SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

POLİSİYELER, KORKULAR VE DİĞERLERİ

05 Eylül 2021 Pazar 09:37
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Sinemalarımızda seyirci sayıları düşmeye devam ediyor. Ancak bu hafta vizyona giren Shang-Chi ve Luca’nın bu sayıları biraz hareketlendirmesini, okulların açılmasının da bu hareketlenmeyi devam ettirmesini umuyoruz. 6 Eylül itibariyle sinemalarda da aşı ya da PCR testi kontrolünün başlaması ile birlikte yeni normalimizi de bu şekilde değiştirmeye hazırlanıyoruz. Kişisel olarak bunu olumlu bir uygulama olarak gördüğümü daha önce de belirtmiştim ancak pandemi sonrası personel sayısını oldukça düşüren sinemalar, bu uygulamayı sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebilecekler mi, İnternet’ten bilet alan bir seyirci hem aşısız, hem PCR’sız çıkarsa ve ben paramı verdim, biletimi aldım, salona da girmek istiyorum derse, oluşacak kaos nasıl çözülecek, tam bir soru işareti. Her zamanki gibi bekleyip göreceğiz.

Geçtiğimiz haftalarda yaklaştığını belirttiğimiz güz festivallerinden ilki, Ayvalık’ta başladı bu arada. Bu haftaki yazımı festivalde ilk izlediğim filmlere ayırmayı planlamıştım ama pandemi nedeniyle basından çok az kişiyi çağırdıklarını belirttikleri için olamadı. Kısmetse seneye diyoruz. Ayrıca geçtiğimiz hafta, Adana Altın Koza Film Festivali de ulusal yarışma filmlerini açıkladı. Festivale sadece bir hafta kalmış olmasına rağmen, onu da takip edip edemeyeceğimizi bilmiyoruz. Ona da bir kısmetse olur diyerek, geçtiğimiz haftalarda vizyona girip az sayıda seyirciye ulaşabilen birkaç filme göz atalım:

Karanlık Şehir Hikayeleri: Kilit:

Sinemamız tür filmlerinde komedi/korku ikilisinin arasında sıkışmış durumda. İyi denebilecek bir polisiye görmek güzel geldi. Kilit, bir hapishanede aynı gecede 10 mahkûmun birden, nedeni belirsiz bir şekilde ölmesi sonrası cinayet bürodan ve MİT’ten iki uzmanın bu olayı çözmek için çalışmalarını anlatan, polisiyenin genel kalıpları ile birlikte yerel bazı öğeleri de kullanan bir film. Özellikle ilk yarısı gizem kurmak, kafalarda soru işaretleri oluşturmak ve karakterleri tanıtmak açısından gayet iyi. Finale yaklaşana kadar, umarım şu gizemi saçma sapan bir şekilde çözüp, bir çuval inciri berbat etmezler dedim. Her ne kadar dikkatli bir seyircinin, polislerden önce çözebileceği bir finale doğru ilerlese de fena bağlamadılar. Ama ikinci yarıda başka sorunlar ortaya çıktı. En önemlisi, kadın karakteri giderek arka plana atıp, finalde neredeyse tümüyle unuttular. Hatta dönüp tüm filme bakınca, sadece Mert Fırat'ın karakteri olayla ilgilense, gizemi çözebilecekmiş diyorsunuz. Süper bir hacker olarak sunulan yan karakterse, fazlasıyla karikatürize olmasının yanında, polisin zaten bulabileceği bilgileri toparlamaktan başka bir şey yapmıyor. Keşke korunaklı bir sunucuya falan girseydi de polisin ona başvurmasının bir anlamı olsaydı.

Sıkıntılı yanlarına karşın, özellikle uzun süre olay nasıl çözülecek acaba sorusunu taze tutabilmesiyle benim için güzel bir sürpriz oldu. Devamı gelirse de merakla izlerim. Ancak film, seyirci potansiyeli olabilecek oyuncularına karşın, ilk haftasında sadece 12.000 civarında seyirciye ulaşabilmiş ve ilginç bir kararla, 216 salonda başladığı vizyon yolcuğunu bir haftada tamamlamış. Bu durumda devam filmi ihtimali çok düşük. İleride dijital platformlara çıktığında, seyirci ilgisi artarsa, belki.

 

Spiral: From the Book of Saw (Spiral: Testere Devam Ediyor):

Bu filmin haberleri ilk çıktığında Chris Rock projeye çok inanmış, farklı bir Testere filmi geliyor falan denmişti. Açıkçası projenin inanılacak bir tarafı da yokmuş, farklı bir tarafı da. Sadece polisleri öldüren, Testere serisinin meşhur katili Jigsaw’un yollarını taklit eden yeni bir seri katilin cinayet fantezilerini ve onun kim olduğunu bulup, yakalamaya çalışan polisleri izliyoruz. Sanki başta klasik bir intikam sularında dolaşan polisiye yazılmış da sonradan bunu Testere serisine nasıl bağlarız diye düşünülmüş gibiydi. Katil Jigsaw'u taklit etmese, apayrı bir film olabilirmiş ve şu an olduğundan daha da az ilgi çekermiş muhtemelen. Biraz üzerinde düşündüğünüzde, katili çok rahat bulabiliyorsunuz. Z sınıfı yerli filmlerden biri için yazdığım yorumu tekrarlayacağım. Her kurbanın ölüm şeklini detaylı bir şekilde gösterirken, kurbanlardan birinin nasıl öldüğünü ve ölüm nedenini gizliyorsanız, oradan bir sürpriz çıkacağından emin oluyoruz. O da sürpriz olmuyor zaten.

Oyuncular açısından da sınıfta kalan bir film oldu benim için. Chris Rock'ı her an bir espri patlatacakmış hissinden uzak izleyemedim, Samuel L. Jackson bildiğimiz Samuel L. Jackson, Max Minghella bildiğimiz çömez polis, Marisol Nichols da filmin güçlü bir kadın karaktere ihtiyacı var hamlesi. Ne karakterlerin ilginç bir yanı var, ne de oyuncular onlara ayrı bir derinlik katabiliyor.

Testere serisi bence ilk filmin çarpıcılığını bir daha asla yakalayamadı. Bu film de bütçesine göre fena gişe yapmadığına göre devamı da gelebilir ama iz bırakacak bir yapım olmayacak.

 

Run Hide Fight (Koş Saklan Dövüş):

Bir lisede, arkadaşlarını ve öğretmenlerini rehin alıp, bir kısmını da gözlerini kırpmadan öldüren bir grup genç ve rehin alınmaktan bir tesadüf sonucu kurtulan bir başka öğrencinin tek başına onlarla mücadelesini anlatan bir yapım. Filmle ilgili yorumlarda hep Die Hard (Zor Ölüm) benzetmesi yapılmıştı. İzleyince görüyorsunuz ki, bu benzetmeden kaçmak pek mümkün değilmiş gerçekten. Olayın geçtiği mekân bir gökdelen değil, bir okul burada. Bir de karakterler çok daha genç tabii. Hikâyeye ve aksiyona kendinizi kaptırıp izlerseniz hiç fena gitmiyor aslında ama özellikle kötü karakterler ilk akla gelen uyumsuz öğrenci klişelerine uygun çizilmiş. Motivasyonları da yetersiz. Benzer şekilde, herkesin bu olayı sosyal medyadan izlemek istemesi üzerine kurulan sosyal medya eleştirisini de çok gördük. Hepsinin üzerine bir de annenin kaybı ile yüzleşme çabası eklenince, biraz fazla olmuş. Mesaj olarak, şiddete şiddetle karşılık vermenin onaylanması, hatta diyalog yönteminin baştan alay konusu yapılması da pek hoşuma gitmedi doğrusu.

Tüm filmi sürükleyen genç oyuncu Isabel May, filmin önemli kozlarından. Altı çok dolu olmayan karakterini inandırıcı kılmayı başarmış. Doğru projeler yakalayabilirse, bir Jennifer Lawrence olma potansiyeli gördüm.

Filmin en büyük gizemi ise, geçen yıl Venedik Film Festivali'nde gösterilmiş olması. Tamam, yarışma dışı bölümdeymiş ama yine de Venedik için kalibresi düşük bir film. Biraz da geçen sene, pandemi dönemindeki film yokluğundan olmuş sanki.

 

The 100 Candles Game (Şeytan Oyunu):

Bir grup arkadaşın, gizemli bir evde, gizemli bir oyun olarak birbirlerine korku hikayeleri anlatmaları üzerinden gelişen bir yapım. Her korku hikayesi, farklı yönetmenler tarafından çekilmiş bir kısa film aslında. Düşük bütçeli bir korku filmi antolojisi olarak, eh işte fena değil diyebileceğim bir yapım. Bu tip filmlerde hep olduğu gibi hikayeler eşit düzeyde değiller. Bazıları iyi, bazıları kötü. Tüm hikayeleri bağlayan ana çatının zayıf olması bir dezavantaj. Genel olarak çocukları ana karakter olarak kullanan hikayeler daha iyiydi diyebilirim. En sevdiklerim, çocukları yiyen cadı hikayesi ve şeytan çıkarma hikayesi idi sanırım. Mini spoiler: Hikayelerin neredeyse hepsi, seyirciyi şaşırtmak ve iyi sandığı karakterin kötü, bazen de kötü sandığı karakterin iyi çıkması ile bitecek şekilde kurulmuştu.

Filme dair şöyle çok tuhaf bir durum da vardı. Her yerde Türkçe dublajla vizyona girdiği için (en azından Ankara'da öyleydi), mecburen o şekilde izledim. Filmin orijinali İngilizce imiş. Fakat öykülerden biri İspanyolcaydı ve fakat dublaj ve çeviri yapanlar, o bölümü tamamen İspanyolca olarak bırakmışlar, altyazı falan da koymamışlar! Üstelik geveze bölümlerden biriydi o. Bir kadının diri diri gömülüyor olması dışında, nedendir niçindir hiçbir şey anlamadım.

 

Yıldönümü:

Madem ilk haftasında filmi izleyen 110 kişiden biriyim, o halde neden yorum yapıyorum?

Bir kadının evde evlilik yıldönümleri için yemek hazırlamasını anlatan ve finaldeki sürprizi daha ilk 10-15 dakikada açık eden bir film. Zaten bir kısa film olsa, çok daha iyi olurmuş. Filmin süresini 85 dakikaya çıkartmak için, aynı şeyleri defalarca tekrarlamışlar, tam anladım derken, bir daha, bir daha, bir daha…

Peki, filmden elimizde kalan ne? Histerik ve kıskanç bir kadının, melek gibi kocasına hayatı zehir etmesi ve... Neyse, çok az kişi izleyecek aslında ama yine de spoiler vermemiş olayım.

Ama yine de filmin akıllara zarar romantik diyaloglarından örnekler vermeden geçmeyeyim:

- En sevdiğim yanım ne biliyor musun? Senin yanın.
- Tüh, evde unutmuşum. Neyi? Kalbimin yarısını.

 

Ankara’dan Etkinlikler:

Eylül itibarıyla Ankara’da akşamları epey serin olmaya başladı. Belki de bu nedenle açık hava gösterimleri azalmış gözüküyor. Umarım önümüzdeki haftalarda, kültür merkezlerinin ve elçiliklerin film gösterimleri yavaş yavaş başlar. Haftanın programı şu şekilde:

Mülkiyeliler Birliği açık hava gösterimleri:
5 Eylül Pazar: Merhaba Canım

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar