FİLMLER, FİLMLER, FESTİVALLER
Sinemaların kapalı olduğu bu dönemde online festivaller ve etkinlikler, yine büyük bir hızla devam ediyor. Sokağa çıkma yasakları ile birlikte evlerde film izleme deneyimlerimiz tekrar artarken, sinemalarla buluşacağımız günleri de iple çekiyoruz. Bu hafta da geçtiğimiz günlerde izlediğim filmlerden bir seçki yapmaya çalıştım. Buyurunuz:
Ağlayan Kadın (La llorona):
Geçen yıl, Ağlayan Kadın efsanesi ile ilgili bir Hollywood filmi izlemiştik. Korku filmi türünün tüm unsurlarını kullanan, zaman zaman etkileyici anlar yaratsa da benzerlerinden öne çıkamayan bir filmdi. Aynı efsane, önceki filmi de sevdiğimiz Jayro Bustamante’nin elinde bambaşka bir anlam kazanmış. Filmde, Guatemala’da uzun yıllar süren iç savaş sonrası, işlediği suçlar nedeniyle yargılanmakta olan generalin hikayesini izliyoruz. Yavaş yavaş Alzheimer’a teslim olmakta olan general, birtakım sesler ve olmayan bir kadının ağlamasını duymaktadır. Bu sanrılar, eve yeni bir hizmetçinin gelmesi ile iyice artar ve ailenin diğer üyelerini de etkilemeye başlar. Duydukları hastalığının ve vicdanının ona oynadığı oyunlar mıdır, yoksa ortada gerçekten doğaüstü bir şeyler var mıdır?
Geçmişin günahları ile hesaplaşmaya çalışan karakterlerle ilgili çok fazla film izledik. Bu da onlardan biri aslında ama yönetmen korku sinemasının unsurlarını da işin içine sokarak, tekinsiz bir atmosfer yaratmayı başarmış. Filmin hikayesi dışında tüm teknik unsurları da çok iyi. Özellikle film boyunca artan dışardaki protesto sesleri, çok iyi kullanılmış. Politik sinema ile korku sinemasının çok başarılı ve yaratıcı bir birleşimi.
Vitalina Varela:
Yönetmen Pedro Costa’nın önceki filmlerini düşününce, bu filmine biraz korkarak yaklaştığımı itiraf etmeliyim. Çünkü, seyirciden gerçekten çaba isteyen filmlere imza atıyor. Bu da öyle bir film ama bir yandan da son derece etkileyici. Filmin adı ile başrol oyuncusunun adı aynı. Costa’nın önceki filminde de oynayan Vitalina Varela, yine yönetmenle birlikte, kendi anılarından yola çıkan ama kurmaca bir film yazmış. Film, kocası yıllardır Portekiz’de yaşayan, Cabo Verde’li bir kadının ancak onun ölümünden sonra Portekiz’e gitmesini ve onun yaşadığı evde kalmasını, dolaştığı sokaklarda dolaşmasını, hiç tanımadığı bu şehirde belki de hiç tanımadığı kocasının hayaleti ile konuşmalarını anlatıyor.
Pedro Costa, ölümün ve veda edememiş olmanın tüm ağırlığını barındıran, kasvetli bir atmosfer kurmuş. Yavaş temposu ve az sayıdaki diyalogları ile izleyiciden çaba gerektiren bir film ama o çabayı harcadığınızda, karşılığını da fazlasıyla veriyor. Filmin en büyük övgülerinden birini, görüntü yönetmeni Leonardo Simões’e göndermeliyiz. Karanlığın içindeki ışıklarla muhteşem kadrajlara imza atmış. Final dışında aydınlık bir sahne yok gibi. Tam da bu nedenle, filmi iyi bir görüntü sistemi ile izlemek önemli. Normal zamanlarda, festivalde projeksiyon sistemi karanlık olan salonlarda izlemek tam bir eziyet olabilirdi. Nitekim, Costa’nın önceki filmi Horse Money, öyle olmuştu. Evde izlerken de keşke daha kaliteli bir ekranda izleyebilseydim dediğimi söylemeliyim.
Kod Adı Curveball (Curveball):
Bu politik taşlama, Berlinale’de gösterildiğinde çok ilgimi çekmemişti ama eksikliklerine karşın, ele aldığı konuyla dikkat çekici bir filmmiş. Filmin gerçek olaylardan yola çıkan bir hikayesi var. 90’ların sonunda Almanya’da yaşayan Iraklı bir mülteci, Saddam’ın kitle imha silahlarını nasıl ürettiğini bildiğini ve kendisine Alman pasaportu ve gizlenebileceği bir ev verirlerse, bu bilgiyi vereceğini söylüyor. Başta kendisine inanılsa da kısa sürede yalan söylediği ortaya çıkıyor. Birkaç yıl sonra, 11 Eylül sonrasında, Irak’a saldırmak için bahane arayan Amerika ise bu adamı hatırlayarak, Saddam’ın kitle imha silahları var söyleminin önemli bir kısmını, onun ifadeleri üzerine kuruyor.
Yönetmen Johannes Naber, filminin ana karakterlerini bu adam ile konuşan Alman ve Amerikalı ajanlar üzerinden kuruyor ve onlar arasındaki ilişkilerden bir kara komedi çıkarıyor. Ama bir yandan da hem Almanya’nın, hem Amerika’nın çıkarları için yalan olduğunu gayet iyi bildikleri bir ifadeyi rahatlıkla kullanabildiklerini de gösteriyor. Gerçeği yeniden kurma meselesi üzerinden, onun kadar iyi olmasa da, Wag the Dog’u akla getiren bir film. Sinemasına biraz daha özenilmiş ve daha başarılı oyuncular ile çalışılmış olsa yılın dikkat çeken filmleri arasına girebilirdi.
Nefret Etme (Non Odiare):
Bu sene Venedik Film Festivali’nde gösterilen bu yapım, bir doktorun kendi vicdanı ile hesaplaşmasını anlatıyor. Alessandro Gassmann’ın canlandırdığı Simone isimli doktor, bir sabah tesadüfen bir araba kazasına şahit oluyor ve kaza geçiren kişiye yardım etmek isterken göğsündeki koskoca gamalı haç dövmesini görünce, sadece ambulans çağırmakla yetiniyor. Bunun sonuncuda da ilk yardım müdahalesi yapsa belki de kurtulabilecek olan adam, hayatını kaybediyor. Sonradan öğreniyoruz ki doktorumuzun babası da hayatının bir bölümünü toplama kampında geçirmiş bir Yahudi doktor. Üstelik orada, Nazi’leri tedavi etmek zorunda kalmış. Simone, yaşadığı bu olay sonrasında, hayatını kaybeden adamın ailesini buluyor ve kim olduğunu söylemeden onlara yardım etmeye çalışıyor ve olaylar gelişiyor.
Nefret Etme, iyi bir çıkış noktası yakalayan bir film olsa da giderek klişelere fazlaca teslim oluyor. Özellikle doktor ile hayatını kaybeden adamın kızı arasındaki romantik yakınlaşma, adamın oğlunun da bir neo-nazi olması ve doktorun filmin başındaki ikilemle bir kez daha karşılaşması, çok rahat tahmin edilebilir hikâye adımları. Doktorun da ölmüş olan kendi babası ile hesaplaşma aksı ise zaten çok iyi işlemiyor. Yine de karşımıza getirdiği etik soru ve Alessandro Gassmann ve Sara Serraiocco’nun oyunculukları, filmi izlenebilir bir noktaya getiriyor.
Veletler (Figli):
İzlediğim filmler içinde hangilerinden bahsedeyim diye düşünürken, arada bir tane de eğlencelik film koymalı dedim. Veletler de İtalyan Filmleri seçkisi içinde izlediğimiz bir yapımdı. Film, artık orta yaşlılık sınırlarına gelen bir çiftin, ikinci çocukları sonrasında hayatlarının ne kadar karıştığını anlatıyor. Aslında tipik bir söylem olarak, çocuklar olmadan çok iyiydik, ilk çocuktan sonra da fena değildik ama ikinciden sonra hayatımız alt üst oldu diyen bir film. Ama popüler kanaldan akan bir komedi olduğu için, aslında esprilerini genelde beklendik yerlerden kuruyor ve elbette aile kurumuna 1-2 fiske vursa da yine de neticede kutsal aile söyleminin çok da dışına çıkmıyor. Yarına kalacak bir film olmasa da eğlenceli ve keyifle izlenen bir yapım olduğunu söylemeliyim.
Film hakkında çok fazla konuşmaya gerek yok ama iki konunun dikkatimi çektiğini de eklemeliyim. Pandeminin başlarında, İtalya’daki durumun hızla kötüleşmesinin sebebinin, oradaki yaşlı nüfusun sayısının yüksekliği olduğu söyleniyordu. Pandemi öncesi çekilen bu filmde de yaşlı nüfus fazlalığı, mizah unsuru olarak kullanılmış epeyce. Bir de filmin bizim için dikkat çeken bir noktası var. Bir sahnede baş kadın karakterimize yanaşmaya çalışan erkek çok tanıdık geldi derken bir de baktım ki, Mehmet Günsür. Aslında rolü figüran diyebileceğimiz kadar az. Sadece iki sahnede görünüyor ve temel işlevi evlilikte bir tehdit unsuru olmak. Günsür bu kısacık rolde bile, üzerine yapılan personadan kurtulamamış doğrusu. Yakışıklı ve karizmatik çocuk. Hatta, jenerikte karakteri, “Tipo Simpatico” olarak geçiyor ki, sanırım kabaca “sempatik tip” olarak çevirebiliriz.
Kas (Muscle):
Gerard Johnson’ın bu filmi geçtiğimiz ayın İstanbul Film Festivali seçkisindeydi. Üzerinden biraz zaman geçti ama söz etmeden geçmeyelim. Kas, İngiliz sinemasının geleneklerinden gelen, iki erkeğin dostluğu ve bu dostluk çerçevesindeki ilişkilerinin giderek yer değiştirmesini anlatan başarılı bir film. Telefon üzerinden pazarlama yapan bir şirkette çalışan Simon, hayatından bezmiş bir adamdır. İşinde başarısızdır, karısı ile problemlerini aşamaz, pısırık bir kişiliği vardır. Gençliğinde bir süre spor yapmış olsa da onu da bırakmış, göbeği de büyütmüştür. Zaten fiziksel olarak da çekici bir adam değildir. Spor salonundan çıkan kaslı adamları gördüğü bir gün onlara özenir ve kendisi de onlara benzemek için salona yazılır. Orada, ilk anda kendisine yaklaşan Terry’den ders almaya başlar. Giderek daha girişken ve tabiri caizse, yırtık bir insan olmaya başlar. Terry ile olan arkadaşlığı ona olumlu etki yapmıştır. Ama…
Hikâyenin nereye doğru gideceği ana hatları ile tahmin edilebilir belki ama yönetmen Johnson, iki erkek arasındaki ilişkinin dinamiklerini ve üzeri örtük homo-erotik yakınlaşmalarını vermekte çok başarılı. İki karakter arasındaki ilişkinin değişimi, filmin siyah-beyaz görselliğinin yarattığı atmosferle birlikte, akla Joseph Losey’in unutulmaz The Servant’ını getiriyor. Gerçi burada karakterler arası sınıf farkı pek fazla değil ama yine de o filmin izini sürdüğü söylenebilir.
Yara:
Online gösterimlerde pek çok kısa film de izliyoruz. Onlardan birinden de bahsetmeden geçmeyelim. Suç ve Ceza Film Festivali’nde en iyi kısa film seçilen Yara, benim için de seçkideki en iyi kısa filmdi. Yönetmen Onur Güler, bu kısa filminde ölüm raporu hazırlamak için, cenaze evine giden bir doktorun hikayesini anlatıyor. Ölen yaşlı adamı incelerken bir şeylerin ters gittiğini anlayan doktor, gerçeğin ne olduğunu ve daha önemlisi nedenini anlamaya ve bir karar vermeye çalışıyor.
Bu tarz tematik festivallerde, filmlerin bir mesajı olması beklenir. Ama pek çok kısa film yönetmeni, bu mesajı seyircinin kafasına vura vura, mesajının altını çok kalın çizgilerle çizerek anlatıyorlar. Bu da filmi bir kamu spotu haline getiriyor. Yara’nın en başarılı olduğu yer, ele aldığı önemli konuyu işlerken bunu yapmıyor olması. Bazı yerlerde diyaloglara fazlaca başvursa da bunu slogan atma noktasına getirmiyor, anlattıklarının görsel karşılıklarını da bulabiliyor. Tülin Özen ve Nihal Yalçın gibi iki önemli oyuncuyla çalışabilmiş olmasının avantajını da iyi kullanmış doğrusu. Özellikle kısa filmlerde iyi oyuncular, filmin kalitesini çok etkiliyor.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN