SİNEMALARDA BİLGİSAYAR OYUNLARINDAN ANİMELERE GENİŞ BİR YELPAZE
Sinemaların yeniden açılması sonrasında seyircilerin salonlara dönmeye başladığını belirtmiştik, ancak her geçen hafta seyirci sayıları düşmeye devam ediyor. Ben yine de okulların açılması ve seyircinin ilgisini çeken filmlerin gelmesi ile birlikte, bu durumun değişebileceğini umuyorum. Gelecek hafta, yeni Marvel filmi Shang-Chi’nin gösterime girmesi bir hareketlenme yaratabilir ama bir yandan da Marvel’in çok bilinmeyen kahramanlarından biri olması bir soru işareti uyandırıyor.
Bunun yanında, seyirci sayıları düşük seviyelere düşmüşken halen haftada 8-9 filmin gösterime girmesinin ne kadar doğru olduğu konusunda da şüphelerim var. Pek çok film, potansiyelinin çok altında seyirci çekip, sessiz sedasız ortadan kayboluyor. Halbuki, filmlere biraz daha uzun vizyonda kalma şansı verilse, şu dönem için doğru strateji olabilir.
Geçen hafta da belirttiğimiz gibi, güz festivallerini beklerken, biz yine vizyona bakmaya devam edelim.
Free Guy (Gerçek Kahraman):
Bir video oyunundaki sıradan bir karakterin giderek kendi varlığının farkına varmasını, bilinçlenmesini ve dış dünyadan gelen oyuncular ile bağlantı kurmasını anlatan hoş bir komedi. Özellikle hayatının bir döneminde de olsa, video oyunları ile haşır neşir olanların epey keyif alacağı bir film. O dünyayı, oyundaki sıradan karakterlerin gözünden anlatmak ve bilinçlenmelerini göstermek güzel fikir. Daha önce de komedi geçmişi olmakla birlikte, Ryan Reynolds’un Deadpool ile tüm dünyaya duyurduğu komedi yeteneği, yine işliyor. Onun video oyununda âşık olduğu kadını canlandıran Jodie Comer ile kimyaları da gayet iyi. Comer’ın, aynı karakterin gerçek dünyadaki ve video oyunu içindeki halini, adeta farklı iki karakter gibi canlandırmış olması da gayet başarılı.
Video oyununun dünyası, oyun içi ve gerçek dünyanın bağlantısı da başarılı kurulmuş. Bazı görsel efektlerin çok iyi olmadığı söylenebilir ama o kısımda da şöyle bir avantaj var. Video oyunu içindeki efektlerin o kadar iyi olması da gerekmiyor zaten. Filmin sıkıntılı kısmı ise gerçek dünya tarafı. Gerçek dünyadaki olaylar ve bulunan çözümler pek inandırıcı olmadığı gibi, oyun şirketinin başındaki adam olarak Taika Waititi o kadar abartılı bir karakter çiziyor ki gerçek dünyaya değil, video oyunu dünyasına ait bir karakter olsa, daha iyi olacakmış dedirtiyor. En son Space Jam'de berbat şekilde yapılan, başka filmlere, oyunlara gönderme yapma olayı, burada çok organik şekilde gidiyor. Hatta finale doğru, Disney'in her şeyin sahibi olması sayesinde yapılan bir gönderme zinciri var ki, son zamanlarda sinemada en çok güldüğüm anlardan biri oldu.
Gunpowder Milkshake (Barut Kokteyli):
Çocukluğunda, gizli bir örgüt adına katil olarak çalışan annesinin, kaçmak zorunda kalarak kendisini terk etmesi sonrasında, onun izinde giderek kendisi de acımasız bir katil olan bir kadının yolunun küçük bir kız çocuğu ile kesişmesini ve örgütle karşı karşıya gelmelerini anlatan bir film. Son derece stilize bir aksiyon-komedi.
Çok fazla film izlemeyen biri olsam ve bu film karşıma çıksa, vaay bayağı ilginç fikirler bulmuşlar, güzel bir stilize aksiyon-komedi filmi yapmışlar diyebilirdim. Sorun şu ki, ilginç fikirlerin hiçbiri özgün değil. Yapımcıların düşüncelerinin şu şekilde olduğu anlaşılıyor: Hikayemizde bolca John Wick olsun, üzerine biraz Kingsman katalım ama bütün ana karakterleri kadın yapalım ki günün trendlerine uyalım, o halde kadın kahramanlı aksiyon filmlerinden de iki tutam ekleyelim, görsel olarak da Bad Times at the El Royale'den bir şeyler ödünç alıp, miksere atalım. Bahis konusu filmleri genelde sevdiğim için, bu filmi de yer yer keyifle izledim aslında. Başta Karen Gillan ve Lena Headey olmak üzere, tüm kadınlar da rollerine iyi oturmuşlar ama yine sürekli olarak, ben bu filmi izlemiştim dedirten yapımlardan.
Bu arada, film ilk haftasında sadece 765 seyirci izlemiş. İkinci haftasında da gösterimi, tüm Türkiye’de sadece bir sinemada devam ettiğine göre, toplamda 800 bile olması zor görünüyor. Biliyorum film, Netflix Amerika'da yayımlandı, VPN ya da başka yollarla rahat izlenebilmiştir ama bu seyirci sayısı da fazlasıyla düşük. Halbuki, çok iyi bir film olmasa da görsel yapısı nedeniyle, merak ediyorsanız sinemada izleyin diyebileceğim bir yapımdı.
Reminiscence (Zihin Gezgini):
İşte farklı filmlerden fikirler alıp, bunları iyi bir toplamda eritemeyen filmlerden biri daha. Dünyanın belli bölgeleri sular altında kalmış, şehirlerde sular belli şekillerde engellenmeye çalışılmış, bazı bölgeleri su basmış. Filmin en başarılı kısımları da bu set tasarımları zaten. Ancak teknolojinin gelişmesi ile insanların geçmişlerini görüntüye dönüştürme imkanının var olması ile ilerleyen hikâye hem polisiye olarak, hem de aşk hikayesi olarak son derece zayıf.
Zayıf bir senaryodan daha kötüsü, çok zekice olduğuna inanılan zayıf bir senaryo galiba. Reminiscence'ın en büyük sorunu da bu. Klasik bir flashback anlatımını, anıları canlandırma gibi bir sosla kaplamak dışında bir numarası olmayan bir yapısı var. Hikâyeyi parça parça anlatmak, bazı bilgileri seyirciden gizlemek de senaryoyu zekice yapmıyor, ne yazık ki.
Fena halde neo-noir havası taşıyan, hatta Blade Runner'dan fazlasıyla etkilenmiş gibi gözüken atmosferi, plastik olarak iyi ama o filmlerin ruhunu yakalayamıyor. Üstelik Blade Runner'in sinema versiyonuna yapımcı zoruyla eklenmiş dış ses olayını (ki sonradan Ridley Scoot çıkarmıştı biliyorsunuz), çok abartarak kullanıyor ve seyirci anlamadıysa, her şeyi bir daha anlatayım anlayışını benimsiyor. Finalde bu dış sese bir açıklama da getirilmiş ama o detayı öğrenmek de durumu kurtarmıyor.
Hugh Jackman ve Rebecca Ferguson gibi iki çok güzel insan arasındaki kimyayı kuramamak bile filmin zayıflığını gösteriyor. Halbuki bu iki isim yan yana geldiğinde perden taşan bir elektrik yaratmak mümkün olabilirmiş. Bu da filmin bazı zayıf yanlarını maskeleyebilirdi.
Demon Slayer - Mugen Train:
Demon Slayer'ın mangasını okumadığım, anime dizisini de izlemediğim notunu düşerek başlayayım. Anladığım kadarıyla izlediğimiz film, anime serisinin doğrudan devamı. Buna rağmen karakterleri tanımakta, hikâyeyi takip etmekte bir zorluk yaşamadım. Mutlaka diziyi izlemediğim için kaçırdığım detaylar vardır ama film kendi başına ayakta durabiliyor.
Film çocuk denebilecek yaşta, bir grup iblis avcısının, Mugen trenindeki daha deneyimli bir avcı ile güçlerini birleştirip, giderek trenle bütünleşen iblisi yok etme çabalarını anlatıyor. Tam bir yetişkin animasyonu olarak, iblislerin tasarımları, onlarla kapışma sahneleri gayet başarılı ve epey kanlı. Kafalar, kollar havalarda uçuşuyor. Ama film sadece aksiyon sekanslarından ibaret değil. Özellikle rüya sahneleri ile, karakterlerin geçmişleri ve kendi kendileri ile çatışmaları, güvensizlikleri ile ilgili bir şeyler söylemeyi de başarıyor. Etkileyici duygusal anlar da yaratabiliyor.
Bu film, pandemi döneminde tüm dünyada çok yüksek hasılat yapması nedeniyle mi buralara kadar geldi, yoksa sinemalarımızda daha çok anime izlememizin kapılarını açacak mı bilemiyorum ama gözlemlediğim kadarıyla, fena seyirci çekmedi. Her ne kadar, ilk haftada 17.000 civarında izlense de salon ve seans sayılarının da düşük olduğunu unutmamak lazım. Bence animeseverler, sinemalarda daha çok anime görmek istiyorlar gerçekten.
Ankara’dan Etkinlikler:
Bu hafta Ankara’daki açık hava etkinlikleri biraz azalmış gibi gözüküyor. Biz yine de programı iletelim.
Cermodern açık hava sineması programı:
29 Ağustos Pazar: Surviving Picasso (Picasso ile Yaşamak)
ODTÜ Mezunları Derneği, Vişnelik açık hava gösterimleri:
31 Ağustos Salı: Mon Oncle (Amcam)
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN