YILLAR SONRA MATRIX VE DİĞERLERİ
Bu haftanın gündemdeki filmi elbette Matrix Resurrections. Yıllar sonra gelen devam filmi hakkında, izleyenler tarafından çok farklı yorumlar yapılmakta. Bu hafta, hem Matrix’in yeni filmine, hem de vizyon yolculuğuna halen devam eden farklı birkaç filme daha bakalım.
The Matrix Resurrections:
Filmin basın gösterimlerinin sonrasında çok farklı yorumlar gelmeye başlamıştı. Bir kısım eleştirmen, filmi çok kötü ve sıradan bulurken, diğerleri de yönetmenin yaptığı şeyi, çok sevdiklerini söylüyorlardı. Üzgünüm ama filmi sevmeyen tarafta yer alıyorum. Hele iki hafta önce, ilk filmi tekrar sinemada izleyince bu film çok yavan, çok heyecansız, hatta zaman zaman bayağı sıkıcı geldi. Lana Wachowski'nin yapmaya çalıştığını da anladığımı sanıyorum aslında. İlk filmin etrafındaki efsaneyi kırmaya, onun eleştirisini bu film içinde yapmaya çalışmış. Filmde bile, bir karakterinden ağzından bu filmi yapmaya mecbur kaldım, yoksa Warner Bros bensiz yapacaktı demeye getirmiş. Geçen hafta izlediğimiz için Örümcek Adam ile bir yönden karşılaştırayım. O filmde çok fazla "fan service" yapılmıştı. Yani filmin hayranlarının isteklerine kulak verilmiş ve bu istekler tek tek yerine getirilmişti. Tabii ki, bu yaklaşım her film için tutmaz ama burada işliyordu. Yeni Matrix filminde ise tam tersine, asla seyircinin istediğini vermemek için uğraşılmış. After credits sahnesi dahil öyle. Çıkarken herkes, “neee bunu mu bekledik” dedi mesela. Tamam, bunu kabul edelim ama Lana Wachowski'nin bunun yerine bulduğu çözümler, uzun anlatımlar hiç olmamış. Bir tane bile akılda kalıcı aksiyon sahnesi de yok üstelik.
Aslında giriş bölümü fena değildi. Mini spoiler (ki fragmandan az-çok anlaşılan bir spoiler): Matrix'in ne olduğunun, başka bir formda da olsa bilindiği bir Matrix'i anlatmak güzel fikir. Buralarda, bir meta anlatı olarak iyi de işliyor aslında film. Hatta ben olsam, bu yaklaşımı bir adım ileri götürüp, Keanu Reeves'e Keanu Reeves'i oynatırdım. Fakat, ilk üç filmi tekrarlamaya başladıkça kan kaybediyor. Bu arada üçlemeye, özellikle ilk filme doğrudan bağlı. Bu yüzden, en azından ilk filmi tekrarlamakta sonsuz fayda var.
Filmi öven yazılar genellikle, yönetmenin yaklaşımını, kendi kurduğu efsane ile dalga geçebilmesini ve hatta onu alaşağı etme çabasını takdir etme yönünde oluyor. Evet, bu yaklaşımı takdir etmek mümkün ama ortaya çıkan filmin bunları yeterince başarabilen, iyi bir film olduğunu düşünmüyorum.
The Lost Daughter (Karanlık Kız):
Bu filmin adı ilk duyulmaya başladığında, çok dikkatimi çekmemişti. Hatta Venedik'te yarışıp, senaryo ödülü aldığında bile, öyle çok ümidim yoktu. Ama Maggie Gyllenhaal, çok iyi bir film çekmiş gerçekten. Filmin adı da farklı bir hikâye ile karşılaşacağımı düşündürmüştü. Filmin büyük kısmının kayıp bir kızı arama çabası üzerinden gideceğini sanmıştım. Evet, ortada kaybolan bir kız var ama esas hikâye o değil. Yaşanan kaybolma olayı, ana karakterimizin anılarını tetikleyen bir olay aslında.
Filmin esas derdi annelik ve anneliğin kişi üzerinde yarattığı baskı ve kapana kısılmışlık hissi. Gyllenhaal, kayıtsız şartsız kendini çocuklarına adayan kutsal annelik kavramını alıp, yerle bir etmiş. Benim annelik üzerine bir şey söylemem biraz saçma olur tabii. O hissi doğrudan bilmem mümkün değil elbette. Bir anne olamayacağım gibi, baba bile değilim neticede. Ama filmi izlerken, çevremdeki anneleri ve onlarla sohbetlerimizi hatırlayınca, filmin o hissi yansıtmayı başardığını düşündüm.
Başrolde Olivia Colman, her zamanki gibi çok iyi. Ama galiba ben, onun gençliğini canlandıran Jessie Buckley'yi daha da çok sevdim. Dakota Johnson, onların yanında biraz zayıf kalsa bile, o da üzerine düşeni yapıyor. Filmin erkekleri ise, neredeyse figüran konumunda zaten.
Geçmişin ufak ufak kırıntılar ile hatırlanmaya başlaması, giderek günümüzdeki hikâyeden daha baskın olarak kendini göstermesi de çok iyi kurulmuş. Flashback sahnelerinin giriş-çıkışlarında kurgu da gayet iyiydi. Sene sonuna doğru vizyonda nihayet iyi filmler izlemeye başladık. Bu da onlardan biri. Yıl sonu listeme alır mıyım, henüz bilmiyorum ama en azından ön elemeyi geçti benim için.
Adam (Yarım Kalan Hayat):
Hem iş hayatı, hem de özel hayatı çok iyi giderken, geçirdiği bir kaza sonrasında boynundan aşağısı felç olan bir adamın hikayesi. Bir televizyon filminden hallice. Televizyon filmi derken, modern dönemin televizyon filmlerinden bahsetmiyorum ama. O eskinin çok klişe, hem seyirciyi duygulandıralım, hem de ders vermeyi ihmal etmeyelim filmlerinden. Aralarda patlatılan şakalar bile filmin tümü gibi, çok bildik ve çok sıkıcı. Yönetmen Michael Uppendahl'ın kariyeri dizilerle dolu ama bu diziler arasında Mad Men, Fargo, Ray Donovan, Shameless gibi çok iyi işler var. Şu yönettiği film, çektiği dizilerin, çok çok gerisinde. Bu arada, IMDB'ye göre film 2011'de çekilmiş. 10 sene raflarda beklemiş anlaşılan. Filmin tek iyi yanı, Lena Olin, Tom Berenger, Tom Sizemore gibi, son yıllarda çok görmediğimiz isimleri karşımıza çıkarması. Aslında afişi Aaron Paul ile paylaşan Shannon Lucio'yu da beğendim ama senaryo onun karakterine çok acımasız davranmış. Esas oğlanımız Adam'ın geçirdiği kaza sonrası ortadan kayboluyor zaten. Uzun bir boşluktan sonra hikâyeye dahil olduğunda ise tek işlevi, Adam viagra aldığında sevişip sevişemediğini test etmek oluyor. Bayağı problemli yazılmış bir karakter yani.
Aykut Enişte 2:
Spider-Man ya da Matrix gibi spoiler endişesi olan bir film olmayınca, izlemeyi biraz erteleyip, boş salon kollamıştım. Biraz da o filmlerin seyirciyi çekmesinden ötürü, bu filmin kalabalığı biraz azalınca izledim. Tahmin ettiğim gibi, rahat izlenen, temiz, keyifli, hoşça vakit geçirten bir komedi. Zaten daha fazlasını da vaat etmiyor. Ama vaat ettiği şeyin altından da kalkıyor. Komedisi kadar, zaman zaman frene basıp verdiği duygusal molalar da işliyor. İlk film de bu özellikleri taşıyordu aslında.
İlk filmin kadrosuna eklenen Hakan Yılmaz da başarılı. Fakat filmin gizli yıldızı, Nezaket Erden bence. 2 yıldır karşımıza çıktığı filmlerle, ne kadar iyi oyuncuymuş, neden daha önce tanımamışız dedirten Erden'in (evet, "Sevgili Arsız Ölüm - Dirmit" oyununu izlememek benim ayıbım) komedide de başarılı olduğunu gösteriyor.
House of Gucci (Gucci Ailesi):
Ridley Scott'ın çok kısa aralıklarla karşımıza çıkan ikici filmi, adından da çok net anlaşıldığı gibi Gucci ailesini anlatıyor. Zamanında Ridley Scott'ın Marslı'sı Altın Küre'lerde komedi kategorisine girince epey tartışılmıştı. Bu filmi de almışlar, drama kategorisine koymuşlar. Halbuki, buna da komedi deseler, ağzımı açıp tek kelime etmezdim. Özellikle filmin ilk yarısı, oyunculuk performanslarından, karakterleri içine koyduğu durumlara ve diyaloglara kadar sürekli bir mizah peşinde. Bilinçli bir tercih olduğunu anlıyorum. Yoksa Sir Ridley, oyuncularını öyle başıboş bırakacak bir yönetmen değil. Tamam, olabilir. Böyle bir hikâyeyi alttan alta sürekli bir mizahla da anlatmayı seçebilirsin de o mizah bana hiç geçmedi.
Finale doğru ilerledikçe olayların geldiği nokta nedeniyle, biraz daha ciddi bir tona bürünüyor. Açıkçası ben bu kısımlarda filmi daha çok sevdim. Asıl sorunsa, uzun yıllara yayılan, çok karakterli bir olay örgüsü anlatırken, 158 dakikalık sürenin bile kısa kalması. Bugün, bu tip bir hikâye için çok daha uygun bir format var: Mini dizi. Gerçekten, şu hikâyeden harika bir mini dizi çıkabilirmiş.
Filmin oyuncu performansları hakkında farklı görüşler var. Hatta başta Lady Gaga olmak üzere bazı oyucuların, Oscar’a aday olabileceği konuşuluyor. Ben genel olarak, çok sevdiğim oyuncuların bile performanslarını pek tutmadım. Daha doğrusu, dediğim gibi, film için seçilen ve zirvesini Jared Leto'da yapan tarza ısınamadım.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN