ALDINIZ AKLIMIZI BAŞIMIZDAN
MSR Production, supervizorlüğünü M.Nuri Karadeniz, sanat danışmanlığını ise çok önemli müzisyenlerimizden Yücel Arzen’in yaptığı bir dizi albüm yayınladı. Bu firma, “Arşiv Serisi” başlığı altında, Nezahat Bayram, Muzaffer Akgün, Yıldız Tezcan ve Gülden Karaböcek gibi, popüler müziğimizin çok önemli isimlerinin albümlerini raflara çıkardı. Bayram dışındakilerin şarkıları-türküleri daha önce CD yüzü görmüştü; Nezahat Bayram ise, ilk defa bu firmanın yaptıkları sayesinde CD yüzü görebildi, dijital çağa kenetlendi.
Sahneye ilk defa (*) Afyon Halkevi’nde adım atan, daha sonra Ankara Radyosu’na giriş yapıp sesini bütün memlekete dinleten Bayram’ın “Huma Kuşu” adlı albümünde, bu müthiş dokunaklı sesten zamanında ünlenmiş hemen hemen her türkü yer almış. Altın Plak ödüllü “Bülbül”den, “Hangi Bağın Bağbanısan”a, “Ana Beni Eversene”ye varana kadar çok sayıda türküyü, şu dijital-dijital koşmakta olan çağda yeniden tertemiz kayıtlarla dinleyebiliyor olmak gerçekten büyük nimet. O her şeyin çok farklı olduğu, her şeyin “duygu, yalnızca duygu” olduğu (70’li yıllar bile değil) 60’lı yılların hissiyatını, her satırı-her türküsü ile dinleyene aktarabilmekte Bayram. Sanatçının, kimselere benzemez sesinin de desteği ve katkısıyla, koca bir albüm (sevinç ya da değil) gözyaşları eşliğinde akıp durabiliyor. “Huma Kuşu” bir “Hüzün El Kitabı” olarak da kabul edilebilir; geri gelmez bir biçimde kaybettiğimiz geçmişin tat ve tınısını bize anımsatan buruk mu buruk bir el kitabı.
Ahmet Sezgin ve Nuri Sesigüzel gibi iki ‘kale’nin karşı yakasında layıkıyla durabilen isimlerden biri Nezahat Bayram’sa, bir diğeri de Muzaffer Akgün’dü. Akgün’ün de en önemli özelliği, (tıpkı Bayram gibi) farklı ses rengiydi. Yukarılara tırmanırken nefessiz kalmayan, aşağılara, en aşağılara inerken yerlerde sürünmeyen ve her ikisini yaparken de daldan dala, “ton’dan ton’a” atlamayıp bunu layıkıyla yapabilen dört dörtlük bir sanatçıydı. Akgün de Ankara Radyosu’nda kendisini gösterebilmişlerden. Ardından da İstanbul Radyosu günleri geliyor, sonra da sahneler, sahneler, sahneler. Halk müziğimizi, gazinolara layıkıyla taşıyabilmiş isimlerin başında gelir zaten. “Kışlalar Doldu Bugün” türküsündeki yorumu, zamanında dağlamadığı kalp de bırakmamıştır. MSR’nin Akgün albümüne seçtiği isim de bu olmuş zaten; bu ve “Ceviz Oynamaya Geldim Odana”, “Keklik Gibi” dahil tam 15 Akgün klasiğinin yer aldığı albüm, mühim gerçekten çok mühim.
DELİ GİBİ SEVDİK
MSR’nin diğer sürprizleri ise Yıldız Tezcan, Gönül Akkor ve Gülden Karaböcek oldu. “Hüzün Kraliçesi” Karaböcek’in “Kurtar Yarab” adlı albümü, belki sanatçının en iyi albümlerinden (ya da derlemelerinden) biri değil; ama sonuçta, sanatçının her zamanki gibi, tamamen kendine özgü (yani “Güldence”) bir biçimde seslendirdiği şarkılardan oluşmakta bu albüm de. “Sevgi Pınarı”nın başında bekleyen, feryat eden (“Kurtar Yarab”), tövbe eden (“Sevmeyeceğim”) ama hemen vazgeçip aşka yeniden kucak açan (“Dön Artık Sevgilim”) bir ‘Müebbet Aşık’ın, hiçbir zaman dinmek bilmemiş çığlıklarının ara bir halkası “Kurtar Yarab”. “Dilek Taşı”nın hemen önünde seslendirilmiş, “ayaklar altında sürünür”ken söylenmeye devam edilmiş şarkılar nihayetinde; ve biz Gülden Karaböcek’i her zaman “deli gibi sevdik”, bu albümü, bu şarkıları da mutlaka (yeniden) sever, bağrımıza basarız.
Deli gibi sevdiğimiz bir başka isim de Gönül Akkor olmuştur. “Vazgeç Kader” adlı albüm, sesi ile en taş kalplere bile dokunabilmiş bu diva’ların diva’sını, bir ihtimal genç kuşaklara da sunabilecek, gösterebilecek… 60’lı yılların hem kendi, hem sesi güzel isimlerinden biri olan Yıldız Tezcan’ın “Görüş Günü” adlı albümü, MSR’nin heyecan verici (bu satırların yazarı, aslında “dudak uçuklatıcı” demek istiyor ama adı “çok abartıyor”a çıktığı için, mecburen frene basıyor) projesinin son halkası oldu. “Postacı” (“Postacı postacı, canım gülüm Postacı, bana yardan haber ver, genliğime sen acı!”) ile (ki bu şarkı, bu yeni albüm demetinin Yıldız Tezcan değil Muzaffer Akgün ayağında yer almakta), “Bu Dünyanın Gam Yükünü” ile yediden yetmişe her kalbe basılmış Tezcan, müziğin cep telefonlarına katık edildiği bir çağa (tıpkı yukarda sözü edilmiş diğer isimler gibi) fazla, yani birkaç numara büyük gelebilir. Ama kim bilir; belki bir yerlerde “Görüş Günü”nün o insanı yerlerde süründüren acısını-sıkıntısını hissedebilen birileri vardır ve Tezcan’ın albümü, onlara ilaç gibi de gelebilir.
60 ve 70’lerin ‘ulu’ isimlerinin etrafında dönüp durmuş bu yazıyı, günümüzün bir ismi ile, Mircan ile sonlandıralım. Muammer Ketencoğlu, Serkan Çağrı, Özgür Salıcı ve kayda değer epeyce sayıda başka müzisyenle yapılan “Sala” albümü, geleneksel olanı günümüzde yorumlamaya kalkışanlara ‘ders’ olabilecek bir yetkinlikte. Albümün basın bülteni doğru söylüyor; Mircan bu albümle, hakikaten de “sınırları aşıyor.” Yaratıcılık anlamında da, yorum ve sesi kullanma biçimi olarak da. “Bizim Ninniler”in dingin ve masalsı sesi, bu sefer her yaştan insanı mest edecek. “Biraz Laz, biraz Gürcü, en çok da dünyalı…” diyor albümün basın bülteni ama bu kadar değil; ‘dünya’ demek bile Mircan ve arkadaşlarının yaptıklarını bir şekilde sınırlamak anlamına geliyor. (Birkaç bin yıl sonra) bir başka yıldız ya da gezegende duyulduğunda bile yadırganmayıp, “Ah evet, buraların müziği de elbette böyle olmalıydı,” denebilecek kadar farklı bir müzik bu. Sınır bilmeden-tanımadan, dağları, taşları, kraterleri, eksi ya da artı şu ya da bu dereceleri bile iplemeden yankılanan, dolaşan bir müzik.
Ne mutlu onlara! Onlar hayatı yaşanılası kılmak için ellerinden geleni yaptılar-yapıyorlar. Aferin bize! Bu canla başla yaratılmış-söylenmiş şarkıları, bir ‘zil sesi’ne indirgemekte, alet etmekte duraksamıyoruz bile.
*Kaynak:Ses dergisi Sanatçılar Ansiklopedisi
NAİM DİLMENER