AKREDİTASYON MEVZUU VE VİZYONDAN KORKULAR
Geçtiğimiz haftalarda, ülkemizdeki güz festivallerinin yaklaştığından bahsetmiştik. Ayvalık Film Festivali sonrası, önümüzdeki hafta Adana, sonrasında Filmekimi ve Antalya film festivalleri sırasıyla gelecek. Geçen hafta Adana Altın Koza’yı takip edip etmeyeceğimin hala belli olmadığını yazmıştım. Festivalin başlamasına bir gün kalmasına rağmen festivalden halen bir cevap alamadığıma göre, başvurumun kabul edilmediğini varsayıyorum.
Tam da bu dönemde, sosyal medyada yine yarışma filmlerinin seçimi ve festivallere çağırılan sinema yazarları ve diğer konuklar ile ilgili bir tartışma dönmeye başladı. Kişisel olarak, ufak da olsa bu tartışmaya dahil oldum. Madem bu yazıların başlığına “Sinefilden Notlar” dedik ve zaman zaman sinema gündemi ile ilgili yazıyorum; bu haftaki yazımın bir kısmını da bu akreditasyon meselesine ayırmak istedim. Tartışma, tarihi yakın olan festivaller üzerinden başlasa da burada daha genel anlamda tüm festivalleri kapsayan bir yazı yazmaya çalışacağım. Biraz sektör içi dertleşme gibi olacak sanırım. Merak etmeyin yazının devamında birkaç film yorumu da olacak.
Aslında, festivaller söz konusu olduğunda akreditasyon konusu, kendi aramızda sıkça konuşulan ama çok da yazıya dökülmeyen bir konu. Önce festivallerde sinema yazarlarının akreditasyonu ne anlama geliyor ona bakalım. Türkiye’de, İstanbul dışındaki festivaller, sinema yazarlarına akreditasyon verdikleri, ya da davet ettikleri zaman büyük bir çoğunlukla ulaşım ve konaklama masrafını karşılıyorlar ve filmlere ücretsiz giriş hakkı veriyorlar.
Sinema yazarlarının büyük çoğunluğu İstanbul’da yaşadığı için, İstanbul festivalleri genellikle sadece filmlere giriş hakkı vermekte. Peki festivali takip etmek isteyen sinema yazarları buna nasıl başvuruyor. İşte burada kaos hüküm sürüyor. Bu konularda festivalin iletişim adresleri genellikle mesajlarınıza cevap vermiyor. Acaba o yıl festivalde basın koordinatörü kim diye soruşturmak zorunda kalıyorsunuz. O kişiyi öğrenip mesaj attıktan sonra cevap alırsanız şanslısınız ama ondan da cevap alamazsanız bu kez festivalde tanıdık var mı diye aramak ve onunla iletişime geçmek zorunda kalıyorsunuz. Her festivalin sürekli çağırdığı sinema yazarı ya da konuklar var elbette. Eğer onlardansanız, bu süreci geçirmeniz gerekmiyor; ya da ilk aşamaları atlayıp, doğrudan tanıdık var mı noktasına gelebilirsiniz.
Kişisel olarak hiç haz etmediğim ama zaman zaman gerçekleştirmek zorunda olduğum bir süreç bu. Üstelik bahsettiğim mesaj atma işlemi defalarca gerçekleşebiliyor. Zamanında bazı festivallere, olumsuz da olsa cevap verin lütfen, ona göre plan yapalım şeklinde en az dört-beş mesaj attığımı biliyorum. Elbette festivallerin kimi konuk edeceklerinin kararı kendilerine kalmış. Bu konuya da değiniriz ama benim için öncelikli olan şey başvuru ve değerlendirme sürecinin bir standartının olması ve her başvuruya belli bir plan dahilinde mutlaka cevap verilmesi. Her şeyin İnternet üzerinden yapıldığı günümüzde, bu işin ilk aşaması, her festivalin web sayfasına koyacağı basit bir başvuru formu ile çözülebilir. Bu formda festivalle ilgili varsa, daha önce yazılan yazılar, festival bir kurum adına takip edilecekse onun belgesi, yazarın diğer yazıları vs. istenebilir. Ancak festival de bunun sonrasında mutlaka cevap vereceğini teyit etmeli. Formu doldurduktan sonra, x iş günü içinde de denebilir, şu tarihler arasında da denebilir, ama mutlaka cevap verilmeli.
Ancak iş formla bitmiyor. Bu yöntemi uygulayan ama yine işin tanıdık bulmaya doğru gittiği festivaller de ver. Bu durumda festivaller de her başvuruyu eşit koşullar ile değerlendirmeli ve tanıdık kayırması yapmadan karar vermeli. Festivallerin konuklar ile ilgili öncelikli beklentisi, festivalden söz edilmesi olabilir. Bu nedenle daha fazla okunan, takip edilen mecralardan başvuranlara öncelik tanınmasına itiraz etmem, hatta tam da bu nedenle, sadece sosyal medyadan yorum yapanlar ya da ben de çok eleştirdiğim halde magazin muhabirleri de çağırılabilir. Ama az takip edilse de sürekli olarak film yorumu yazan, festivalleri takip eden sinema yazarları da ihmal edilmemeli, ikinci konuma atılmamalı. Elbette her festivalin kriterleri farklı olabilir ama başvuranlar bu kriterlerin objektif uygulandığına ikna olursa, sorun olmayacaktır.
Peki yurtdışı festivaller bu sorunu nasıl çözüyor? Çok fazla yurtdışı festival deneyimim yok ama katıldığım birkaç festival başvuruları yukarıda tarif ettiğim şekilde alıyor ve mutlaka cevap veriyorlar. Hatta başvuru sürecinde ve sonrasında, en ufak sorunuza bile gecikmeden, bıkmadan cevap veriyorlar. Ancak akreditasyon konusunda temel bir fark var. Genellikle, kabul edilen sinema yazarlarının belli bir ücret ödemesi gerekiyor ve ulaşım ve konaklama masrafları karşılanmıyor. Kişisel olarak Türkiye’deki festivallerde de basın mensuplarının belli bir akreditasyon ücreti ödemesine prensipte karşı değilim. Bu sayede festivali gerçekten takip etmek isteyenler eleğin üzerinde kalacaktır ama sektör tarafından ne kadar kabul görür, emin değilim. Konaklama konusunda da festivallerin yardımcı olmaları güzel elbette ama yine kişisel olarak, festivali takip ederken bir de 5 yıldızlı otelde kalayım derdinde hiç değilim. Başımızı sokacak bir yer olsun diyerek daha mütevazı seçenekler de sunulabilir. Yine diğer konularda olduğu gibi, burada da temel soru, herkese eşit davranılıyor mu?
Bir de festival sonrası var. Pek çok festivalciden şu cümleleri duydum: “Buraya geldiler, yediler içtiler ama çok az film izlediler, festivalden de hiç bahsetmediler”. Bu festivaller için de önemli bir sorun, bu şekilde davranan kişilerin kullandığı kontenjan nedeniyle festivali takip edemeyen sinema yazarları için de. Bunun çözümü de çok basit aslında. Yine yurtdışı festivallerin yaptığı gibi, festival sonrasında festivalle ilgili yazı, program vs. kayıtlarının belli bir süre içinde festivale ulaştırılması istenebilir ve bunu yapmayanlara sonraki yıl için akreditasyon verilmez. Akreditasyon ücreti meselesi kabul görmeyebilir ama festival ile ilgili yazı, yayın vs. isteme olayının kesinlikle yapılması gerekir diye düşünüyorum. Festival ile ilgili yazıp, çizmeyecek olan da gelmesin bir zahmet.
Pandemi ile birlikte bir de, pandemi nedeni ile konuk sayımız çok az, maalesef çağıramıyoruz cevapları başladı. Bunlar da zaman zaman çok inandırıcı olmuyor açıkçası ama hadi tamam, ona çok da itiraz etmeyelim şimdilik.
Sektör içi bu kadar dertleşme yeter diyerek iki korku filmi ile haftayı kapatalım:
Malignant (Habis):
James Wan yıllar içinde, Fast & Furious çektiği zaman bile sevdiğim bir yönetmen haline gelmişti. Ama asıl yeteneğini korku türünde gösteriyor. Yıllar öncesinden gelen bir bölüm ile açılarak, ilerleyen bölüme dair ipuçlarını veren bu film, temel olarak vahşi cinayetler işleyen bir katilin eylemlerine sanki onun yanındaymış gibi şahitlik eden bir kadını ve katilin peşindeki polisleri anlatıyor. Temel sorusu da, kadın ile katil arasında nasıl bir bağlantı var? Wan’ın bu filmi, diğerlerinin yanında daha farklı bir yerde dursa da ben yine de sevdim. Bu kez, atmosferini yavaş yavaş kuran, seyirciyi sabırla içine çeken, olgun bir korku filmindense, daha en baştan B-sınıfı korku filmlerine öykündüğünü hiç saklamayan, saf korkudan çok, korku-aksiyon tarzına doğru kayan ve giderek daha da kanlı hale gelen bir film yapmış. Fakat bunu yaparken kamera arkasında başarılı bir sinemacı olduğunu hissettiriyor yine. Yer yer, çok başarılı mizansenler var. Gerçek mi, hayal mi hissini de ayakta tutmayı başarıyor. Gizemin çözülüşü, akla gelen alternatiflerden birinin abartılı bir versiyonu aslında. Ama o abartı da filmin tonu içinde, beni rahatsız etmedi. Filmde beni asıl rahatsız eden şeyin, bazı karakterler arasındaki çok bayat flörtleşmeler olduğunu söyleyebilirim. Gerçi onlar da B-sınıfı filmlerden fırlamış gibiydi ama pek tahammül edemedim.
Bu arada filmin, baskılanmışların, ezilmişlerin intikamı gibi bir alt metni de var, belli bir yerden kadına karşı şiddete de bağlanabiliyor. Derdini bu şekilde, üzerine çok basmadan anlatmasını, Jordan Peele'in kafamıza mesaj fırlatan tarzından daha çok sevmiş olabilirim.
Candyman (Şeker Adamın Laneti):
İşte bu da Jordan Peele'in kafamıza mesaj fırlatan tarzı. Evet, bu kez kamera arkasında kendisi yok ama senaryosunda imzası var ve filmin Get Out ve Us ile aynı kalemden çıktığı hissediliyor. Peele yine, korku türünü ırkçılık meselesi ile harmanlıyor. Yıllar öncesinin Candyman’inde olduğu gibi aynaya bakarak beş defa Candyman denerek çağırılan ve vahşi cinayetler işleyen gizemli bir varlık ve onu sanatına yansıtan bir sanatçı üzerinden dönse de temel derdi bu varlığın nasıl bir durum sonucu ortaya çıktığı ve öfkesini neye/kime karşı yönelttiği. Kötü film diyemiyorum. Gerçekten de iyi çekilmiş sahneler var, sağlam bir atmosfer de kuruyor. Gölge oyunu numaralarını da sevdim ama ırkçılık ile ilgili konuyu, altını kalın çizgilerle çizerek, anlamadıysanız bir defa daha anlatayım demesi, yordu beni. Filmi ilk izlediğimde, fazlaca uykuluydum, acaba bir şeyler mi kaçırdım diye sinemada iki kez izledim. Evet, çok iyi algılayamadığım yerler olmuş ama buna rağmen, ikinci izleyişte film bir tık aşağı indi benim için. Bu arada, filmin sonunda, yazılar akarken Candyman hikayesini gölge oyunları ile baştan sonra bir kez daha anlattığını hatırlatmış olayım.
Candyman serisinin bir tek ilk filmini izlemiştim sanırım. Onu da hayal meyal hatırlıyorum ama yeni versiyonun, o filmi farklı bir yere taşıdığını, hatta değerini arttırdığını söylemek mümkün. Fırsat bulursam ve abone olduğum platformlardan birine gelirse, onu da tekrar izlemek istiyorum. O filmin yönetmeni Bernard Rose, sonrasında büyük bazı projelere de girişmişti ama sonra kayboldu gitti. Şöyle bir baktım da 2000'lerde kariyeri tepetaklak aşağı gitmiş nedense.
Ankara’dan Etkinlikler:
Bu hafta Ankara’da, açık hava sinemaları yine hız kazanmış gibi gözüküyor:
Cermodern açık hava sineması programı:
12 Eylül Pazar: National Theatre Live: Salomé
13 Eylül Pazar: National Theatre Live: Hedda Gabler
17 Eylül Cuma: Derisini Satan Adam (The Man Who
Sold His Skin)
Mülkiyeliler Birliği açık hava gösterimleri:
12 Eylül Pazar: Ve Bir Yeni Ömür
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN