Konuk Yazar

GÖKYÜZÜNDE YALNIZ GEZEN EVLATLAR...

22 Eylül 2019 Pazar 20:03
GÖKYÜZÜNDE YALNIZ GEZEN EVLATLAR...

Evet, uzaya gidenler kervanında artık Brad Pitt de var. Amerikalı yıldızın sürüklediği ve ‘Yıldızlara Doğru’ Türkçe ismiyle vizyona giren, son Venedik Film Festivali’nde de eleştirmenlerce övgülere boğulan ‘Ad Astra’, bu hafta itibariyle huzurlarımızda. ‘Two Lovers’, ‘The Immigrant’, ‘Kayıp Şehir Z’ gibi çalışmalarıyla tanınan James Gray’in yönettiği yapımda öykü ‘yakın bir gelecek’te geçiyor. Filmin çizdiği tasvirde Ay artık kolayca gidilen bir tür koloni haline gelmiş, Mars da adeta bir ileri karakol... Neptün ise ulaşılabilen en uç nokta gibi görünüyor... 

Bu genel manzara içinde Binbaşı Roy McBride’a büyük bir görev veriliyor. 40’lı yaşlarındaki astronot, dünya genelinde aniden başlayan ve yaklaşık 40 bin kişinin ölümüne neden olan yüksek elektrik dalgalanmalarının kaynağını tespit etmek ama asıl olarak durdurmak için bir yolculuğa çıkıyor. Bu serüven çok geçmeden, efsanevi bir astronot babası Clifford McBride’ın öncülüğünde geliştirilen ‘Lima Projesi’nin akıbetini de araştırma çabasına dönüşüyor...
‘Yıldızlara Doğru’, hem uzayda geçen bir varoluş öyküsü hem de Freudyen öğelere göz kırpan bir baba-oğul denklemi... İlk taşı kim attı bilmiyorum ama tarihler bu konudaki adres olarak genellikle ‘Solaris’i gösteriyor; o adreste de “İnsan ne zaman uzaya çıksa ancak kendini bulur, başka yaratıkları değil” ibaresi var. Bu açıdan senaryosunu yönetmen Gray’le birlikte Ethan Gross’un kaleme aldığı yapım, hem Andrei Tarkovsky’nin klasiğine hem de aynı uzay boşluğunda salınan ‘Contact’, ‘Gravity’, ‘The Martian’, ‘Interstellar’, ‘First Man’ gibi filmlere selam gönderiyor.

Albay Kurtz’a selam olsun...

Ama bir noktadan sonra da işin içine Joseph Conrad’ın ‘Karanlığın Yüreği’, dolayısıyla ‘Kıyamet’in (‘Apocalypse Now’) ‘Albay Kurtz’u, hatta Werner Herzog’un ‘Aguirre: Tanrının Gazabı’ giriyor. Roy McBride, kendisi 15 yaşındayken uzaya çıkan ve uzun süre merkezle irtibatını koruduktan sonra 16 yıldır haber alamadığı babasını bulma fikrinin motivasyonuyla hareket ederken nasıl bir sürprizle karşılaşacağını bilmiyor. Onu bu göreve yollayan SpaceCom acaba önemli bir bilgiyi kendisinden saklıyor mudur, babası hâlâ yaşıyor mudur, Neptün yakınlarında sabitlenmiş uzay istasyonunda neler olmuş ve geriye nasıl bir görüntü kalmıştır; film bu ana karakteriyle birlikte seyircisini de bu soruların peşine düşürüyor. Öte yandan hikâye bir noktadan sonra baba-oğul arasındaki Freudyen hesaplaşmaya dönüşüyor ve “Eninde sonunda babaların günahlarını oğulları çeker” çizgisinde seyrediyor. 

“Bir Amerikan filmi uzayda geçse (ya da ‘Solaris’ türü bir sükunetin peşinde koşsa) bile mutlaka bir kaçma-kovalamaca sahneleri içerir” mantığı, ‘Yıldızlara Doğru’da da var. Öyle ki James Gray’in yapıtında, Ay’ın engebeli sathı üzerinde -kimi Batılı eleştirmenlerin de vurguladığı gibi- ‘Mad Max: Fury Road’dan ödünç alınmışa benzer aksiyon sahnelerine rastlıyoruz.

Filmde Brad Pitt, genç yaşta uzaya kaptırdığı babasının yokluğunun izlerine rağmen ayakta durmayı başaran ama bir noktadan sonra duygusal ve melankolik çizgiye taşınan Roy McBride’da etkileyici bir performans (bu rolle Oscar’a aday olması muhtemel) sergiliyor. Baba Clifford’da izlediğimiz Tommy Lee Jones da ihtiyarlık, histeri, inat ve kendi tutkularının esiri olma konusunda küçük çaplı ama etkileyici bir resital sunuyor. Keza ben Donald Sutherland’i de kısa ve öz rolünde çok beğendim.

Belli noktalarda ‘erkek çocuk hassasiyeti’ meselesine de giren ‘Yıldızlara Doğru’, seyircisini birçok çizgi üstü bilimkurgu filmi gibi “İnsan kendi yalnızlığıyla ne kadar baş edebilir?” sorusuyla baş başa bırakıyor. Gray’in yapıtı bana sorarsanız birçok Batılı eleştirmenin ilan ettiği üzere ‘bir başyapıt’ değil ama ait olduğu kulvarın ilgiye değer üyelerinden biri olarak tarihe kalacak gibi görünüyor. Ben filmde en çok ana karakterin olaylar ve gelişmeler karşısında kendi iç sesiyle yorum yapma tavrını beğendim.  UĞUR VARDAN (HÜRRİYET/22.09.2019)



Diğer Yazılar