NOE’DEN BİR YAŞLILIK VE ÖLÜM HİKAYESİ VE VİZYON TURU
Yaz aylarına girmeden önce, son festivalimize hazırlanırken, vizyona da yine 9-10 filmle devam etmekteyiz. Son haftaların, bambaşka seyirci kitlelerine hitap etse de iyi seyirci çeken, başarılı filmleriyle başlayıp, kötülere doğru ilerleyelim ve son yılların en kötü filmiyle yazımızı bitirelim.
Vortex:
Yaşlanmakta olan, giderek ölüme yaklaşan iki insanın hikayesini anlattığı bu filmiyle Gaspar Noé’nin bu kadar dipten ve derinden vurmasını beklemiyordum doğrusu. Açıkçası, seyirciyi provoke eden, üzerine üzerine gelen filmlerinden de etkilenmekle beraber, favori filmlerim arasına girmiyordu. Vortex, girecek gibi. Yaşlılık ve ölüm üzerine belki çok yeni şeyler söylemiyor ama çok etkili. Diğer filmlerinin aksine fazlasıyla doğal, ama o doğallığın içinden gelen bir acımasızlığı var. Yine çok karanlık, ama bu sefer, hepimizin yaşayacağı bir karanlık. Lvx Æterna'da denediği sahne bölme olayını yine kullanıyor. Bu tarz, filmin anlatısına çok uymuş ama. Aynı evde yaşayan, yaşlanan iki kişiyi anlatırken, perdeyi bölerek, "birlikte ama yalnız, iki yabancıyız" diyor sanki.
Dario Argento'dan da bu kadar iyi oynamasını beklemezdim. Üstelik kendi filmlerinde genelde abartılı oyunculuklar kullanırken, burada kendisi çok dengeli bir performans sunmuş. Oyuncu olarak anne-baba-çocuktan oluşan üç sacayağı da çok iyi zaten.
Muhtemelen, yıllar geçtikçe, her izlemede farklı hisler uyandıracak filmlerden olacak. Gençlerin ağırlıkta olduğu, bir salonda izledim. Onlar da çok etkilenmiş gözüküyorlardı ama eminim bendeki etkisi daha farklıdır, benden 20 yaş büyük bir seyircide daha da farklı olmuştur.
Yalnız, filmin geçen sene Cannes'da ana yarışmada olmaması da çok ilginçmiş. Evet, Vortex’den daha iyi filmler vardı belki ama ana yarışmada Flag Day, Restless, Three Floors gibi vasat filmler varken, Vortex’in olmaması anlaşılır gibi değil.
Jujutsu Kaisen 0: The Movie:
Son dönem, bazı anime filmlerin sinemalarda gösterime girmesi güzel oldu. Seri olarak izlemeye vakit ayıramadığım yapımların, en azından filmlerini izleme fırsatı buluyorum. Umarım seyirci olarak karşılığını bulurlar da, devam ederler. Gösterime giren animeler içinde, en çok izlenen de bu olacak sanırım. Ben geçen hafta izlediğimde salon gayet doluydu. Hatta ilk niyetlendiğimde, çok dolu diye başka filme girmeye karar vermiştim. Bu hafta sonu da öyle olduğunu gözlemledim. Serinin epey meraklısı var anlaşılan. Bu filmlerin hikayeleri bazen doğrudan diziye bağlı oldukları için anlaması zor oluyor ama burada öyle bir sorun da yok. Anime serisinin öncesini anlattığı için karakterleri burada tanıyor gibiyiz. Zaten bir kısmı da ilk kez burada karşımıza çıkmış sanırım.
Lanetli yaratıklarla kapışmak için eğitilen öğrencilerin olduğu bir okuldayız. Okulun yeni öğrencisi Yuta, çocukluğundan beri onunla olan lanetli ruh Rika'ya nasıl hâkim olacağını öğrenmek zorunda. Bir animeden bekleyebileceğimiz üzere, aksiyon, şiddet ve kan dozu epey yüksek (Ülkemizde 16+ sınırı almış ki, haklı bence. Gerçi Amerika'da nasıl olduysa PG-13 almış). Ama duygusallık dozu da yüksek. Yuta ve Rika'nın çocukluklarına dayanan hikayeleri, insanın içine dokunmayı başarıyor. Kurduğu evren içine çekmeyi de başardığı için başka filmde olsa, nasıl yani diyeceğiniz bazı şeyleri de kabulleniyorsunuz (mesela konuşan dev panda). Ben genel olarak gayet beğendim ama bu tarzı sevmiyorsanız, eziyet olabilir.
Bu arada jenerik sonrası sahne var notunu düşeyim. Kalabalık denebilecek bir salonda izlediğimi söylemiştim ama son sahneye, iki kişi kaldık.
Firestarter (Tepki):
Stephen King’in romanından uyarlanan bu filmin ilk versiyonunu 80’lerde izlemiştik. O filmi Drew Barrymore dışında çok az hatırlıyorum. Beyin gücüyle ateşe hükmedebilen küçük bir kızın hikayesini anlatan filmde, başrolde o vardı. Onunla karşılaştırmayayım ama yeni film bu haliyle, Unofficial X-Men Origins ya da New Mutants gibi duruyor. Onların da kötü bir örneği. Yönetmen ve senaryo yazarları, ilginç olabilecek karakterleri iyi kullanamamış, heyecan da yaratamamış. Başrolde Ryan Kiera Armstrong fena değil ama diğer oyuncular, bitse de gitsek diyerek oynamış gibi. Biz de öyle izledik zaten.
Filmle ilgili en ilginç şey, bir ara yönetmen olarak Fatih Akın'ın adının geçmesi idi. Onun versiyonunu izlemek isterdim ama filmi ne kadar toparlayabilirdi emin değilim. Tarzının çok dışında ama en azından daha iyi gerilim yaratabileceğini düşünüyorum. Belli ki Akın'ın Hollywood'a gitme isteği var. Fena da olmaz ama mümkünse kendisine daha uygun ve serbest hareket edebileceği bir proje bulsun. Yoksa, sıradan stüdyo filmleri arasında kaybolur gider.
Kurtuluş Hattı:
Son haftaların yerli film vizyonu çoğunlukla, bu hikâyeden daha iyi film çıkarmış yahu, kaçırılmış bir fırsat dediğim filmlerden oluşuyor. Kurtuluş Savaşı döneminden bir kesiti anlatan bu film, tam da öyle. Yine, seyircinin duygularını coşturalım isteğine yenik düşmüş. Bu tarz filmlerde, belli ölçülerde hamaset ve duygusallık olabileceğini kabul ediyorum ama abartınca, filmi fazlasıyla boğuyor. Halbuki bu karakterlerden ve hikâyeden, merakla izlenen, heyecanlı bir casus filmi çıkarmış. Kurtuluş Savaşı döneminde, gizli bir telgraf hattı kurulmasını anlatan bu filmde, perdede gördüğümüz neredeyse tüm karakterlerin çift taraflı çalışıyor olması ve hepsinin en az bir sırrı olması, güzel bir malzeme sunuyor aslında. Ama iyi kullanılamamış. Bazısı çok erken deşifre ediliyor, bazısı yeterince inandırıcı değil.
Mini spoilerımsı örnek: Kadın karakterlerden biri, bir sahnede neredeyse tüm işgal devleti ordularını sıra dayağından geçiriyor. İyi, güzel de bunun için bir altyapı kurmayınca, o kadar askeri dövebilmiş olması inandırıcı olamıyor.
Çok yakın aralıklarla iki filmde birden Mehmet Akif'i ana karakterlerden biri olarak görmek de ilginçti. Demek ki, orada bir eksiklik var. Keşke o da, daha iyi kullanılabilseydi.
Mefruh: Vahşeti Cin:
Geldik, son yılların en kötü filmine. Çok fazla kötü film izliyoruz, alışkınız ama bu film için kötü demek bile zor. Başka bir sıfat bulunması lazım. Ya da kötü sıfatı dursun, film demeyelim. O daha iyi. İzlediğimiz şeyin, bir film olabilmek için yeterli özellikleri taşıdığını söylemek çok zor.
Tüm filmi anlatacağım izninizle. Yaklaşık bir saat süren filmin, ilk yarım saatinde, bir evin oturma odasında, neredeyse hiç hareket etmeyen bir kameradan, 4 arkadaşın, lanetli köye gidelim mi ve Youtube kanalımızın adı ne olsun muhabbetini izliyoruz.
Devam eden 10 dakika: Köye giderken, arabanın camından manzaralar.
Devam eden 10 dakika: Köy kahvesinde yaşlı amcadan, lanetli köyün hikayesini dinleme (zaten filmin genelinde ses kötü ama bu kısımda, zerre kadar anlaşılmıyor).
Devam eden 10 dakika: Lanetli köydeki eve giriş, ekipten birinin dışarı çıkıp, kapıyı içeridekilerin üzerine kilitlemesi.
Spoiler'lı dev final: "Bir daha kendilerinden haber alınamadı" yazısı.
Son jenerik müziği: John Carpenter'ın Halloween müziği.
Bu kadar amatörce çekilmiş bir filmin, salonlarda kendisine yer bulabilmiş olması, başlı başına gizemli dururken, vizyondaki ilk haftasında 1.127 kişi izlemiş. 43 salonda vizyona girebilen film, ikinci haftasında 2 salona düşmüş. Seyirci sayısı çok artmayacaktır ama bu haliyle bile festivallerde ödül almış, adı duyulmuş, Kerr, Flaşbellek, Dirlik Düzenlik, Anadolu Leoparı ve Yaramaz Çocuklar gibi bazı yerli yapımlardan daha çok izlenmiş. O filmlerin 20 civarında salonda kendisine yer bulabilmesi de, bir şekilde seyirciyi sinemaya çekememe nedenleri de tartışılmalı.
Ankara’dan Etkinlikler:
Birkaç hafta aradan sonra bu bölüme geri dönelim. 25.si düzenlenecek olan Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali yaklaşıyor. 26 Mayıs-5 Haziran tarihleri arasında düzenlenecek olan festivalin, bu yılki programı gayet sağlam görünüyor. Bu yılki gösterimler, Kızılay Büyülü Fener Sineması’nda ve Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde olacak. Biletler de satışa çıkmış durumda. Daha önce izlediğim filmler arasından kısa bir öneri listesini burada da paylaşayım:
Kaçırmayın:
Oyun Alanı (Un Monde)
The Souvenir: Part 1
İzleyin:
Alcarràs
Medusa
Hiçbir Şey Bilmediğimiz Bir Gece
Zuhal
Beynimiz Yıkanmış (Brainwashed)
Kadın Hamlet
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN