kadınlar gördük desek, oradan da pek bir şey çıkmıyor. Netice olarak, gayet vasat bir köpekbalığı saldırısı filmi. Türün iflah olmaz hayranlarındaysanız, belki.

Semur 4: Mahşer:
Yine akıllara zarar bir korku filmi ile karşınızdayım. Bir kez daha, hikayesini toplayamayan, neden-sonuç ilişkisi kuramayan, binlerce defa, aaa rüyaymış numarasını kullanan bir film. Geçmişte geçenlerin günümüzle ilgisi ne, lanetli arabanın olayı ne? Meçhul.
Aslında, geçmiş ve lanetli araba olayı biraz işlenebilse, film biraz toparlayabilirmiş ama olmamış. Oyunculuklar kötü, efektler, makyajlar yerlerde. Ne yazık ki, son dönemki pek çok yerli korku filmlerimizin seviyesine tipik bir örnek.
Bir de fragmanında "serinin en iyi filmi" yazmışlar. Kime göre, neye göre? Yönetmen ya da yapımcı mı demiş, filmde oynayan oyunculardan birinin annesi mi söylemiş, yoksa set ekibinden biri, rakı masasında mı böyle buyurmuş, onu da bilmiyoruz!

Khennas (Cinnas):
Önceki filmi neden yazdım? Aslında buna bağlamak için. Bu film, bazı kaynaklarda yazdığı gibi Türkiye yapımı bir korku filmi değil, 2018 Azerbaycan yapımı bir korku filmi. Asıl afişi de bizde vizyona girenden epey farklı. Bizim vizyon afişindeki, saçma sapan yaratığın filmle ilgisi yok. Konu olarak, büyük ihtimalle bizim korku filmlerinden esinlenmişler. Issız bir eve giden ve lanet nedeniyle oradan çıkamayan bir grup genç gibi klişe bir hikayesi var. Bütçesi de düşük belli ki. Ama bizim sektördeki korku filmi yapımcıları için kötü bir haberim var. Pek çok yönden, Türkiye'den son yıllarda çıkan korku filmlerinden iyi.
Bir defa, belli bir atmosfer kurmayı, gizemini korumayı başarıyor. Her ne kadar sürprizini tahmin etsem de en azından kendi içinde tutarlı. Oyunculuklar çok iyi diyemem ama onlar da ortalamayı tutturabiliyorlar. Yukarıda bahsettiğim filmin aksine, geçmişle günümüz arasındaki bağlantıyı da kurabiliyor. Hatta, geçmişten gelen lanet için, gayet de işleyen bir anlatı kuruyor ve olayları, Sovyetlerin, Azerilere baskısına ve dinlerini yaşamalarına müdahale etmelerine dayandırıyor. Orijinal afişte, evin üzerindeki orak-çekiç simgesi var. Filmde de Sovyetlerin sert uygulamaları sırasında, arka planda hep bir Lenin resmi görüyoruz. Burada verilen mesajı onaylamayabilirsiniz, ki ben de yanında değilim ama en azından filmi bir yere oturtuyor.
Demem o ki, çok iyi bir film değil, ideolojik olarak da sorunlu yerleri var ama en azından, bir film olmanın asgari gereklerini sağlıyor, hatta merak duygusunu da ayakta tutabiliyor. Bu da filmi, yerli korku filmleri ortalamasının, bir seviye üzerine çıkarıyor.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar