26. GEZİCİ FESTİVAL İZLENİMLERİ-BÖLÜM 2
Geçen hafta, Gezici Festival’in Ankara ayağının ilk üç gününde izlediğim filmleri yazmıştım. Bu hafta, festival ekibi Sinop ve Kastamonu’da yolculuklarına devam ederken ben de vakit kaybetmeden, Ankara ayağının kalan kısmındaki filmlere değineyim.
Kısa İyidir 1:
Gezici'nin Kısa İyidir seçkisi, her zamanki gibi, yine çok başarılıydı. İlk günün seçkisinde, Serhat Karaaslan'ın Suçlular'ı yine en sevdiğim film oldu sanırım. Yıl başından beri, çeşitli vesilelerle defalarca izledim ama hiç eskimedi. Özellikle, türler arasındaki geçişini seviyorum.
Nantong Nights (Nantong Geceleri), şehrin değişimini arka planına alan bir suç hikayesi anlatırken, ilk anda akla gelen çözümleri sunmayarak merakı taze tutuyordu. 12 dakikalık süresini de gayet ekonomik kullanmıştı.
People in Motion (Hareket Halindeki İnsanlar), daha önce vizyonda gayet sıradan iki uzun animasyonunu izlediğimiz bir yönetmen ikilisinin, o filmlerle hiç alakası olmayan çok iyi bir işiydi. İnsanların bencilliklerini çok güzel anlatmıştı. Seçkinin diğer animasyonu Charlotte'un çok içine giremediğimi söyleyebilirim. Bir şarkıcının hikayesi üzerinden toplumun kadınlara bakışı üzerine söylediği şeyler önemliydi ama toplamda çok ilgimi çekmedi.
Mona & Parviz, Almanya'da yaşayan bir çiftin evliliklerini incelemek üzere gelen göçmen bürosu görevlileri ile görüşmelerini anlatırken, seyircilere de kesin cevaplar vermeyerek diken üstünde tutmayı başarıyordu.
Tahmin edebileceğimiz gibi, pandemiyi somut olarak gördüğümüz filmlerin sayısı artmaya başladı. Bir Pencereden Mektuplar ve I Gotta Look Good for the Apocalypse (Kıyamette İyi Görünmeliyim), bu filmlerden ikisiydi. İlki başarılı bir deneysel filmdi. İkincisi de gerçek durumları animasyona çevirerek anlatması ile ilgi çekici olabiliyordu.
Destello bravío (Işık Hüzmesi):
Her festivalde, beni hiç yakalayamayan 1-2 film oluyor. Bu seneki Gezici'de, bu kontenjanı Işık Hüzmesi doldurdu. Bir köyde yaşayan ve hayatın boğuculuğu ile yüzleşen 3 kadının hikayesi beni hiç çekmedi. Film bildik bir hikâye anlatım kalıbına sahip değil, bu yüzden de oldukça yorucu. Aslında bu tip filmleri, festival yoğunluğu dışında, salim kafayla izlemek daha iyi olabiliyor ama işin kötüsü festival dışında da karşımıza çıkma şansı olmayan filmlerden. Bir miktar Quattro Volte havası da verdi bana. Ama zaten o filmi de bir türlü sevemedim. İyi eleştiriler de almış aslında. Belki bir gün MUBİ'ye falan gelirse, tekrar bir şans veririm diyeyim.
Kısa İyidir 2:
Gezici'nin kısa film seçkisinin ikinci kısmında da hemen her filmi beğendim. Hatta galiba ilk kısımdan daha çok beğendim. En iyisi demesem de en merak ettiğim film, uzun zaman sonra Nadir Sarıbacak'ı tekrar kamera karşısında gördüğümüz, Leylak idi. Film, nereye doğru ilerlediğini biraz erken ele verse de dengeli performansları ile yükselen, pandemi döneminin ruh halini iyi yansıtan, hüzünlü bir baba-kız hikayesiydi.
Bu seçkideki üç animasyon da çok başarılıydı. Have a Nice Dog! (İyi Köpekler!), savaş sırasında Suriye'de yaşayan bir adamın ruh halini ve bilinçaltını çok iyi yansıtan, depresif ama yenilikçi bir yapımdı. Conversations with a Whale (Balinayla Sohbetler), bir animasyon film yapma sürecini göstererek başlayıp, sanatçının festivallerden aldığı red cevaplarının, onun yaratıcılığını yükseltmesi üzerine gidiyordu. Muhtemelen yönetmen bu filmi, öyle bir süreç sonrasında yapmış. Günün diğer animasyonu olan Der Lokführer (Makinist), bu türün belgesel ile nasıl kesişebileceğinin güzel bir örneğiydi. Başka başka zamanlarda, toplam 6 kişinin treninin önüne atlayarak intihar ettiği bir makinist ile yapılan söyleşilerden oluşan film, gerçekten etkileyiciydi.
In Flow of Words (Sözcükler Akarken) ise, belgesel yaparken bildik tuzaklara düşmeyen bir filmdi. En duygusal hikayelerini dinledikleri kişilerin söylediklerini, mümkünse en duygusuz şekilde çevirmekle görevli olan çevirmenlerin yaşadıkları ilgi çekici. Yönetmen, Eliane Esther Bots da bu konuyu, klasik bir konuşan kafalar belgeseline dönüştürmek yerine, farklı sinemasal teknikleri kullandığı bir yığın haline getirmiş ve bunda da başarılı olmuş.
Las Infantas (Çocuklar) ise diğerleri kadar etkileyici olmasa da samimi bir anne-kız ilişkisi anlatıyordu. Sanıyorum gerçek hayatta da anne-kız olan bu kadınlar, filmin doğallığının en önemli parçasıydı.
Bembeyaz:
Geldik festivalin en tartışmalı filmine. Antalya'da Siyad ödülü aldığında bayağı fırtına koparmıştı. Tartışma yaratmasını anlıyorum, yönetmen bazı şeyleri tartışma yaratsın diye yapmış zaten. Kafamda türlü çeşitli sorular dönmekle birlikte, seven kesime biraz daha yakınım. O tartışmalara girebilmek için filmin kilit olayını söylemek gerekiyor ama sinema medyasında şimdiye kadar çok konuşuldu zaten. O yüzden ben ve pek çok kişi, Mert Fırat'ın karakterinin ne yapacağını bilerek filmi izledi sanırım. Yine de bundan sonrası için spoiler uyarısı yapayım.
Film, oğluna sürekli güzel ahlakı öğütleyen, beş vakit namazında bir adamın aynı zamanda evlilik dışı bir ilişkisi olması ile başlıyor. Bu ilişki sonucunda kadının hamile olduğunu öğrenmesi sonrasında onu öldürüyor ve biz de bu adamın kendisi ile muhasebesini izliyoruz. Yönetmen, Mert Fırat tercihi ile başlayarak bizim bu adamdan doğrudan nefret etmemizi istemiyor belli ki. Üzerinde "iyi insan" personası olan bir oyuncuyu görünce, seyirci olarak onu doğrudan dışarı itemiyoruz. Mert Fırat da gerçekten, kariyer performansı diyebileceğim kadar iyi oynamış. Bu arada Kubilay Tunçer de Antalya sonrası, ona ödül vermediği için jüriye çok kızmıştı. Evet, o da iyi oynamış, ödül alsa da itiraz etmezdim ama mutlak favori de değilmiş bence. Aynı zamanda filmin senaryo yazarı da olan, yönetmen Necip Çağhan Özdemir, çok bıçak sırtı yerlere gidip, frene basıp geri dönüyor. Bu yüzden, evet adamı aklamaya çalışmıyor ama tersten okumaya çok açık anlar da koyuyor ortaya. Bunlardan en önemlisi (bir spoiler daha geliyor), çocuğun adamdan olmaması. Burada salonu terk eden seyirciler de oldu. Bu açıklamanın kadının başına gelenleri hak ettiği şeklinde yorumlanabileceği düşünüldü. Halbuki film bunu yapmıyor. Senaryonun gideceği yerde, adamın polis gözünde aklanması gerekiyor. Bu durumda bu ihtimalin devreden çıkması gerekiyordu. O yüzden buralarda çok büyük bir sıkıntı görmüyorum.
Filmdeki asıl büyük sıkıntı, kadın cinayetini bir araç olarak kullanması bence. Filmin asıl derdi, inancı ile yaşadıkları arasında sıkışmış bir adam. İşlenen bir suçu başkası görmediyse, Allah görmüş müdür, o suçun işlenmesi kader midir soruları üzerine gidiliyor. Bu soruları deşmek için bir soygun da kullanılabilirdi (ki film oraya doğru de gidiyor aslında), bir trafik kazası da olabilirdi (ki o da var bir şekilde) ama bir cinayet daha vurucu bir etki yaratıyor elbette. Ama işte burada öldürülen kadın bizim için önemli bir karakter olamıyor. Afişte Ece Çeşmioğlu, Mert Fırat ile eşit şekilde yer alıyor ama filmde neredeyse onda biri kadar görünüyor ve karakterine dair çok temel şeyler dışında bir şey öğrenemiyoruz. Böyle olunca da kadın cinayeti filmin ana derdiymiş izlenimi verse de pek öyle olmuyor.
Filmde bir ara televizyonda çift yarık deneyinden bahsedilmesi çok hoşuma gittiğini eklemeliyim. Filmin, kimse suçu görmezse ne olur temasına çok uygun bir deney.
Üzerine çok konuşulabilecek bir film. Merak edenlere festivalde film sonrası Mert Fırat ve yapımcı Ahmet Berk Özdemir ile yapılan söyleşiyi dinlemelerini öneririm. Gezici'nin Instagram hesabında bulunuyor. Söyleşide film, beklemediğim kadar övüldü notunu da düşeyim. Bir de filme dair, inançlı kesimden bir seyircinin de yorumlarını duymak isterdim. İnançlı kesim derken, filmde anlatıldığı şekilde, beş vakit namazında ve hayatını o eksende yaşayan ya da dışarıdan öyle görünen kesimden. Bence oradan da çok fazla olumsuz yorum gelebilir.
Libertad:
Bu film için, geçen haftaki yazımda Kardeşlerim ve Ben filmi için yaptığım yorumu yapabilirim sanırım. Yine bir büyüme hikayesi var karşımızda ama iyisi olduğu sürece bir sıkıntı yok. Bu da iyi örneklerinden biri. İki film de bir yaz boyunca süren büyüme hikayeleri anlatıyorlar. Ama burada merkezde iki genç kız var. Geldikleri sosyal sınıfların farkı da film içinde önemli bir yer tuttuğu için, bu düzlemde de okumalar yapmak mümkün. Bu iki genç kıza tezat olarak, hayatının son dönemecine giren bir de büyük anne karakteri var elimizde. Tüm bunları düşününce, Libertad'ın, Kardeşlerim ve Ben'e göre daha geniş bir alanda söyleyecek sözleri olduğunu görüyoruz. Ancak yine de belli ölçüde, daha önce görülmüşlük hissi veriyor. Hatta hafızam beni yanıltmıyorsa, yine Gezici'de izlediğim 1-2 filmi hatırlattı. O halde, Gezici ekibinin bu tip, sınıfsal boyutu da olan büyüme hikayelerini sevdiği sonucuna varabiliriz. Burada filmi öne çıkaran unsurlar, oyuncuların ve olayların doğallığı oluyor. İşin ilginci film, ana karakterlerin birinin adını alsa da diğer karakter daha ilginç geldi bana.
Barnet (Bebek):
Gezici Festival, yıllarca beraber yürüdüğü Tuncel Kurtiz'in bilmediğimiz filmlerini bizimle buluşturmaya devam ediyor. Bu sene gösterilen filmler, İsveç yapımı olsa da bizim sinema tarihimiz açıdan da önemli yapımlardı. Zaten film hakkında önden bir bilginiz olmadan izlerseniz, Türkiye sinemasından gelen bir film dersiniz. Filmin başrolünde Tuncel Kurtiz, önemli rollerinden birinde Aliye Rona var ama Harriet Andersson'ın da dahil olduğu, geniş bir İsveçli oyuncu kadrosu da bulunuyor. Yine filmin çekildiği yerin de Türkiye'nin bir köyü olduğunu düşünmek çok kolay ama muhtemelen İsveç'te de uygun bir mekân bulunamayınca, Cezayir'e gidilip çekilmiş. Bu yönleriyle epey ilginç bir film.
Film, Yaşar Kemal'in bir öyküsünden uyarlanmış ve yine dönemin Türkiye sinemasının tüm olumlu ve olumsuz niteliklerini içeriyor. Karısını zamanında doktora götüremediği için kaybeden, sonrasında da annesiz kalan bebeği için süt anne arayan bir köylünün hikayesini izliyoruz. Bu anlamda sosyal gerçekçi bir film ve sermaye sınıfını ve duyarsız aydınları eleştiriyor ama bunu yaparken maalesef çok karikatürize tipler çizmiş. Adamın karısının hastalığını dinlerken, bir yandan tavuğun kemiğini sıyıran köy ağası bugün tam bir parodi tiplemesi gibi kalmış. Sürekli köylü aşağılaması yapan ve kahvede tavlanın başından binbir yalvarma ile kalkan sağlıkçı da öyle. Ama bunlar hep dönemin sinemasının zayıflıkları işte. Bazı sahnelerin defalarca tekrarlanması da filmi fazla uzatıyordu. Yine de en başta dediğim gibi, tarihsel açıdan önemli.
Saç:
Tuncel Kurtiz seçkisinin diğer filmi de bu kez kamera karşısında çok az göründüğü ama filmin yönetmenliğini üstlendiği bir belgesel olan Saç'tı. Film, Türkiye'nin köylerinden, genç kızların saçlarını satın alıp, bunlardan peruk yaptırtan aracıların hikayelerini anlatıyordu. Kurtiz, bir yandan köyde yaşanan ekonomik zorlukları vurgularken bir yandan da bu ekonomik zorluklar içinde yaşayanların üzerinden para kazanlar arasındaki tezatı vurguluyor. Ki, aslında onlar da çok üst sınıf değil ama tam arada kalan bir sosyal sınıf oluşturuyorlar. Köylülerin muhtemelen hiç gidemeyeceği İsveç'e, onların saçların gitmesi gibi bir temayı belli belirsiz olsa da yakalamak mümkün. Filmin dikkat çekici bir yanı da belgesel içine kurmaca bir hikâyeyi de dahil etmiş olması. Türkiye'de köylerde çekilen kısımlar, bildiğimiz anlamda, klasik bir belgesel. Ama İsveç bölümleri, özellikle karakterlerin barlarda ya da yemek masalarında yaptıkları konuşmalar belli ki bir senaryo dahilinde çekilmiş.
Yine Bebek filmi gibi, her ne kadar İsveç filmi olarak gözükse de bizim sinema tarihimiz açısından da önemli bir film diyeyim. Bu arada Gezici Festival de filmi epey uzun bir süreç sonunda bulmuş. O açıdan da tebrik edelim.
La Civil (Sivil Vatandaş):
Kızı Meksika'daki suç kartelleri tarafından kaçırılan bir kadının, onu kurtarma çabaları ve ilk akla gelen yöntemler tükendikçe giderek daha radikal çözümlere doğru gitmesini anlatan, etkili bir film. Evet, bu konu, bir anda bir yerden Liam Neeson fırlayıp, kötü adamları öldürüp, kızı kurtaracak hissi veriyor. Filmin başlarında öyle bir endişem de oldu açıkçası ama burada daha gerçekçi ve ayakları yere basan bir hikâye anlatılıyor. Zaten filmin ana karakteri de gerçek bir kadının yaşadıklarına dayanarak yazılmış. Hatta gerçekte yaşananlar, filmde anlatılandan daha karanlık bir noktaya bağlanıyormuş. Burada final biraz daha açık uçlu bırakılmış. Başrolde Arcelia Ramírez'in tüm filmi taşıyan, güçlü bir performans sergilediğini söyleyebiliriz. Yönetmen de giderek sertleşen hikayesine, güçlü bir atmosfer kurabilmiş. Festivalin Dünya Sineması bölümünün iyi filmlerinden biriydi.
Diyalog:
Son dönem festivallerde karşımıza çıkan Türkiye sineması örnekleri arasında en iyisi demem belki ama en heyecan verici olanlarından biri. Üstelik, filmden önce hiç de öyle bir beklentim yoktu. Yönetmen Ali Tansu Turhan, film boyunca sürekli yeni şeyler deniyor. Bunların hepsinde eşit derecede başarılı olup olmadığı tartışılabilir. Bence filmin girişi ya da aynı sahnenin farklı tekrarları gibi yerler işlerken, çok konuşulan yarım saate varan tek plan çekim, vay be hissini vermekle beraber, o kadar da işlemiyor. Çok beğenenlerin de olduğunu eklemeli. Ama tek bir filmde burada bahsettiğim ve bahsetmediğim farklı tarzları kullanma cesareti bile, benim filmi takdir etmeme yetti.
Doğası gereği, çok oyuncu odaklı bir film. Oyuncuların ikisi, pardon üçü de çok başarılı. Ushan Çakır ve Hare Sürel, Ushan ve Hare isimli iki oyuncuyu canlandırıyorlar ve film içindeki filmde farklı karakterleri canlandırmak için provalar yapıyorlar. Bu iç içe geçen yapı, gerçekten başarılı kurulmuş. Sacayağının üçüncü üyesi Funda Eryiğit ise, hiç görmediğimiz, sadece sesini duyduğumuz yönetmen. Galiba finalde, üst plandan görüyoruz ama çok da emin değilim. Söyleşide aklıma gelseydi, yönetmene bu karakteri siz seslendirmeyi düşünmediniz mi diye sorardım aslında. Filmin gerçeklikle ilişkisi üzerine bir boyut daha ekleyebilirdi.
Son olarak, yönetmenin söyleşi sonundaki isteğini de yerine getireyim. Film, farklı bir dağıtım modeli ile, her hafta farklı bir ilde gösterilecek. Bu hafta boyunca Ankara'da söyleşili gösterimleri var. Bundan sonraki yolculuğu için Başka Sinema’nın sitesi takip edilebilir. Ben tavsiyemi yapayım.
Ankara’dan Etkinlikler:
Bu hafta Ankara’da farklı kültür merkezlerinin etkinlikleri göze çarpıyor. Goethe-Institut’de 7-9 Aralık tarihleri arasında, “TANIDIK & YENİ. – Alman-Türk Sinema Kültüründe Perspektifler” başlıklı bir film gösterim programı olacak. Fransız Kültür’ün haftalık gösterimleri de devam ediyor. 11 Aralık tarihinde Dilili à Paris filmi gösterilecek.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN