SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ-OCAK SEÇKİSİ: BÖLÜM 1

17 Ocak 2021 Pazar 21:03
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN


Sinemalar kapalıyken, film izleme deneyimlerimiz evlerimizdeki ekranlardan devam ediyor. Geçen ay üst üste gelen online festivaller, bu ay hızını biraz azalttı ama İstanbul Film Festivali bizi filmsiz bırakmamaya kararlı. Ocak ayında, 15 filmlik bir seçki ile karşımıza çıktı. Bu kez Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri birer film olmak üzere haftada üç filmi gösterime açıyorlar. Filmlerin 5’er gün gösterimde kaldığını da hatırlatalım. Bu hafta, bazılarını önceden izlediğim, ilk iki haftanın filmlerine bir göz atalım. Önümüzdeki haftalarda, bir ya da iki bölüm daha yaparız.

85 Yazı (Eté 85):
Aslında François Ozon’un bu yeni filmini, sinemaların açık olduğu aylarda, beyazperdede izlemiştim. Dönüp bakınca, filmin iyiliği, kötülüğü bir yana, iyi ki sinema perdesinde izledim diyorum. Adından anlaşılabileceği gibi, 1985 yazında geçen film, iki genç erkeğin aşk hikayesi üzerinden gelişiyor. Ozon'un en iyi filmlerinden biri değil belki ama yine de sevdiğim, keyifle izlediğim bir film oldu. Biraz bildik bir ilk gençlik ve aşk hikayesi ama yer yer Ozon'un oyunbaz tarafını da hissetmek mümkün. İzlerken, filmin finalini baştan açık etmesinin büyük risk olduğunu düşünmüştüm ama aslında o finale nasıl gittiğimiz daha önemli demiş oluyor. Bir yandan da filmin hikâye anlatıcılığı ile kurduğu ilişkiyi de sevdim. Tüm filmi karakterlerden birinin anlatımıyla ve bakış açısıyla izliyoruz ki, aslında bizim bakış açımız da onun hatırladıkları, onun tercihleri ile sınırlı. Hatta bir sahnede hınzırca, “bunu merak ediyorsunuz ama size göstermeyeceğim” bile diyebiliyor. 
Ozon, hikâye anlatıcılığı meselesini, Dans la maison (Evde) filminde çok daha iyi işlemişti belki ama burada da filme ayrı bir boyut katmayı başarıyor. Ozon, 85 yazında 17 yaşındaymış. Film bir roman uyarlaması belki ama atmosferiyle, bazı detaylarla mutlaka kendi gençliğinden de izler koymuştur. Bizi de o günlere götürebiliyor doğrusu.

Çirkin Masallar (Favolacce):
Bu filmi de aslında yine haftalar önce Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası’nda izlemiş ve burada yorumlamıştım. Düşüncelerim değişir mi diye tekrar izledim ama pek değişmedi. O halde, bütünlüğü bozmamak adına, o zamanki yorumumu tekrar alıyorum:
Bu sene Berlin’de senaryo ödülü almasıyla öne çıkan bu film, seçkinin de en merak ettiğim filmlerinden biriydi. İzlemem biraz maceralı oldu ama beklentimi tam olarak karşıladığını söylemeyeceğim. Film, İtalya’nın banliyö mahallelerinden birinde yaşayan insanlar üzerinden kimi hikayeler anlatıyor. Çoğunun ana karakterleri de yeni ergenler ve gençler. Bunların baskıcı ya da umursamaz anne-babaları, öğretmenleri vs. de hikayelerin diğer karakterleri. Filmin, yer yer çok iyi sahneleri var. Özellikle çocukların cinsellik merakı ile ilgili kısımlar iyi işlenmiş. Aileleri ile olan ilişkileri de öyle. Fakat toplamda tatmin edici bir sonuca ulaştığını söyleyemiyorum. Özellikle finalde yaptığı hamlenin altını daha fazla doldurabilirdi diye düşünüyorum. Yine de kurduğu dünya, yönetmen D'Innocenzo kardeşlerin sonraki filmleri merak etmemiz için bir kapı aralıyor.

Fotoğrafı Göster: Jim Marshall’ın Hikâyesi (Show Me the Picture: The Story of Jim Marshall):
Hayran olduğumuz sanatçıların bazılarının fotoğrafları da zihnimizin bir köşesinde, ona ait imgeler arasında yer alır ama özel bir ilgimiz yoksa, genellikle o fotoğrafları kimin çektiği ile pek fazla ilgilenmeyiz. İşte Jim Marshall da o fotoğrafçılardan biri. Bu film de onun hayatını anlatan bir belgesel. Jim Marshall, genellikle ünlü müzisyenlerin konserlerinde ve sahne arkalarında, bazıları ikonik hale dönüşmüş fotoğraflarını çekmiş. Hendrix’den Beatles’a, Dylan’dan Cash’e pek çok müzisyenin halen hatırladığımız fotoğraflarını çekerken, onlarla yakın ilişkiler de kurmuş, en önemlisi güvenlerini kazanmış. Ancak 60’lar ve 70’ler sonrası uyuşturucu ve alkol problemleri ile şiddete olan yatkınlığı, sektördeki yerini sarsmış ve ilerleyen yıllarda, çok istese de o eski günlerine dönememiş. Ama bunda sistemin farklı bir noktaya doğru ilerlemesinin, stüdyoların en ufak ayrıntıları bile kontrol etme çabasının payı da büyük. Marshall’ın spontane olarak çektiği fotoğrafların, sistemde çok fazla yeri kalmamış, her türlü fotoğraf çekimi, planlanarak yapılır olmuş.
Filmin Jim Marshall’ı tanımamıza vesile olmasını bir kenara bırakıp, belgesel olarak değerine bakarsak aslında karşımızda klasik bir yapı var. Marshall’ın arşiv kayıtları, arkadaşları ile yapılan söyleşiler, mesleğindeki önemini vurgulamak için ondan sonraki dönemdeki fotoğrafçılar ile söyleşiler ve elbette çektiği fotoğraflar, filmin omurgasını oluşturuyor. Bu anlamda, sinemasal anlamda özel bir film değil ama konu ilginizi çektiyse, film de tatmin edecektir.

Umudun Dili (Persian Lessons):
İkinci Dünya Savaşı sırasında, bir toplama kampında, hayatını kurtarabilmek için İranlı olduğunu söyleyen bir adamın hikayesi. Kimi etkileyici sahneleri olsa da izlediğimiz onlarca toplama kampı filmine yeni bir şey katmıyor, farklı bir bakış açısı getirmiyor. En büyük sıkıntısı, hikâyenin çıkış noktasının bir türlü inandırıcı olamaması. Bir insanın, o şartlarda, sıfırdan hiç bilmediği bir dil uydurması, uydurduğu kelimeleri ve gramer kurallarını çok ufak bir istisna dışında hiç şaşırmaması için ya keşfedilmemiş bir dâhi ya da dilbilim profesörü falan olması lazım. Üstelik bunu inandırdığı kişi de hiç öyle şapşal bir nazi subayı olarak çizilmemiş. Gayet akıllı ve kültürlü bir karakter. Karşı taraf bir dil uydurmayı başarmış olsa bile, tutarsızlıkların farkına varması gerekirdi diye düşünüyorsunuz. Konunun, gerçek olaylardan alındığı söyleniyor. Olabilir ama farklı örneklere bakınca, o gerçek olayların filme aktarılırken ne kadar değişebildiğini de biliyoruz. 
Film teknik açıdan fena değil aslında. Nahuel Pérez Biscayart ve Lars Eidinger de iyi oyuncular. Burada da ellerinden geleni yapıyorlar ama konu tatmin edici olmayınca, film de benzerleri arasında kayboluyor.

Jumbo:
Bu hafta bahsedeceğim filmlerin en ilginci. Annesiyle birlikte yaşayan, çevresi ile rahat bir ilişki kuramayan ve içe kapanık bir genç kadın olan Jeanne, o güne kadar romantik bir ilişki de yaşamamıştır. Günün birinde, çalıştığı lunaparkta aşkı bulur. Peki bunun nesi ilginç? Çünkü Jeanne, lunaparktaki aletlerden birine âşık olmuştur. Cansız bir nesneye duyulan aşk hissinin mümkün olabildiğini biliyoruz. Bu filmin başında da gerçek olaylardan esinlenilmiştir ibaresi var zaten. Ancak, Umudun Dili’nin aksine, bu ibare filmin başında olmasa da inandırıcı olmayı başarıyor. Filmin en önemli başarısı da bu zaten. Bir çoğumuz için inandırıcı gelmeyecek bir durumu doğal kılmayı ve ana karakterini komik duruma düşürmemeyi başarıyor. Bunda yönetmen Zoé Wittock kadar, Jeanne rolünde Noémie Merlant’ın da payı var. Özellikle ana karakterimizin, lunaparktaki cihazla yalnız kaldığı sahnelerdeki görüntü yönetimini de filmin artıları arasına yazmalıyız.
Filmin eksileri ise başka filmleri fena halde çağrıştırdığı anlar. Özellikle makine ile yaşanan bir cinsel birliktelik sahnesi var ki, doğrudan Under the Skin filminden alınıp buraya konulmuş gibi. Yine görsel olarak başarılı ama başka bir çözüm bulunabilirdi. Ayrıca filmin finalinin de tüm sorunların çözüldüğü, son derece güvenli sulara doğru kaydığını söylemek lazım. Olayların mutlu sona doğru gitmesinde katalizör etkisi gösteren annenin erkek arkadaşı ise filmin en inandırıcı olmayan karakteriydi. Olumsuz noktalarına karşın, yine de izlemeye değer bir film olarak anabiliyorum.

Merkez Üssü (Epicentro):
Her ne kadar filmin özetinde, Küba tarihinin son 100 yılına odaklandığı belirtilse de karşımızda Küba’nın tarihini anlatan bir belgesel yok. Filmin ilk kısmında, 100 yıl önce Amerika’nın Küba’ya yardım adı altındaki ilk adımı atmasında, sinemanın ne kadar manipülatif bir rol oynadığı üzerinden anlatısını kuruyor. O yıllarda yeni gelişmekte olan bir sanat türü olan sinemanın, bu amaçla kullanılabileceğinin çözülmüş olması gerçekten ilginç. Bugünden bakınca çocuklar bile bunu görebiliyor belki ama günümüzde izlediğimiz pek çok görüntünün gerçekliğini de sorgulamamız gerektiğini düşündürüyor. Buradan hareketle bugün Küba’nın dünya genelindeki imajı da sorgulanıyor. Kimileri için erişilecek en iyi nokta ve bir ütopya olarak görülen Küba, kimileri için de tam tersi. Ama gerçek bu ikisinin arasında bir yerde duruyor ve film de bu iki tarafa da yaslanmıyor zaten. Bunun yanında film zaman zaman kendi gerçekliğini sorgulatan anlar da kuruyor ama bunlar çok kısıtlı. İzlerken, keşke daha fazla olsaydı diye düşündüm. Aslında, Küba’da da Avengers’ın hayranlıkla izlendiği anlar görüyoruz ama bunlar da çok anlık görüntüler olarak kalıyor.
Gerçeklik ve sinema arasında kurduğu bağlantılar dışında filmin büyük kısmı, Küba vatandaşları ile yapılan söyleşilerden oluşuyor. Özellikle çocuklara yapılan söyleşilerde, onları geleceğe dair bir umut olarak konumlasa da bu kısımlar, benzer belgesellerden çok da farklı değil. Neticede ilgi çekici anlar ve tartışmalar yaratsa da beklentimin biraz altında kalan bir film olduğunu söyleyebilirim.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar