25. UÇAN SÜPÜRGE KADIN FİLMLERİ FESTİVALİ İZLENİMLERİ-BÖLÜM 3
Bu yılki Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde çok fazla sayıda film izlediğimi yazmıştım. Fazla vakit kaybetmeden, festival izlenimlerinin üçüncü bölümüne başlayalım. Yolumuz uzun.
The Island (Ada):
Robinson Crusoe hikayesine, mültecilerin olduğu bir dünyadan, fantastik ve bambaşka bir bakış. Evet bir adadayız ama Robinson ve Cuma bu adada yalnız değiller. Cuma, bu adaya gelen tüm mültecileri temsil ederken, Robinson da bir doktor. Yönetmenin önceki filmi, Marona's Fantastic Tale'den animasyonda ne kadar yaratıcı olabildiğini hatırlayabilirsiniz. Burada, animasyon konusunda, çıtayı bir üst seviyeye çekiyor. Bazı yerlerde neredeyse bir kaos ortamına döndüğünü düşünsem de, kurduğu görsel dünya açısından harika bir iş. Fakat anlatılan hikâye eşit derecede güçlü mü sorusuna, olumlu yanıt vermek güç. Bir yerden sonra çok dağılan, başı sonu kaybolan, tutarlı bir karakter bulmanın zor olduğu bir hikayesi var. Müzikal tarafı da çok hoşuma gitmedi açıkçası. Yine de sırf kurduğu dünya için bile izlenebilecek bir film. Toplamda favorilerim arasına girmese de yönetmen Anca Damian'e kredimi devam ettiren bir film oldu. Bundan sonraki filminde ne yapacağını bekliyorum.
Du Som Er I Himlen (Cennet Gibi):
Danimarka'da 1800'lerin sonunda geçen bir hikâye. Ana karakterimiz Lise, okul için evden ayrılmaya hazırlanan, aslında evdeki baskıdan kurtulup özgürleşme hayalleri kuran genç bir kız. Annesi ise, 5. ya da 6. çocuğuna hamile. Bu doğumun zor olacağı bir süredir belli ama sonlarına yaklaştıkça süreç iyice zorlaşıyor. İşin kötüsü (ve saçması) anne, rüyasında doktor çağırırsa öleceğini gördüğü için, ailenin büyükleri inatla doktor çağırmıyorlar. Filmde Lise ve kardeşlerinin, annelerinin ölümünden endişe ederken yaşadıklarını takip ediyoruz. Lise açısından, olası anne kaybının acısı dışında bir de annesi ölürse, evin sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalmak ve hayallerinden vazgeçmek endişesi de var. Yönetmen Tea Lindeburg, filmin adının tersine, izleyenin üzerine cehennem gibi çöken bir atmosfer kurmuş ve bunda çok başarılı. Hatta bir sahnede, Kürtaj filminde bayılanlar, bu filmde ne yaparlar acaba diye düşündüm. Benim için, festivalin öne çıkan, beğendiğim filmlerinden biri oldu. Tea Lindeburg bundan önce kısa filmler ve diziler çekmiş. Bu ilk uzun metrajı. Adını bir yerlere not etmeliyim.
Une Histoire D'amour Et De Désir (Bir Aşk ve Arzu Hikayesi):
Fransa'da doğup büyümüş, Cezayir kökenli genç bir erkekle, üniversite için Fransa'ya gelmiş Tunuslu genç bir kızın aşk hikayesi. Filmden çıktığımda filme daha olumluydum ama zaman geçtikçe puanım düştü. Yönetmen Leyla Bouzid'in karakterlere yönelik, ilk anda oluşan ön yargılarımızı kırmak istediğini anlayabiliyorum. Fransa'da büyümüş erkek karakter, çok daha tutucu ve cinsel açıdan çekingen ve hatta korkakken, Tunus'tan gelen kız, çok daha özgür ve cesur. Tüm hikâyeyi, bir Erotik Arap Edebiyatı dersi üzerine kurarak, aynı zamanda Arap Edebiyatı erotik olabilir mi diye düşünecek batılı seyircinin ön yargılarına da oklarını fırlatıyor. Ve fakat, hikâyeyi bu kabuğundan sıyırırsak, elimizde fazla klasik bir aşk hikayesi kalıyor. Özellikle erkek karakter açısından inandırıcılık sorunları da var. Tamam, tutucu olabileceğine ikna oldum ama Fransa'da büyüyüp, evden hiç dışarı çıkmamış gibi hareketler yapıyor, üstelik ailesi de hiç öyle aşırı tutucu bir aile değil. Bir de, bu iki karakter de Sorbonne'da edebiyat bölümünde okuyorlar fakat, kusura bakmasınlar ama, bana o ışığı veremediler.
Neticede, filme kapılıp giderseniz fena değil ama üzerine düşününce inandırıcılığı azalan bir yapım.
Yuni:
Konusunu Endonezya'da genç kız olmak olarak özetleyebileceğimiz bir film. Aslında zeki ve özgürlüğünün peşinde bir genç kız olarak Yuni, ilgi çekici bir ana karakter. Fakat film o kadar fazla temaya girip çıkıyor ki, bir yerden sonra yorucu oluyor. Endonezya'nın yapısını bilmediğim için anlatılanların ne kadar gerçeğe uygun olup olmadığı konusunda da yorum yapamıyorum ama bazı konularda kafamın karıştığını söyleyebilirim. Bir yandan lisedeki kızlara evlilik teklifleri geliyor, hatta aralarında evli olanlar da var. Ama bu evlilik tekliflerini kabul etmek ya da reddetmek konusunda kızlar gayet özgür gözüküyor. Gerçi, red sayısı arttıkça, mahalle baskısı da artıyor aslında.
Bir yandan okullarda bekaret kontrolü konuşuluyor, başörtüsü zorunlu ama bir yandan da dışarıda bir serbestlik var. Filmde genç kızların türlü çeşitli sorunları işlenirken, başka karakterler üzerinden de bazı sorunlara değiniliyor. Yuni'nin edebiyat öğretmeninin kendi hikayesi de işin içinde girince, artık bu konuyu da filme dahil etmese miydik acaba demekten kendimi alamadım.
Film genel olarak asgari standartları sağlıyor. Hatta, başrol oyuncusu filmi sürüklemeyi de başarıyor ama ele aldığı konuya daha fazla odaklanan, hedefini kaybetmeyen bir senaryo ile daha iyi bir film ortaya çıkabilirmiş.
Clara Sola:
Doğayla iç içe yaşayan, gerçeküstü bir iyileştirme/yenileme gücü var gibi gözüken, ama bunun karşılığında fiziksel ve zihinsel sorunları olan, 40'lı yaşlarda olsa da adeta büyüyememiş bir çocuk konumundaki Clara'nın hikayesi. Festivalin en çok ödül toplamış filmlerinden biriydi. Bu nedenle beklentim de fazlaydı. Görsel açıdan başarılı sahnelerini, bazı oyunculukları ve zaman zaman kurduğu fantastik atmosferi beğendiğimi söyleyebilirim ama festivalin özel filmlerinden biri haline gelmedi benim için. Yine de festivalin 5 filmlik günlerinden birinde izlediğim için konsantre olamadığım zamanlar da oldu. Geçen hafta Başka Çarşamba'da da izleyemedim ama vizyon ya da dijital platformlarda bir şans daha verebilirim.
Taming the Garden (Bahçe İşleri):
Gürcistan sinemasından nokta atışı bir film daha. Birkaç yıldır festivallerde karşıma çıkan Gürcü filmlerinde hep bunu yazıyorum, son dönemin en umut vaat eden sinemalarından biri.
Bu belgeselde, çok zengin ve çok güçlü bir adamın, kendisine özel bir bahçe oluşturmak için, asırlık ağaçları yerlerinden söküp, bahçesine taşıtmasını izliyoruz. Bu taşıma, müthiş bir planlama ve işçilik sonucu yapılıyor ama ortada en az o kadar müthiş(!) bir de doğa katliamı var. Yönetmen Salomé Jashi, bu süreci belgelerken, akılda kalıcılığı yüksek, ikonik sahneler geçidi sunuyor. Tüm filmi hayranlıkla karışık bir dehşet hissi ile izliyorsunuz. Bunun yanında, ağaçların taşınmasına türlü yollarla ikna edilen köylülerin görüşlerini de takip ediyoruz. Karşımızda yine, bilgi vermeye dayanan klasik bir belgesel yapısından ziyade, görsel anların gücüne güvenen bir yapım var.
Görünen o ki, yönetmen bu düşüncesinde gayet haklı. Film, o güçlü ve zengin adamı hiç göstermese de onun gölgesini hissettirmeyi başarıyor. Filmin sonrasındaki söyleşide, kaçınılmaz olarak bu adamın kim olduğu soruldu. Muhtemelen Gürcistan halkı için bu sorunun cevabı en baştan belliymiş. Çünkü o güçlü ve zengin adam, ülkenin önceki başkanlarından biriymiş!
Söyleşinin benim için en çarpıcı cevabı ise şuydu:
- Bu adam, bunları neden yapıyor?
- Çünkü yapabiliyor.
Bu cevabın filmin mesajını daha fazla açmasının yanında, al, başka ülkelerdeki, başka olayları açıklamak için kullan. Güç sahibi hemen herkes için geçerli bir cevap.
Not: Filmin başarılı görsel dünyasını sinema perdesinde görmek daha iyiydi ama hali hazırda MUBİ'de de izlenebiliyor.
Our Ark:
Deniz Tortum'un Maddenin Halleri belgeselini çok sevmiştim. Kathryn Hamilton ile birlikte çektiği bu kısa filmi de merakla bekliyordum. Üzerine İstanbul Film Festivali'nden en iyi kısa film ödülü alınca, beklentim daha da artmıştı ama olmadı, beklentimi karşılamadı. En azından bana göre değilmiş diyeyim. Nesli tükenen hayvanların, yıkılan ya da tahrip edilen tarihi eserlerin 3D modellerinin yapılıp, bunların en azından dijital olarak saklanıp, gelecek nesillere aktarılması projesi ilginç olabilir.
Ama film, ilginç olabilecek yerlere çok da giremiyor. 13 dakikalık bir kısa filmde bunu yapmak, zor da olabilir. Belki de aynı konuda, uzun metraj bir belgesel, dertlerini daha iyi anlatabilirdi. Bu haliyle, farklı konulara hafifçe temas eden bir yapım olarak kalmış.
Açıkçası gördüğümüz 3D modeller de çok ilgimi çekmedi. Böyle şeylere aşina olmayan birisi için, ilginç olabilir. Ama benim için, bir miktar sıkıcı olduğunu itiraf etmeliyim.
Celts (Keltler):
Çok genel bir özetle, filmin konusunun 90'ların Belgrad'ında bir çocuğun yaşgününde yaşananlar olduğunu söyleyebiliriz. Yaşgünü partisi gece kalmalı olunca, aileler de aynı evde kalıyor ve bu evin içinde küçük bir Yugoslavya oluşuyor aslında. Yönetmen Milica Tomović, kendi çocukluk dönemine gittiği filmde, tam da savaş öncesindeki ülkesinin bir portresini çizmek istemiş. Film sonrasındaki söyleşide, sürekli ebeveynlerimizin hatalarını tekrarlıyoruz, bunu yapmamak için, o günlere bakmamız lazım dedi. Filmin sorunlarından birinin, o günlere bakarken, çok fazla konuyu işin içine dahil etmesi olduğunu söyleyebiliriz. Politik söylemlerden, cinsel yönelimlere ve kadınların toplumdaki rolüne kadar, pek çok konu, işin içine dahil oluyor. Özel bir gün için toplanan insanlar ve çoğunlukla tek bir evde geçen hikâye deyince, Sieranevada aklıma geldi. Keltler, o kadar iyi bir film değil belki ama aynı kulvarda sayabiliriz. Belki de bu kadar fazla konuyu ele alırken, süresi biraz daha uzun olsa, daha iyi olabilirdi. Oyunculuk performanslarını da gayet başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Festival filmleri arasında en tepedekilere almasam da iyiler grubunda yer alan, yönetmenin sonraki işlerini merak ettirten bir yapım oldu benim için.
Heskîf (Hasankeyf):
Hasankeyf'in sular altında kalmış olması ve bunu engelleyememiş olmamız, dönüp bugünlere bakınca, hepimiz, en azından çoğumuz açısından utançla hatırlayacağımız bir olay olacak bence. Bu süreci belgeleyen her yapımı değerli buluyorum. Elif Yiğit'in bu orta metraj diyebileceğimiz filmi de, Hasankeyf sular altında kalmadan öncesinden başlayıp, bizi sürecin sonuna doğru götürüyor. Bölgenin görüntüleri ve orada yaşayanlarla yapılan söyleşiler ile ilerleyen, klasik bir belgesel yapısını kullanan bir film. Yeni Hasankeyf isimli, beton aşkı ile yapılmış bölge ile ilgili kısımlar da var.
Sinema olarak çok başarılı değil belki ama, dediğim gibi, bu sürecin belgelenmesi, gelecek dönemler için de önemli.
La Chica Nueva (Yeni Kız):
Arjantin sinemasından gelen bu filmde, evinden ayrılıp üvey kardeşinin yanına gelen genç bir kadının hikayesini izliyoruz. Film her ne kadar, bir genç kadının kendini keşfetme ve büyüme çabasını anlatacak gibi başlasa da fabrikaya girip, orada çalışması ile birlikte, bir politik bilinç kazanma sürecini de anlatıyor. Hatta doğrudan, bir politik film haline dönüşüyor. Her ne kadar, başta tahmin edilmeyen bir yere doğru ilerlemesi hoşuma gitse de, 77 dakikalık kısıtlı süresinde bu iki damarın da hakkını verebildiğini söylemek zor olur. Olaylar arasındaki bazı geçişlerin, fazlaca hızlı olduğunu da söylemek lazım.
Festival kataloğunda filmin Ken Loach’un ve Dardenne Kardeşler’in filmlerinin duruşuna sahip olduğu söyleniyordu. Özellikle görsel tarzında Dardenne Kardeşler’in etkisini hemen hissetmek mümkün gerçekten. Ama bunun üzerinde kendinden bir şey katabiliyor mu, tartışılır. Festivalin orta karar filmlerindendi diyelim.
On This Happy Note (Mutlu Son):
Sinemasından çok anlattıkları ile etkili olan bir belgesel örneği daha. İsrail tiyatrosunda önemli bir rolü olan, oyun yazarı bir kadının kendisine kanser teşhisi konulduktan sonra, ölüme doğru gidişini izlediğimiz bu filmde, onun bu süreci ne kadar soğukkanlılıkla karşıladığını ve ölümü de hayatın kaçınılmaz bir parçası olarak kabullendiğini, hatta bundan bir anlamda mutlu olduğunu izliyoruz. Zaten tam da ölümüne yakın bir dönemde, bu konudan müzikal ve komedi unsurları da içeren bir oyun çıkarmayı da başarmış.
Ölümünden yaklaşık 10 yıl sonra gelen bu filmde de hem kendi ağzından, kendi yolcuğunu, hem de geride bıraktıklarının ona bakışını izliyoruz. Muhtemelen, buralarda daha fazla tanıdığımız bir isme ait bir belgesel olsa, çok daha fazla etkilenirdik ama bu haliyle de hiç fena değil.
Cadı Üçlemesi 15+:
Ceylan Özgün Özçelik’in Cadı Üçlemesi’nin ikinci ayağı olan 15+, nihayet karşımızda. Pandemi öncesinde 13+’yı izlediğimizde öğrendiğimiz gibi, bu ikinci film, kocalarını öldürdükleri için hapse düşmüş kadınlar hakkında bir belgesel. Önceki filmlerinden de tahmin edebileceğimiz gibi, yönetmen alıştığımız anlamda bir belgesel yapmamış, farklı anlatım teknikleri denemiş. İki farklı kadının öyküsünü, iç içe izlediğimiz filmde, onların yüzlerini hiç görmesek de, fotoğraflar ve olayların geçtiği ya da kadınların hayallerini süsleyen yerler eşliğinde, onların sesini duyuyoruz (ki, aslında onu da duymuyoruz). Filmin ses bandının da başarısı ile kimi zaman tekrarlayan temalar eşliğinde, bazen umutlu bir hikâye ama bazen de izlemesi/dinlemesi zor, insanın üzerine kâbus gibi çöken bir hikâye izliyoruz. İki kadının hikayelerinde ortak noktaları da bir araya getirerek kurulan anlatı, son derece başarılı.
Filmden sonra yapılan söyleşide, aslında ilk planın kadınların yaşadıklarını kameraya anlatması olduğu söylendi. Bunun için izin almak için çok uğraşmışlar ama başarılı olamamışlar. Söyleşide söylediğimi, burada da tekrarlamış olayım. Bu şekilde daha bile iyi olmuş olabilir. Ne yazık ki, kadınların ses kayıtlarının bile alınmasına izin verilmemiş. Sonuçta onların mektuplarını, çok iyi tanıdığımız iki ses, seslendirmiş. Gerçi ben filmi izlerken, gerçekten hapisteki kadınların seslerini dinlediğimi düşünmüştüm. Sesler, tonlamalar bir yerden tanıdık gelse de, kim olduklarını anlayamamışım. Demek ki, kulağım o kadar keskin değilmiş.
15+’yı festivallerde kaçırdıysanız, 25 Haziran’da MUBİ’de müjdesini de verelim. Üçlemenin son ayağı olacak 18+’yı da merakla beklediğimiz notunu düşeyim. O da tümüyle kadınlar arasında geçen, bu kez daha neşeli bir film olacakmış. Takipteyiz.
Unclenching the Fists (Yumrukları Gevşetmek):
Rusya’nın geçen yıl Oscar’a gönderdiği, Yumrukları Gevşetmek tipik bir büyüme hikayesi anlatıyor aslında. Rusya’nın çok bilmediğimiz bir bölgesinde, ailesi ile birlikte yaşayan Ada, babasının ve erkek kardeşlerinin baskısından yılmış bir durumda. Her ne kadar onu seviyor olsalar da, aşırı korumacı bir tavır sergileyen ailesinden erkek arkadaşı vasıtasıyla, zaman zaman uzaklaşabilse de asıl isteği, tamamen özgür olmak, bulunduğu mekanı da terk etmek. Film, bu anlamda, başarılı bir atmosfer oluştursa da Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde aldığı ödülün yarattığı beklentiyi de karşılayamadı benim için. Yine de anlattığı hikâyeye samimi yaklaşımı ve doğal oyunculukları ile izlenebilecek bir yapım.
Maixabel:
Icíar Bollaín, filmlerini sevdiğim bir yönetmen ama son dönem filmleri ile çıtayı biraz düşürmüştü. Ama bu filmiyle, yine çok etkileyici bir yapıma imza atmış. Bu sefer elimizde gerçek bir olaydan alınan bir hikâye var. İspanya’da ETA örgütü tarafından kocası öldürülen bir kadın ve kocasının katillerinin, yıllar sonra yüzleşmesini izliyoruz. Filmin başında, bir insanı öldürmelerini kutlayabilecek noktada gördüğümüz kişilerin yıllar sonra samimi olarak pişman olmalarını izlemek çok etkileyiciydi. Bu pişmanlık, içinde bulundukları örgüt tarafından dışlanma sonucunu doğursa bile. İşin karşı tarafında, hayatta en değer verdiği insanı elinden kalan kişilerle diyalog kapısını kapatmayan bir kadın var ki, onun durumu daha da güç belki de.
Özellikle katil karakterinin değişimini inandırıcı bir şekilde verebilmek oldukça güç. Ama film bunu başarılı senaryosunun ve Luis Tosar’ın harika oyunculuğunun yardımı ile başarıyor. Filmdeki tüm oyuncular iyi aslında ama Bollaín’in daha önce de çalıştığı Luis Tosar, suratına bile bakılmayacak bir caniden, annesinin karşısında boynu eğik, öldürdüğü adamın karısı karşısında utanç dolu ve pişman bir karaktere dönebilerek, diğer oyuncuların bir adım önüne geçiyor.
İzlerken, ister istemez ülkemizde yaşanan bazı olayları da düşünmeden edemiyorsunuz. Seyirci olarak, özellikle geride kalanların yerine kendinizi koyup, ben o durumda ne yapardım diye düşünmemek mümkün değil. Şimdilik Türkiye’de bir vizyon tarihi yok gibi gözüküyor ama umarım bir dağıtımcısı olur.
The Souvenir: Part I & II (Hatıra: Bölüm 1 & 2):
Her ne kadar iki ayrı film olsa da birbirlerini tamamlayıcı yapımlar oldukları için beraberce söz edelim. Festivalde de arka arkaya izledik zaten. İlk filmi, daha önce dijital platformlarda izlemiş ve çok sevmiştim. İkincisi için bir festivali bekliyordum. Uçan Süpürge çok güzel bir sürpriz yaptı. İlk filmde, yönetmen Joanna Hogg’un gençliğinde başından geçen, toksik bir aşk hikayesinden yola çıkan bir film izlediğimizi biliyorduk zaten. Çok başarılı yazılmış karakterler, başarılı mizansenler ve çok iyi oyunculuklar ile etkileyici bir film ortaya çıkmıştı. İkinci film, ise ilkinin üzerine bir katman daha ekliyor ve onun değerini daha da arttırıyor. İlk filmin baş karakterlerinden Julie, bir sinema okulu öğrencisi idi. İkinci filmde, ilk filmdeki aşk hikayesinin ve kaybın etkisini üzerinden atma çabasını izliyoruz. Tam da mezuniyet filmini çekme dönemi gelmişken, bu travmadan çıkışın yolunu sanatta buluyor ve bu toksik aşk hikayesinden yola çıkan bir film yapıyor. Peki bu filmin adı nedir? Doğru tahmin: The Souvenir.
İki film birbirine sıkı şekilde bağlı olduğu için, arka arkaya izlemek çok iyi oldu. İlk filmde aklımdaki temel soru olan, bu zeki ve başarılı kadın, bu adamdan neden bir türlü ayrılamıyor sorusu da daha fazla açılmış oldu. Film ve gerçek hayat arasındaki çizgiyi kıran, film içinde film yapısını çok iyi kullanan, son yılların gözde tabiri ile meta anlatıyı çok iyi çözen iki filmle karşı karşıyayız. Joanna Hogg ve Tilda Swinton’in gençlik dönemlerinden tanıştıklarını da işin içine katarsak, bu katmanlar daha da büyüyor. Bu kısa izlenim yazısına sığmayacak kadar dolu bir film diyerek, mutlaka izleyin diyeyim. Bu filmlerin ülkemizde vizyona girmemiş olmasının da son dönemin vizyon takvimi açısından en büyük falsolarından biri olduğunu da ekleyeyim.
A Primeira Morte de Joana (Joana'nın İlk Kaybı):
Karşımızda bir adet büyüme hikayesi daha. Brezilya’da 13 yaşındaki Joana, büyük teyzesinin ölümü sonrası, onun neden hiç erkek arkadaşı olmadığını, gezilere ve farklı sosyal aktivitelere katılan, aktif bir hayat sürse de neden yalnız yaşadığını merak etmeye başlar. Yavaş yavaş kendi cinselliğini de keşfetme sürecinde olduğu için, teyzesinin cinselliğini hiç yaşayıp yaşamadığını da merak eder.
Bu iddiasız ama başarılı film, bu büyüme hikayesini anlatırken aslında üç kuşaktan kadının hayatları ve sırları üzerine de bir şeyler söylüyor. Film ilerleyip, büyük teyzenin sırrı ortaya çıkmaya başladıkça Joana da kendisine dair yeni şeyleri keşfetmeye başlıyor. Doğallığı ile öne çıkarken, genç oyuncuların başarılı performanslar sergilediği bir film.
Vous Ne Désirez Que Moi (Duras Hakkında Her Şey):
Marguerite Duras’ın, kendisinden epey küçük son erkek arkadaşı Yann Andréa’nın, ilişkileri üzerine bir gazeteci ile yaptığı söyleşilerden uyarlanmış bir film. Duras’ı hiç görmesek bile, varlığını hissettiğimiz, onun çok başarılı filmi India Song’dan parçalar da izlediğimiz bir yapım. Güçlü bir metne sahip olduğuna şüphe yok ama açıkçası neredeyse tümü, uzun bir diyalog üzerinden yürüyen film, beni kendine bağlamayı başaramadı. Duras hayranlarına, her şartta tavsiye ederim tabii ama filme kaynaklık eden söyleşileri bulup okursanız, hemen hemen aynı sonuca varırsınız diye düşünüyorum. Söyleşilerin metnine, sinema olarak ne katmış, çok emin değilim.
Eat Your Catfish:
Ana Yurdu filmini çok sevdiğimiz, Senem Tüzen’in yeni filmini merakla bekliyorduk. Üç yönetmeninden biri olarak katkı verdiği belgesel, Eat Your Catfish İstanbul Film Festivali’nden de ödül alınca, beklentim daha da artmıştı ama yine bu beklentimi karşılayamayan filmlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Festivalde birkaç örneği daha olan, ölüme yaklaşan karakterler ile ilgili belgesellerden biri. ALS hastası olan Kathryn’in tekerlekli sandalyesinin üzerine yerleştirilmiş olan kameradan, onun günlük yaşamını, aile üyeleri ile ilişkilerini, yaşadığını zorlukları, acıları ve mutluluklarını izliyoruz. Bu anlamda, çok mahrem anlara tanıklık ettiğimiz doğru ama sadece tek bir fikir üzerinden ilerleyen filmde, bazı şeylerin fazlaca kendini tekrarladığını düşünüyorum.
Ortada çok yoğun bir kurgu çalışması olduğu belli. Kathryn’in oğlu tarafından çekilen görüntüler, sonrasında Senem Tüzen ve Adam Isenberg tarafından kurgulanmış. Festival kataloğuna göre, elde 930 saatlik bir görüntü varmış ve bu görüntülerden 74 dakikalık bir film çıkmış. Bu kısımda, filme neyin konup, neyin konmayacağı, hikâyenin nasıl anlatılacağı, uzun uzun konuşulmuş olmalı. Süresi kısa sayılabilecek olsa da sanırım ben biraz daha kesmeyi tercih ederdim. Bir de hikâyede zamansal olarak, bir ileri, bir geri gitmenin de pratik bir faydası olmadığını düşündüm. Daha doğrusal bir anlatımı tercih edebilirdim.
Yine de hastalık ve ölüm olayına soğukkanlılıkla yaklaşıp, durumu sömürmeyen bir film diyebiliriz.
A E I O U - Das schnelle Alphabet der Liebe (A E I O U - Küçük Bir Aşk Alfabesi):
Üst üste gelmesi bir tesadüf oldu ama yine önceki filmini çok sevdiğim bir yönetmenin, hayal kırıklığı yaratan filmlerinden biri. Wild filmi ile sıradışı bir yapıma imza atmış olan Nicolette Krebitz, bu sefer orta yaşlı bir kadınla, çok genç bir erkeğin aşk hikayesini anlatıyor. Hırsız-kurban olarak başlayan bu ilişki, öğrenci-öğretmen olarak ilerleyip, sevgiliye doğru dönüyor. Yönetmen kimi anlarda bizi yakalasa da çoğunlukla benzer filmlerin klişelerinden kendini kurtaramıyor. Perdede göründüğü her anda karizma saçan Udo Kier’i de yeterince kullanamamış bence. Özellikle finale doğru, ciddi bir inandırıcılık sorunu da yaşadığını düşünüyorum. Bir suçu araştıran polisin, bu kadar acemice hatalar yapması makul gelmedi mesela.
Filmin en olumlu yanı ise Sophie Rois’in performansı. Yıllardır çeşitli filmlerde karşımıza çıkan, hep de başarılı oyunculuklar sergileyen ama yeterince tanınmayan bir oyuncu olan Rois, filmi sırtında taşımayı başarıyor.
Son söz olarak, bu yılkı Uçan Süpürge’nin, ufak 1-2 aksaklık dışında, hem programı, hem zengin konukları, hem de gösterim şartları açısından başarılı bir festival olduğunu söyleyelim. Tüm ekibe tekrar teşekkürler.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN