SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

33. ANKARA FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ-2

20 Kasım 2022 Pazar 18:31
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçen hafta, Ankara Film Festivali’nin yarışmalı bölümünde izlediğimiz filmlere bir göz atmıştık. Bu hafta sıra, yarışma dışı bölümlerde. Her ne kadar bu kısımda pek çok alt bölüm yer alsa da, bu defa bu ayrıma girmeden, önce yabancı filmlerden, sonra “Yakın Tarih” bölümündeki, orta metrajlı iki belgeselden bahsedelim.

Godland (Tanrı'nın Unuttuğu Yer):
Festivalin en merak edilen filmlerinden biri Godland'di. Yönetmen Hlynur Pálmason, son 5 senedir emin adımlarla ilerleyen bir filmografi inşa ediyor kendine. Bu da çok iyi çekilmiş bir film. Harika kadrajları, eşsiz görüntüleri var. Filmin içinden herhangi bir kareyi tesadüfen seçseniz, hayran hayran bakacağınız bir fotoğraf olma ihtimali çok yüksek. Bu açıdan festivalde izlediğim filmler içinde, en iyisi. Hatta muhtemelen yılın da en iyilerinden biri. Ama anlattığı şey benim o kadar ilgimi çekmedi açıkçası.
19. yüzyılda, Danimarkalı, fotoğraf tutkunu genç bir rahibin, İzlanda'nın uzak bölgelerinden birine bir kilise inşa etmek için gitmesini ve burada yaşadıklarını anlatan filmin ilk bölümü, uzuuuun bir yolculuk şeklinde geçiyor. Bu kısmın süresi bir saatse, hissedilen süresi beş saat. Ama zaten bu bölümde, yönetmenin de seyirciye bu yolculuğun uzunluğu ve zorluğunu hissettirmek istediğini anlayabiliyoruz. Bu anlamda filmin zorlu ama başarılı bir kısmı burası.
İkinci bölümde rahibinin, yerel halkın ve onların kültürlerinin içine girmesini izliyoruz. Bu bölümde aynı zamanda, rahiple, o bölgeden genç bir kadının romantik ilişkisini de izliyoruz. Açıkçası bu bölüm, yerlilerin arasına giren ve onların kültürlerini öğrenip, aralarından birine âşık olan beyaz adam hikayesini, hadi adını koyayım, Kurtlarla Dans'ı hatırlattı. Bu kısımda filmin, bildik sularda dolaştığı söyleyebilirim. Neyse ki, final bloğunda rotasını değiştiriyor ve anlatısını tekrar ilginç kılmayı başarıyor. Spoiler vermeyeyim ama dinin karşısına doğayı çıkardığını ve bu karşıtlıkta doğanın yanında durduğunu söyleyebiliriz.
Filmin dağıtımcısı Bir Film’di, izlediğimiz kopyanın üzerinde de gömülü altyazı vardı. Demek ki, büyük ihtimalle Başka Sinema'da gösterime girecek. Sinemada izlenmesini öneririm ama yorgun bir şekilde izlemeyin.

Wir könnten genauso gut tot sein (Biz de Ölmüş Olabilirdik):
Çok iyi bir çıkış noktası olan, ama tam bir başarıya ulaşamamış bir film. Elimizde, çok büyük bir apartman var, dışarıda ise ne olduğunu bilmediğimiz, ölümcül bir durum. Bir salgın da olabilir, bir zombi saldırısı da. Bizim ve filmin karakterleri için önemli olan şey, içerinin güvenli, dışarının güvensiz olduğu. Bir şekilde apartmana kadar ulaşabilmiş olan insanlar, sıkı bir elemeden geçtikten sonra apartmana kabul edilip edilmeyeceklerine karar veriliyor. İçeride de huzuru sağlamak için çok keskin kurallar var aslında. Ufak bir huzursuzluk durumunda oklar hemen Alman olmayanlara ve alt sınıftan olanlara dönüyor. Hikâyenin tümüyle yabancı düşmanlığı ve sınıf çatışması üzerine bir metafor olduğu, faşizmin ne kadar kolay yayılabileceğini anlattığı söylenebilir. Yönetmen Natalia Sinelnikova’nın Rusya’dan Almanya’ya göç etmiş, Yahudi bir ailenin kızı olduğunu göz önüne alırsak, filmin içine kendi deneyimlerinden bir şeyler kattığını düşünmek de yanlış olmaz sanırım. Ama bulunan fikir iyi olsa da ilk film sendromu dediğimiz durum burada da var. Film içine pek çok yan unsur eklenmiş. Özellikle baş karakterimiz Anna’nın kızının sorunu, filmi ana ekseninden fazlasıyla koparıyor.
Filmi izlerken, Lanthimos ve Haneke gibi farklı yönetmenler akla geliyor. Sinelnikova’nın, onların seviyesinde olduğunu söylemek zor ama bu henüz ilk filmi ve aslında mezuniyet projesi imiş. Belki ileride, onu ilk filmiyle keşfetmiştik dediğimiz yönetmenlerden biri olur.

107 Mothers (107 Anne):
Ukrayna'da bir kadınlar hapishanesinde, bebek bekleyen kadın mahkumları anlatan, şaşırtıcı derecede gerçekçi bir film. Yönetmen Peter Kerekes, deneyimli bir belgeselci imiş zaten. Filmde bunu çok net hissettiriyor. Filmin özellikle ilk yarısında, hiçbir karakteri ön plana çıkarmadan, hapishanede hamilelik ve doğum sürecinin nasıl geçtiğini, çocuk doğduktan sonra neler yapıldığını, mahkumların nasıl bir eğitimden geçtiğini, bir belgeselci titizliğinde anlatıyor. İkinci yarıda da, 3 yaşına gelen çocukların, annelerinden ayrılma sürecini ve bunun kurallarını anlatıyor aslında. Ama bu bölümde belirgin şekilde annelerden birini, onun çocuğunu ve gardiyanlardan birini karakter olarak öne çıkarıyor. Bu kısımda kurmaca hikâye daha belirgin.
Ama yine de bu bölümde de film, gerçekliğinden bir şey kaybetmiyor. Hatta kendini belgesel olarak konumlayan ama bazı yönleri ile gerçekliğinden şüphe ettiren bazı yapımlardan daha inandırıcı olduğu söylenebilir. Çok gösterişli bir sinema ya da oyunculuklar sunmamasına karşın, gücünü de bu doğallığından alıyor zaten. Gözlerden kaçmasın.
Bu arada filmin, anlattığı sisteme belli bir eleştirel bakış açısıyla yaklaştığı da söylenebilir ama belli ki Sovyet geleneğinden gelen, sert kurallara yaslanan bu sistemin bir şekilde işlediği de görülüyor. Elbette düzeltilmesi gereken yanları olduğu görülüyor ama en azından anneler bir belirsizlik ortamında bırakılmıyor.

Fighter (Boksör):
Kuzey Kore'den Güney Kore'ye iltica eden genç bir kadının hikayesini anlatan bir film. Anladığımız kadarıyla, bu gibi durumlarda, geçiş sürecinde önce belli bir süre kampta kalıyor sonra bir gözetmen eşliğinde, ülkede yaşamaya başlıyorsunuz. Kahramanımız Jin-ah, hem içinde bulunduğu yeni kültüre adapte olmaya, hem de para kazanmaya çalışıyor. Bunun için de birden fazla işte çalışıyor. Bu işlerden biri de bir boks salonunda temizlik yapmak. Giderek bu sporda yetenekli olduğu anlaşılıyor ve boks yapmaya başlıyor. Her ne kadar, zor şartlarda başlayan, başta kimsenin inanmadığı ama sonra başarı kazanmaya başlayan bir boksörün hikayesini anlatsa da aklınıza Rocky gibi, epik boks sahnelerinin olduğu bir film gelmesin. Aslında boksörlük de Jin-ah için, yaşama tutunacak, herhangi bir iş.
Her ne kadar, umut verici başlasa da karakterleri tanıdıktan sonra, hemen her şeyin beklediğimiz gibi geliştiği, sinemasal açıdan da bizi pek şaşırtmayan bir film. Başrol oyuncusu, Lim Sung-mi'nin performansını övebiliriz yine de. Kahramanımızın eskiden tanıdığı bir kadın üzerinden bir gizem kurulmaya çalışılmış ama Kuzey Kore'den tanışılan gizemli bir kadının kim olabileceği konusunda fazla bir alternatif de yok zaten. Akla ilk gelen kişi çıkınca, kurulmaya çalışılan gizem de boşa düşüyor.
Bu arada, filmin İngilizce adı Fighter, filme daha uygun bir isim aslında. Kahramanımızı sadece sporcu olarak değil, hayattaki duruşu olarak da niteliyor. Boksör, aynı anlamı verememiş.

January (Ocak):
1991 yılında, arka planda Letonya'nın bağımsızlık mücadelesi devam ederken, ön planda sinema okulu öğrencisi iki gencin aşkını anlatan film, hikayesini farklı katmanlar üzerinden başarılı şekilde ele alıyor. Yönetmen 1971 doğumlu olduğuna göre, baş karakteri Jazis'de kendisinden izler olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Kaçak video kasetlerden Bergman ve Jarmusch izleyen ve elbette yeni Tarkovsky olma hayalleri kuran Jazis, bir yandan da ülkesindeki olayları filme çekiyor. Anti-komünist annesi ve parti üyesi babası, bir yanı Sovyet geleneklerine bakan, diğer tarafı batıya dönük yüzü ile tam da arada kalmış bir kuşağın temsilcisi bir yandan da. Film, bu durumu anlatırken, bir yandan da bir aşk ve büyüme filmi olmayı da başarıyor. Yönetmen Viesturs Kairiss, anlattığı döneme uygun bir görsel tercih de yapmış. Dar kadrajlar, Super 8 video kayıtları, renkleri solmuş görüntüler, bizi dönemin atmosferine sokuyor. Festivalin çok adı anılmasa da iyi filmlerinden biri olduğu söylenebilir.

Post Mortem:
Macarlar, ana akım korku filmi yapsalar nasıl bir şey ortaya çıkar sorusunun cevabını merak ediyorsanız, doğru adres. Hatta tek adres. Çünkü film, Macaristan'ın ilk korku filmi olarak tanıtılıyor. Gerçi birkaç kaynağa baktım, pek de doğru gibi durmuyor. Macaristan'ın çok az sayıdaki korku filminden biri dersek, bir anlaşmazlık kalmaz. Afişte sadece bir kısmını gördüğünüz onlarca ödülünden ve Macaristan'ın 2 yıl önceki Oscar adayı olduğundan anlayabileceğiniz gibi, kötü film değil. Çok iyi mi? Eh, bence o kadar da değil.
Birinci Dünya Savaşı'nda ölümün kıyısına kadar gelip dönen bir kahramanımız var. Bu deneyimden sonra, ölülerin fotoğraflarını çekmeye başlıyor ve gizemli bir kızın yönlendirmesi ile hayaletlerin cirit attığı bir köye gidiyor. Sonrasında olaylar gelişiyor.
Film başarılı bir atmosfer kurmayı başarıyor ki, bir korku filmi için en önemli şeylerden biri bu. En azından bir kısmında, çok fazla göstermeden ve abartmadan tedirgin etmeyi de başarıyor. Fakat ilerledikçe, bildik korku filmi yöntemlerine fazlaca başvuruyor. Özellikle çok fazla "jump scare" yapıyor. Halbuki bunu yapmadan da seyirciyi eline almayı başarmıştı. Bunu fazla kullandıkça ve bulduğu birkaç numarayı da tekrarladıkça, orijinalliğini de kaybediyor.
Ama, korku meraklıları yine de en başta yazdığım özelliği nedeniyle izleyebilir.

Die Wannseekonferenz (Wannsee Konferansı):
1942 yılının Ocak ayında, Nazilerin üst düzey yöneticileri, Berlin’in Wannsee bölgesinde toplanırlar. Bu toplantının gündem maddesi “Yahudi Sorununun Nihai Çözümü”dür. İnsanlık tarihine bir kara leke olarak geçen uygulamaların planladığı bu konferans, daha önce de filmlere konu olmuştu. Burada da muhtemelen konferansın kayıtlı metinleri üzerinden giden, bir tek mekân filmi izliyoruz. Dönem üzerine çok fazla film izledik, Nazilerin neler yaptığını tüm ayrıntıları ile biliyoruz. Ama birtakım yetkililerin, tüm Avrupa geneline yayılmış, 11 milyonun kaderine kadar vermelerini ve onları öldürmekten, basit bir lojistik problemi gibi bahsetmeleri halen kan dondurucu. “Nihai Çözüm”ün Yahudilerin ölümü olduğu konusunda, konferanstaki kimsenin şüphesi yok, sadece bir yerden başka bir yere nakilleri nasıl olacak, en kısa zamanda en çok sayıda ölümü, en düşük maliyetle nasıl gerçekleştirebiliriz, emek gücünden faydalanabilecek olduklarımızı hemen öldürmeyip, önce çalıştırıp sonra öldürelim gibi konular tartışılıyor. Ciddi anlamda tartışma çıkan tek konu, Yahudi ve Alman evliliklerinden doğan yarı Yahudileri ve çeyrek Yahudileri de öldürelim mi konusu. Burada en insancıl(!) öneri, onları kısırlaştıralım oluyor. Bir de Alman askerleri, Yahudileri öldürürken psikolojik olarak kötü etkileniyorlar, buna bir çözüm bulalım, sorunu gündeme geliyor. Gerçekten de insanın bunların konuşulduğuna inanası gelmiyor. Üstelik üzerinden 100 yıl bile geçmemiş. Tarih için, çok çok kısa bir süre.
Filmin derdi, konferansta yaşananları anlatmak olduğu için, işin sinemasal yönüne, tek mekânda çekilen bir film için bulunabilecek yaratıcı çözümlere pek fazla odaklanılmamış. Böyle bir filmin işlemesi için oyuncular önemli tabii. İşin o kısmında bir sorun yok. Birkaç karakter daha fazla ön plana çıksa da, herkes üzerine düşeni yapıyor.

Karanfil Meydanı:
Festivalin "Yakın Tarih" başlığı altında gösterdiği orta metraj belgesellerden Karanfil Meydanı, Cumartesi Anneleri'ni konu alıyordu. Bu hareketin nasıl başlayıp ilerlediğini, karşısına çıkan engellerle ettiği mücadeleleri anlatıyordu. 45 dakikalık belgesel, çoğunlukla söyleşiler ve arşiv görüntülerinden oluşuyordu. Ele aldığı konu önemli olmakla beraber, konuyu az-çok takip eden biriyseniz, önünüze yeni bir şey koymuyordu. Ama yönetmen de filmin amacını, Cumartesi Anneleri'ni tanımayanlara, onları tanıtmak olarak açıkladı. Böyle bakarsak, amacını yerine getiriyordu. Yine de, bu durumda da şöyle bir eksiklik vardı bence. Şu anki iktidarın ilk dönemlerinde, eylemlere hiçbir müdahale yapılmazken, 700. haftada nelerin değiştiği ve neden sert bir müdahale yapıldığı, belgeselden anlaşılamıyordu. Bu kısım hakkında biraz daha bilgi olsa, en azından temel amacını daha iyi gerçekleştirirdi.

Moğollar:
Festivalin "Yakın Tarih" bölümündeki, yarım saatlik bu belgesel de adından ve afişinden anlayabileceğiniz gibi, Moğollar grubu ile ilgili bir yapımdı. Açıkçası bu film de, grubu az-çok takip ediyorsanız, önünüze yeni bir şey koymuyordu. Zaten mütevazı bir öğrenci projesi olduğu da anlaşılıyordu. Muhtemelen grupla iletişime geçilmiş, bir konserleri öncesi kısa söyleşiler yapılmış, sonra da konserden birkaç şarkının kaydı alınmış. Sonrasında da biraz arşiv çalışması yaparak toparlanmış. Kendi adıma zaten bildiğim hikayeleri tekrar dinlemiş oldum ama Moğollar konserine hiçbir zaman hayır demeyeceğim için, o kısımlarda yine gaza geldim, keyifle izledim. Hatta tümüyle bir konser filmi olsa da, hiç fena olmazmış.
Bu arada, Moğollar'ın cidden şöyle iyi bir belgesele ihtiyacı var. Özellikle ülkedeki müziği nasıl etkilediklerini gösteren, daha detaylı bir arşiv çalışması ile yıllar önceki kayıtlarını önümüze getiren bir film, çok güzel olurdu.
Haftaya görüşmek üzere.


HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar