KLASİK DÖNEM AMERİKAN FİLMLERİNDEN BİR DEMET
Sinemaların resmen açılmasını beklerken, salonlarda film izleme sırası İstanbullu seyircilerde. İstanbul Film Festivali’nin salon gösterimlerinin başladığı bu haftada, biz Ankaralı seyirciler, yeniden evlerimizdeki küçük ekranlara döndük. Bu hafta, MUBİ’den Pazar gecesi itibarı ile ayrılacak olan bir grup Amerikan filmini izleme fırsatı buldum. Her ne kadar, bu yazı yayımlandığında filmleri izlemek için fazla vaktiniz olmayacak olsa da, bu haftaki yazımı bu filmlere ayırmaya karar verdim. Filmlerin bir kısmı “public domain” olduğu, yani üzerlerinde bir telif hakkı olmadığı için, yasal yollardan da kolayla ulaşılabilecek filmler.
Carnival of Souls (Ruhlar Karnavalı)-1962:
Herk Harvey’nin bu tek uzun metrajlı filminin adını uzun zamandır duyardım ama izlemek bugüne kısmetmiş. Genç bir kadının, bir trafik kazasından kurtulduktan sonra, yeni taşındığı şehirde, korkutucu bir adamın sürekli kendisini takip etmesi üzerinden ilerleyen bir hikâye anlatıyor. Ancak bu adamı, kendisi dışında başka kimse görmüyor. Filmi izlediğiniz zaman, neden adından sıkça söz ettiren filmlerden biri olduğunu anlayabiliyorsunuz. Kendisinden sonra gelen hayalet filmlerini çok etkilemiş. Bir anda pencerede, aynada ya da bodrum katında beliren gizemli bir figür, bugün hemen hemen her korku filminde karşımıza çıkan bir unsur. Üstelik Herk Harvey bunu seyirciyi bir anda olduğu yerde zıplatacak bir şekilde de değil, tekinsizliği, ilgili sahnelerin tümüne yayarak gerçekleştirmiş.
Filmin finalinde de bugün çok kullanılan bir sürpriz var. Açık etmeyeceğim ama günümüzde izlediğinizde, finalin nereye bağlanacağını tahmin etmeniz çok kolay. Ancak 1962 yılı için oldukça yenilikçi olduğunu söyleyebiliriz. Bu filmin sadece korku filmi yönetmenlerini etkilediğini söylemek yanlış olur. Örneğin, Christian Petzold da Yella filminde, belli ki bu filmden çok esinlenmiş, hatta neredeyse yeniden çevrimini yapmış. Özellikle korku filmi sevenlerden, benim gibi izlemeyenler varsa, kesinlikle öneriyorum.
A Bucket of Blood-1959:
B-filmlerinin unutulmaz yönetmeni diyebileceğimiz Roger Corman bu filminde bir korku-komediye imza atmış. Çoğu filminde olduğu gibi bunu da çok kısa bir sürede çekmiş (kaynaklara göre, 5 gün). Büyük ihtimalle o dönem çok övülen bazı sanatçıların, bu övgüleri hak etmediğini düşünmüş, kendisinin de kıyıda köşede kalmasına biraz içerlemiş. Filmimiz, sanatçı olma isteğiyle yanıp tutuşan ama gayet yeteneksiz bir adam olan Walter Paisley’nin hikayesini anlatıyor. Sanatçıların uğrak yeri olan bir kafede garsonluk yapan Walter, bir gün yanlışlıkla ev sahibinin kedisini öldürüyor ve onu ortadan kaybetmek için heykel haline getiriyor. Bu heykel büyük beğeni kazanınca, aynı şeyi insanlara da yapmaya başlıyor.
Elbette düşük bütçesinin ve hızlı çekim koşullarının olumsuz etkisi hissediliyor ama Walter’ın katilken, büyük bir sanatçı olarak kabul görmesi ve klişe sanatçı tiplemesine bürünmesi, çok çekingen bir adamken bir anda kadınların ilgisini üzerinde toplaması gibi gelişmeler filmin dikkat çekici tarafları. Bu temalarla, son yılların çok sevilen filmi Square ile benzerlik de kurulabilir. Ayrıca Corman bazı sahnelerde, başarılı ışık-gölge oyunları yapmayı da başarmış.
The Strange Love of Martha Ivers (Martha Ivers’ın Aşkı)-1946:
Bu yazıdaki filmler içinde beni olumlu anlamda en fazla şaşırtan film. Adı çok fazla duyulmamış, günümüzde biraz unutulmuş bir kara-film. En iyi kara-film listelerinde de pek adını görmeyiz ama en iyilerden olmasa da hemen altındaki kategoride yer alabilecek bir yapımmış.
Filmimiz, zengin ve otoriter teyzesinin baskınından bunalan Martha, onun sokaklarda takılan en yakın arkadaşı Sam ve büyümüş de küçülmüş, uslu çocuk kategorisinden Walter’ın çocukluklarında ortak olarak paylaştıkları bir sır üzerinden açılıyor. Yıllar sonra Martha ve Walter evlenmişler ve çok başarılı olmuşlar, Sam ise doğup büyüdüğü şehre, kumarbazlıkla hayatını kazanmaya çalışan bir adam olarak geri dönmüş. Burada denkleme bir de hapisten yeni çıkan Toni adında genç ve güzel bir kadın dahil oluyor.
Filmin başarısı, bu dört kişinin karakterlerini çok boyutlu olarak çizebilmesinde. Özellikle Çifte Tazminat ile türe damgasını vurmuş Barbara Stanwyck ve Lizabeth Scott, masum kadın ile femme-fatale arasında gidip gelen bir performans sunarak, dönemin tek boyutlu karakterlerinin dışına çıkıyorlar. Van Heflin’in canlandırdığı Sam için, filmin en klişe karakteri diyebiliriz. Tüm kadınların görür görmez hayran olduğu, serseri ama şeytan tüyü olan karakter. Oyuncu kadrosuna baktığımızda, bu karakteri Kirk Douglas’ın oynaması beklenirdi. Ama bu film, Kirk Douglas’ın ilk oyunculuk denemesi olduğu için kendisine Walter karakteri düşmüş, hatta orijinal afişte, resmi bile kullanılmamış. Ama kariyerinde başarılı olsa da kendisine güvensiz, tümüyle karısının boyunduruğu altındaki bu karakterde, Kirk Douglas, iyi bir oyuncu olduğunu göstermiş.
Filmin evlilik kurumuna bakışının da dönemi için epey karanlık olduğu söylenebilir. Final farklı yerlere gidiyor ama birbirini aslında hiç sevmeyen iki karakterin evliliği ile bu filmden Gone Girl’e giden bir köprü bile kurulabilir.
The Bigamist-1953:
Ida Lupino, Hollywood’da stüdyo sistemi döneminde oyuncu olarak yola çıkıp, tanınan bir oyuncu haline geldikten sonra, yönetmenliğe de el atan az sayıda kadından biri. Döneminde o kadar ön plana çıkmamıştır belki ama bugün sinema tarihindeki kadın yönetmenler bahsi geçtiğinde, hep adı anılır.
Lupino’yu suç dünyasında geçen kara filmleri ile tanımıştım kendi adıma. Bu daha romantik bir filmi. Lupino bu filminde, iki kadın ile aynı anda evli olan bir erkeği anlatıyor. Her ne kadar, hikâye çoğunlukla erkeği aklayan bir tarafa doğru ilerlese de filmin büyük çoğunluğunun erkek karakterin anlattığı bir flashback’ten oluştuğunu düşünürsek, ona ne kadar güvenebileceğimizi de sorgulayabiliriz. Aslında film bu konuda aklımıza bir şüphe düşürmüyor ama en azından iki kadının da hayatlarında bir erkek olmadan, bağımsız bir şekilde hayatlarına devam edebilecekleri hissini de veriyor. 1953 yılında, en fazla bu kadarı yapılabilmiş sanırım.
Filmle ilgili, ilginç bir detay da, aynı adamla evli, iki kadını canlandıran Ida Lupino ve Joan Fontaine’in gerçek hayatta da aynı adamla evlenmiş olmaları, üstelik bu adamın filmin yapımcısı ve Lupino ile beraber senaryo yazarı da olan Collier Young olması. Lupino açısından, eski kocasının yapımcılığında ve onunla beraber senaryo yazarak bir film çekmek, üstelik başrollere de kendisi ile birlikte, eski kocasının yeni karısını koymak bir meydan okuma olarak görülebilir.
The Last Man on Earth (Hepimiz Vampiriz)-1964:
Herkesin vampire dönüştüğü bomboş bir dünyada tek sağ kalan insan. Will Smith’in başrolde olduğu, I Am Legend mı geldi aklınıza? Doğru adres. O filmin uyarlandığı romanın, ilk uyarlaması karşımızdaki. Dünyada tek kalan insan Vincent Price, savaştığı yaratıklar da vampir-zombi karışımı birtakım yaratıklar.
Hoş bir B-sınıfı, fantastik film demek mümkün ama bugün pandemi ile yaşadığımız dünyamızda bu filmi izlemek epey ilginç oldu. Neden? Filmdeki hastalık bir virüs ile yayılıyor. Virüs muhtemelen hava yolu ile insanlara bulaşabiliyor. Dünyadaki tüm bilim insanları bu virüs için aşı üretmeye çalışıyorlar. Bu arada hükümetler de virüsün yayılmasını engellemek için sert tedbirler alıyorlar. Hatta filmin ilerleyen kısımlarında bu virüsün ilk kez bir yarasadan bulaştığı söyleniyor. Hayat mı sinemayı, sinema mı hayatı taklit ediyor denir ya, bu yönleriyle tam da öyle bir film.
Bir Amerikan-İtalyan ortak yapımı olarak, boş sokaklar için İtalya’da çekimler yapılmış. Zaten Vincent Price dışındaki tüm kadro da İtalyan. Price’ın tek başına olduğu sahneler gerçekten etkileyici. Ancak yaratıkların saldırdığı bölümler bugünden bakınca, ister istemek komik duruyor. Türü sevenlere diyelim.
And Then There Were None (Müthiş Şüphe: On Küçük Zenci)-1945:
René Clair’in Agatha Christie’nin meşhur romanından uyarladığı bir film. Türkçe’de o dönem On Küçük Zenci adıyla yayımlandığı için, filmin Türkçe adı da aynı şekilde çevrilmiş. Pek çok ülkede de benzer şekilde kullanışmış zaten. Film, bir adaya hiçbirinin tanımadığı gizemli bir adam tarafından çağırılan 10 kişiyi anlatıyor. Bu 10 kişi de geçmişlerinde bazı olaylara karışmış ve doğrudan ya da dolaylı yollarla başkalarının ölümlerine neden olmuş. Tahmin edilebileceği gibi, bu 10 kişi adadaki ilk gecelerinden itibaren birer birer ölmeye başlıyorlar ve katilin kim olduğunu bulmaya çalışıyorlar. Klasik bir Agatha Christie romanında olduğu gibi, yeni deliller ortaya çıktıkça şüpheliler sürekli yer değiştiriyor, biz de filmin sonuna kadar merakla izliyoruz. Açıkçası, bu merak unsurunu ayakta tutmaktaki başarısı dışında, filmin çok iyi olduğunu söylemek zor. Bu başarı da romanı okumuş olanlar için çok bir şey ifade etmiyor. Yine de filmin, romandan biraz daha umutlu noktalandığını belirtmiş olalım.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN