'ZAMANLARI AYARLAMA ENSTİTÜSÜ'
Ünlü ajan James Bond, hâlâ kendini dünyanın hâkimi sanan bir refleksin ifadesiydi. Gezegenin siyasi ve sosyokültürel refleksleri değişse, emperyal güçlerin öncelikli ismi ABD olsa ve yeni düzende İngiltere artık iyi bir ‘yaren’ olarak yer alsa da Ian Fleming’in yarattığı karakter sanki bu türden gerçekler yokmuş gibi davrandı sinema serüveni boyunca. Son dönemde ayakları yere basan öykülerle karşımıza çıksa da ‘Majestelerinin Ajanı’, her daim ‘Britanya İmparatorluğu’ mevcudiyetini koruyormuş
gibi hareket etmeyi sürdürdü.
Açılışta ‘kültürel katliam’ var
Christopher Nolan kariyeri boyunca ilginç duraklara uğrasa, çizgi roman kültürüne farklı cephelerden bakmaya çalışsa ve özellikle ‘Batman mitolojisi’ni Joker üzerinden yeniden tanımlama uğraşına girip ‘anarşizm’e göz kırparak çoklarımızın gönlünü kazansa da bir önceki adımı ‘Dunkirk’le içindeki ‘Britanyalı’yı ortaya çıkarmış ve bence özünde bir ‘İngiliz milliyetçisi’ olduğunu göstermişti.
Hâlâ süren ‘pandemi dönemi’ dahilinde sinema salonlarına ara veren seyirciyi yeniden eski günlere döndürme hamlelerinin en öncelikli yapımı niteliğindeki en taze Nolan hamlesi ‘Tenet’ ana karakteri ve verdiği mücadele itibariyle adeta ‘takımdan ayrı’ bir Bond filmi tadında... Bu özellikleriyle elbette yönetmenin ruhundaki ‘İngiliz’liği yeniden hatırlatan bir çaba. Öte yandan Christopher Nolan malum, kariyeri boyunca kafa karıştıran hikâyeler peşindeydi ve ana motivasyonu bilimden beslenir görünen ‘zamansal’ meselelerdi. Hafızasını her yeni günde yenilemek durumunda kalan ve zamanın içinde sıkışmış gibi hareket eden kahramanıyla ‘Memento’da ya da adeta ‘izafiyet teorisi’ içinde salınan eski bir pilotun serüvenini anlatan ‘Interstellar’da olduğu gibi...
‘Tenet’ın öyküsüyse yine ‘Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında’ dercesine hareket ediyor. Hikâyede, açılıştaki ‘kültürel katliam’ (eylem Kiev’deki bir ‘klasik müzik konseri’nde gerçekleşiyor) sahnesiyle tanıştığımız ismi telaffuz edilmeyen ama ‘Kahraman’ (‘The Protagonist’) olarak adlandırılan süper bir CIA ajanının peşinde sürükleniyoruz. Kötü adam hanesindeyse Londra’da yaşayan (ve mesela futbolla ilgilenen Roman Abramovich’in aksine!) dünyanın kaderine hükmetmeye çalışan Andrei Sator adlı Rus bir oligark var. Eziyet ettiği ve çocuğundan uzaklaştırdığı zarif İngiliz karısı Kat’le ‘Kahraman’ın yolları bir şekilde kesişiyor. Ana karakterin bir bilimkadını tarafından bilgilendirildiği sahnedeyse aslında meselenin temel motivasyonuna biz de vâkıf oluyoruz: Zamanda geri gitme...
‘Tenet’, ‘Kahraman’, kötü adam Sator, karısı Kat, ‘Kahraman’ın yardımcısı Neil, Hint kadın silah satıcısı Priya gibi karakterler etrafında çatısını kurarken İtalya, Estonya, Ukrayna, Hindistan, Norveç, İngiltere gibi limanlarda dolaşıyor. Ruh, temel olarak Bond’u çağrıştırsa da öykünün kıvrımları dolayısıyla ‘Geleceğe Dönüş’ü, ‘Edge of Tomorrow’u, ‘Azınlık Raporu’nu, hatta ‘Avengers: Endgame’i bile hatırlıyoruz.‘Kahraman’ rolünü Denzel Washington’ın oğlu John David Washington üstleniyor.
Nolan aynı zamanda Jason Bourne türü bir karakterle tanıştırırken aslında Bondvari yapısıyla şu notu da sinema sahnesine düşürüyor gibi: Bir ara ‘Majestelerinin Ajanı’nın siyah olacağı ve bu rolde Idris Elba’yı izleyeceğimize dair söylentiler çıkmıştı. ‘Tenet’ bu söylentileri sanki ete kemiğe büründürmüş ve Elba yerine ‘BlackKkKlansman’dan tanıdığımız John David Washington’ı (Denzel Washington’ın oğlu aynı zamanda) sahaya sürmüş. Ama bence filmin en büyük handikabı ‘kötü adam’ını ‘Soğuk Savaş Dönemi’nden bu yana Ruslardan yaratan zihniyeti yeniden üretmesi. Üstelik bu rolde ‘karikatür’ düzeyinde bir tipleme sunan (bir zamanların ‘dâhi çocuğu’) Kenneth Branagh’ı karşımıza çıkarmış.
Zorlama hikâyeler...
Filmin altı çizilesi yanlarına gelince: Aksiyon sahneleri (özellikle Norveç’te geçen ‘kargo uçağı’ bölümü) iyi ama günümüz sineması için bu bir kriter mi, sanmıyorum... ‘The Matrix’ serisinden ‘Sicario’ya içine felsefe ya da sosyoloji katılmış ve perde gerisinde iyi yönetmenlik kumaşına sahip olduğu iddia edilenlerin bulunduğu birçok yapım bu gerçeği daha önce bize defalarca hatırlatmıştı (Bu arada Peckinpah’ın ‘Konvoy’unu çağrıştıran, ‘TIR’ sınıfına yakın koca kamyonlarla sıkıştırma sahnesi de fena değildi).
Filminde Oppenheimer gibi fizikçilerin adını anarak anlattıklarına bilimsel derinlik katmaya çalışsa da bence Nolan artık başlardaki heyecan verici masumiyetini ve zanaatkârvari reflekslerini kaybetmiş bir sinemacı. Temel meselesinde de zorlama hikâyelerle (‘evirtilmiş zaman’) geziniyor. ‘Tenet’ bağlamındaysa şöyle söyleyeyim: Sinema seyircisi olarak zamanda çok daha iyi yolculuklarımız vardı. UĞUR VARDAN (HÜRRİYET/ 29.08.2020)