SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

24.UÇAN SÜPÜRGE KADIN FİLMLERİ FESTİVALİ-FİZİKSEL GÖSTERİM SEÇKİSİ

13 Haziran 2021 Pazar 21:12
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçtiğimiz hafta, 24. Uçan Süpürge Film Festivali’nin fiziksel seçkisini, Ankara’da Cermodern ve Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin salonlarında izleme fırsatını bulduk. Her ne kadar sinema salonları kapalı olmaya devam etse de festival için izin alınmış ve bu da bizim tekrar salonlara dönmemize vesile oldu. Çok da güzel oldu. Filmlere geçmeden önce, festivalin fiziksel ayağına dair birkaç not.
Bu sene, Uçan Süpürge, son yıllardaki en iyi programı ile karşımızdaydı. Oscarların flaş filmleri Nomadland ve Yetenekli Genç Kadın, yine geçen sene adını sıkça duyduğumuz Derisini Satan Adam, Nereye Gidiyorsun Aida? ve Bir Daha Asla Kar Yağmayacak, Céline Sciamma’nın merakla beklenen filmi Küçük Anne, Josephine Decker’ın Shirley’si Nisan Dağ’ın yeni filmi Bir Nefes Daha. Bunların hepsi seyircileri salonlara çekecek filmlerdi. Pandeminin bir cilvesi olarak, bu filmlerin bazılarının Türkiye prömiyeri de Uçan Süpürge’ye nasip oldu.
Pandeminin biteceğine dair umutlarımızın arttığı bir dönemde gerçekleşmiş olsa da seyircilerin bir kısmı halen kapalı salonlara gelmeye çekiniyordu. Normalde günde 2-3 film izleyebilecek bazı seyirciler de kapalı salonlarda uzun süre kalmak istemedikleri için programlarını günde bir filmle sınırladılar. Bu da potansiyel seyirci sayısına ulaşılmamasına neden oldu. Sinemaların aç-kapa yapması da gündemi çok takip etmeyen bir seyirci kitlesi için, festivalin de ertelendiği algısını oluşturdu. Bu olumsuz etmenlere karşın yine de Nomadland ya da Yetenekli Genç Kadın gibi filmler salonları epeyce doldurmayı başardı.
Festivalin açık hava gösterimlerini iptal etmek zorunda kalmasını bir talihsizlik olarak nitelemiştik ama Ankara yağmurlu bir hafta geçirdi. Belli ki, muhtemel açık hava gösterimleri zaten iptal olacakmış.
Madem pandemi dedik, pandemiye özel durumlardan da bahsedelim. Salonlarda %50 kapasite kısıtı vardı elbette. ÇSM’de yan yana oturulmasının mümkün olmaması için fiziksel olarak da bazı koltuklar iptal edilmişti. Kişisel olarak genellikle ön sıralara oturduğum için genel olarak tüm salona hakim olduğumu söyleyemem ama seyircilerin genelde maske takmaya özen gösterdiklerini gözlemledim. Salon temizliği konusunda ise, geçen yıl fiziksel olarak düzenlenen Ankara Film Festivali’nin daha iyi olduğunu söylemek lazım.
Bu yılki festivale getirebileceğim en büyük eleştiri, Cermodern ve ÇSM’nin salonlarının teknik anlamda iyi bir sinema salonun gereksinimlerini karşılamıyor olmasıydı. Ne yazık ki iki salonun da görüntü ve ses kalitesi yeterince iyi değildi. Önümüzdeki yıllarda da aynı mekanlar kullanılmaya devam edecekse, bu konuda bir iyileştirmeye gidilmesi faydalı olacaktır.
Gelelim filmlere. Festivaldeki filmlerin bir kısmını başka etkinliklerde izlediğim ve hakkında yorum yazdığım için burada sadece ilk kez Uçan Süpürge’de izlediğim filmlerle ilgili yorumlara yer vereceğim.

Sous le ciel d'Alice (Lübnan Semaları):
Aylar sonra ilk kez evin dışında bir salonunda izlediğim film olarak karşıma ne çıksa sevme ihtimalim vardı ama açılışı cidden iyi bir filmle yaptık. Chloé Mazlo, filminde 1950’lerde İsviçre'den Lübnan'a giden, burada evlenen ve aile kuran büyükannesinin hikayesinden hareketle, Lübnan'ın güzel günlerinden iç savaşa doğru ilerleyen tarihini de anlatıyor. Hikâyeyi anlatırken, animasyonu da işin içine katarak farklı ve başarılı bir atmosfer kurmuş. İç savaşa kadar olan dönem, mutlu bir masal gibiyken, sonrasında film ister istemez daha karanlık bir noktaya kaysa da kullandığı simgesellikten vazgeçmiyor. Filmin başlarında, Lübnan bayrağındaki ağacın kanlı canlı karşımıza çıkması, iç savaşta bu ağacın sağdan soldan çekiştirilerek ikiye ayrılmaya çalışılması bu simgelerin en belirgini sanırım. Filmin kahramanı Alice'in köklerinden kopması da öyle.
Filmin girişinde Bir Film logosu vardı, Başka Sinema sayfasında da vizyon tarihi 9 Temmuz görünüyor. Değişebilir tabii ki ama vizyona girebilirse, şimdiden önermiş olayım.

Nomadland:
Nihayet Nomadland’i izledim. Oscar sezonunda çok adı geçse de farklı yollara izlemeyeceğim dedim, inat ettim, bekledim. Sonunda bir festivalde, büyük ekranda izlemek kısmet oldu. Hakkında çok yazıldı çizildi, tartışıldı. Muhtemelen söyleyeceklerim yeni olmaz ama Chloé Zhao'nun önceki filmlerinde de kullandığı yarı belgeselci üslubu çok sevdim. Bu kez başrol için elinde amatör bir oyuncu değil, Frances McDormand gibi profesyonel bir isim var ama işte iyi oyunculuk burada ortaya çıkıyor. Filmin her sahnesinde görünmesine rağmen karakteri içinde kaybolmayı başarmış. Diğer oyuncuları ezen, kendini parlatan bir tarzı yok. Dediğim gibi, filmle ilgili tartışmalardan mümkün olduğu kadar uzak durmaya çalıştım ama homeless-houseless ayrımı üzerinden ve houseless durumunun biraz fazlaca romantize edilmesi üzerinden tartışılabilir sanırım.
İzlediğim Oscar adayları arasında, benim için birinci sıraya oturdu (halen The Father ve Minari eksik). Ama şunu kabul etmeli, başka bir yıl olsa, akademinin bu kadar öne çıkaracağı bir film olmazdı. Bağımsız Ruh Ödülleri'nde ortalığı kasıp kavurabilirdi ama Oscar'da 2-3 adaylıkta kalırdı gibime geliyor. The Rider sonrası, Chloé Zhao'nun bir Marvel filmi çekecek olmasına şaşırmıştım. Nomadland'i izledikten sonra iyice şaşkın ve merak içindeyim. Teklif gitmesi ayrı enteresan, Zhao'nun kabul etmesi ayrı enteresan. Umarım kendisi için doğru bir kariyer adımıdır.
Bu arada, filmi izlemeyen çok az kişi vardır diyordum ama %50 kapasiteli salonunun biletlerinin büyük kısmı satılmıştı. UIP’nin hala vizyona sokma niyeti var mı bilmiyorum ama belli bir seyirciye ulaşabilir izlenimi edindim. Ben de iyi bir salonda karşıma çıkarsa, tekrar izlerim.

The Man Who Sold His Skin (Derisini Satan Adam):
Önceki filmi, Beauty and the Dogs'u epey sevdiğim Kaouther Ben Hania, bu kez gerçek bir sanat eserinden yola çıkıp, onun ortaya attığı soruları genişleten bir filmle karşımızda. Wim Delvoye isimli Belçikalı bir sanatçı, bir insanın sırtına yaptığı dövmeyi sanat eseri olarak sergilemiş. Ama sanat eseri, o dövmenin fotoğrafı falan değil, bizzat dövmesi ile birlikte, o kişi. Dövme yapılan kişi, müzelerde saatlerce oturup sırtını sergilemiş. İlginç bir fikir olduğu kesin. Bir insanı saatlerce bu şekilde tutmanın sanat eseri sayıp sayılamayacağı tartışmalarını gündeme getiriyor. Bu eser satılırsa ne olacak mesela. Kaouther Ben Hania bu fikri almış, dövmenin yapıldığı kişiyi, Suriyeli bir mülteci haline getirmiş. Dövmeyi de bu mültecinin Avrupa'ya girebilmesi için gerekli vizeye dönüştürünce, mevcut sanat eserinin kurduğu soruların yanına bu insanın kendi başına Avrupa'ya gitmesine izin verilmezken, bir meta haline gelince izin çıkması sorusu ekleniyor. Filmin ortaya attığı bu sorular düşündürücü ve tartışmaya açık. Square filminin kesilen sahnelerinden biri deseler şaşırmayacağınız bir sahne var. O da gayet iyi. Ama kahramanımızın gönül işlerinin konuya dahil olduğu her sahnede, film kan kaybediyor. Oralar fazlasıyla klişe. Final de fazlasıyla kolaycı bir şekilde bağlanıyor. Böyle olunca da yarım bir başarı demek durumundayım. Yine de yönetmen, sonraki işlerini merakla bekleyeceğim bir isim olmaya devam ediyor.

Promising Young Woman (Yetenekli Genç Kadın):
Oscar sezonu boyunca süren tartışmalarda seveni kadar, hatta belki daha da çok sevmeyeni vardı. Beni sevenler arasına yazabilirsiniz. Afişinde yazdığı gibi "game changing masterpiece" diyemem ama iyi film. İntikamcı kadın filmlerine, dönemin ruhunu da yakalayan iyi bir katkı olduğunu söyleyebilirim. Emerald Fennell'ın iyi bir sinemacı gözü olduğu muhakkak. Seyirciyi hemen kavrayabilecek bir atmosfer kurarken, film içinde ana karakterine olan bakışı değiştirmesini de biliyor. Başta, çok kanımızın kaynadığı bir karakter olan Cassie, arkadaşının intikamını alırken, suçlular içinde saydığı diğer iki kadına yaptıkları ile bir anda soğuk kanlı bir psikopat haline dönecek gibiyken, onu tekrar sevdirmeyi başarıyor. Bu nedenle, olay akışında kimi açıklar olsa da genel anlamda sevdiğim bir senaryo yapısı kurduğunu söyleyebilirim. Belki ikinci bir gözle, birtakım düzeltmeler yapılsa daha iyi olabilirmiş. Finale yönelik çok fazla eleştiriler vardı. Sevenlerin bir kısmının da finali beğenmediğini biliyorum. Bu kadar geç izleyince Cassie'nin akıbeti ile ilgili spoiler yemiştim zaten. Ama nasıl olduğunu ve sonrasını bilmiyordum. Tamam, sondaki twist biraz abartılıymış ama o kısım olmasa ve filmin finali ilk planlandığı şekli ile yapılsa daha kötü olacakmış bence. O yüzden, o abartıyı da kabullendim. Filmin en iyi unsurlarından birinin Carey Mulligan olduğunu tartışan pek yok zaten. İleride bir yerlerde, tekrar Oscar radarına gireceğine inancım tam.

Bir Nefes Daha:
Nisan Dağ'ın tek başına çektiği ilk film, kimi yerleriyle çok iyi olmuş dedirtirken, kimi yerleriyle de bu filme yakışmadı dedirtiyor. İstanbul'da bir alt kültür grubunu ve bu kültürün çıktığı mahalleyi anlatış tarzı çok iyi ve gerçekçi. Karakterin kafası dumanlıyken devreye giren animasyon sekansları da başarılı.
Fakat hikâyenin bazı detayları işlemiyor. Zengin kız-fakir erkek aşkını, bu mahalleye dışarıdan bir bakış atma gerekliliği olarak kabul edelim ama ilk tanışma anı sıkıntılı mesela. Ya da tanınmış müzik prodüktörünün karakterlerimize yaklaşımı da inandırıcı değil. Bir anda, hadi size bir albüm yapalım diyor adam.
Film ilerledikçe, uyuşturucuya karşı bir kamu spotu olmanın kıyısından dönüyor. Yine de orada dengeyi tutturmuş diyebilirim. Oyunculuk olarak, ilk uzun metrajı olan Oktay Çubuk'u beğendim ama belki de karakteri çok inandırıcı gelmediği için, Hayal Köseoğlu aynı etkiyi veremedi. Yan rollerdeki Ayris Alptekin, Müfit Kayacan gibi oyuncular gayet iyi. Nisan Dağ, yine Deniz Seviyesi'ndeki görüntü yönetmeni John Wakayama Carey ile çalışmış. Orada çıkardığı işi de çok severim, burada da başarılı. Neticede kalburüstü bir film ama daha iyisini umuyordum sanırım.

Copilot (Yardımcı Pilot):
Almanya'da yaşayan muhafazakâr bir Türk ailesinden gelen Aslı ve Lübnan'dan gelen Said arasında, 5 yıla yayılan bir aşkı anlatan, gerçek karakterlerden yola çıkarak yapılmış bir film. Beğendiğimi söyleyebilirim. Gerçek karakterlerin kim olduğunu söylemek biraz spoiler olacağı için ona girmeyeceğim. Gerçi festival kataloğunda açıkça yazılmış ama ilk defasında bilinmeden izlenmesinde fayda var. Film, son düzlüğe kadar, ne olduğunu açık etmiyor çünkü. Film çoğunlukla Aslı'nın bakış açısından anlatıyor. Bu iki gencin ilk tanışmaları, ilişkilerinin gelişmesi, özellikle Aslı'nın kendi içindeki çelişkileri ve ailesinin devreye girmesi güzel işlenmiş. Said'in değişimine çok ikna olmadım ama dediğim gibi, filmde biz daha çok Aslı tarafındayız zaten. Said'in değişimini de onun gözünden görüyoruz.
Yönetmen Anne Zohra Berrached, önceki filmlerini de beğendiğim, çok büyük başarılar kazanmasa da takipte fayda var dediğim bir isim. Başroldeki Canan Kır da iyi bir keşif olmuş. İlk filmi değil ama IMDB'ye göre ilk başrolü. Ama yönetmenle iyi anlaşmış olmalılar ki, sonraki projelerinde de beraber gözüküyorlar.

Mainstream:
Coppola familyasının, sinemacılığa girişen sayısız üyesinden bir diğeri olan (ne verimli aileymiş), Gia Coppola'nın yeni filmi, sosyal medya şöhretinin zehirleyici etkisi ve tüm amacı beğeni almak olan hayatlar üzerine eleştirel bir bakış getiriyor. Fakat bunu yaparken, farklı bir bakış açısı getirdiğini, yıllar yılı klasik medya araçları ile oluşturulan sisteme eleştiri getiren filmlerden farklı bir yapı kurduğunu söylemek zor. Hemen hemen aynı hikâyeyi, yıllar öncesinin televizyon şöhretleri için de anlatmak mümkün. Andrew Garfield'in film ilerledikçe abartılı hale gelen oyunculuğu da çok olumlu etki bırakmıyor doğrusu. Genel olarak, filmin meselesinin altını çizmek için, abartıyı giderek yükselttiği söylenebilir zaten. Filmin ilk bölümünde, henüz şöhret meselesi devreye girmeden kurduğu anlatıyı daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. O kısım da klasik Amerikan bağımsızlarından çok farklı değildi belki ama daha sahici ve eğlenceliydi. Daha alt perdeden giden eleştiri de daha incelikliydi.

The Assistant (Asistan):
Büyük bir Hollywood yapımcısının yanında asistan olarak çalışan Jane'in bir günü. Onun son derece sıkıcı ve rutin günlük işlerini izlerken bir yandan da yapımcının ne kadar tacizci ve pislik bir adam olduğunu öğreniyoruz. Yapımcı için Harvey Weinstein diyebilir miyiz? Elbette akla ilk o geliyor ve belli ki ona gönderme de yapılmış ama ona indirgeyemeyiz. Zaten belli ki, yazar/yönetmen Kitty Green'in isteği de bu durumu tek bir kişiye indirgemek değil. Hikâyesini anlatırken ilk akla gelen numaraları kullanmamış. Böyle bir hikâyede yapımcının hareketlerini açıkça gösterip, ondan iğrendirmek ilk akla gelen yol olurdu. Ama Kitty Green, tam tersine bize yapımcıyı hiç göstermiyor. Sadece birkaç defa sesini duyuyoruz. Ama onun fiziksel olarak orada olmasa bile varlığını hissettiren ve tüm ofise yayılan toksik hali tüm filme sinmiş durumda. Tüm olayları asistana odaklanarak (yanlışım yoksa, görünmediği sahne yok) ve bu atmosferin onun üzerindeki etkisini izleyerek takip ediyoruz. Festival kataloğunda, Jeanne Dielman filmine referans verilmiş. Gerçekten de Jane'in yaptığı rutin işleri izlerken, benim de aklıma o film geldi (önceden görmüş ve beynimin bir köşesine yazmışımdır muhtemelen). Filmin ağır temposunun bazı seyirciler için yorucu olacağı notunu düşeyim ama sağlam film. Julia Garner da çok iyi oynamış.

Dul Bir Kadın:
Festivallerde sinemamızın klasiklerini tekrar izlemek güzel oluyor. Filmi daha önce izlemiş olmalıyım ama bazı ikonik sahneleri dışında, hemen hemen hiç hatırlamıyordum. Bir yandan eski kalan yerleri var ama bir yandan da bugün için bile cesur. Atıf Yılmaz'ın kadın filmleri döneminin bir örneği. Bazı mesajlarının altını fazlaca çiziyor ama bir kadının cinsel açıdan özgürleşmesini de güzel anlatmış. Özellikle bazı diyaloglar elden geçirilse, günümüze de uyarlanabilecek bir hikaye aslında. Kadroya bugünden bakınca, kimler kimler varmış. Başrollerdeki üçlü dışında, IMDB'deki kadroda bile adı yazmayan Füsun Demirel mesela. Ya da Orhan Oğuz, Atilla Özdemiroğlu, Şahin Kaygun vs.
Film sonrasında Fatih Özgüven'in yaptığı söyleşi de film üzerine daha fazla düşünmemizi sağladı. Az sayıdaki seyirci ile, filmi epey irdeledik. Ayrıca, Hayalimdeki Sahneler filminden de bu filmle ilgili kısımı da izledik. Fatih Özgüven,o meşhur lezbiyen ilişki var mıydı sorusuna pek girmeyerek onu Hayalimdeki Sahneler'e bıraktı. Bence, yatakta çıplak oldukları sahnede ilişki olmadığını kabul etsek bile, filmin finali bayağı net bir şekilde, iki anneli alternatif bir aile modeline kapı aralıyor.

Bizi tekrar salonlarda sinema deneyimi ile buluşturdukları için Uçan Süpürge ekibine tekrar teşekkürler.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar