GERÇEK BİR 'EMEK'ÇİYDİ'
Şu salgın belası olmasıydı ve hayat denklemimiz kendi rutini içinde aksaydı, dün gece itibariyle İstanbul Film Festivali, 39’uncu randevusuna nokta koyacaktı.
Dolayısıyla kentin kültürel hafızasındaki yeri bir kez daha işlevini sürdürmüş olacak, birçok sinemasever yeni ve kimi eski (klasik) filmlerle dolu bir maratonu bitirmenin coşkusuyla serüvenlerine kaldıkları yerden devam edecekti.
Hoş, kaç ‘Nisan’dır ‘Emek’sizdi festival, bu yıl ise İstanbul aynı zamanda festivalsiz de kaldı.
Ve derken bu ortamda bir eski dost, bir büyük festival abidesi de aramızdan ayrılıp gitti.
Pazar günü Hikmet Abi’yi kaybettik.
O Hikmet Abi ki, bir festival ikonuydu, bir Beyoğlu fenomeniydi. Her şeyden önce Emek Sineması ondan sorulurdu.
Resmi sıfat bakımından o büyük mabedin müdürüydü ama her şeyden önce gerçek bir ‘emekçi’siydi.
‘Emek Sineması gerçekten bambaşka bir dünyanın, bambaşka bir hayat biçiminin ifadesiydi. İşletmecisi ‘rahmetli’ İsmet (Kurtuluş) Bey, müdürü Hikmet (Dikmen) Abi, yer göstericileri Murat Aldemir, Hayri Akkoç, Ahmet Yumurtacı, Aykut Karaağaç, gişesinde Naciye Hanım ve isimlerini hatırlayamadığım ama yüzleri her dem taze çalışanlarıyla farklı bir sinemacılık anlayışının, terbiyenin, zarafetin, usulün, adabın ifadesiydiler.
Ben onları, kuşağımın kimi temsilcileri gibi gazeteci olmadan önce üniversite öğrencisi kimliğimle tanımıştım.
Evet, sinema sevdamız vardı ama bu sevdayı dallandırıp budaklandıracak çok sayıdaki filme gidecek mali durumumuz elbette yoktu.
Her festivalde öğrenci bütçesiyle az-biraz para denkleştirir, öyle tutardık salonların yolunu.
Ama yaşadığımız kimi deneyler ‘para’nın bir engel olmadığını göstermişti bize.
Çünkü orada Hikmet Abi gibi çok özel bir insan vardı, kapının önüne çıkar, biz birbirlerini pek tanımayan ama öğrenci oldukları belli ‘biletsiz’ topluluğa, “Çocuklar, şurada biraz bekleyin, ışıklar sönsün, sizi alacağım” derdi.
Ve çok geçmeden sözünü tutar, tekrar sinemanın o yekpare camlı cephesinde belirir ve “Aman çok gürültü yapmadan yukarı, balkona çıkın, oradaki boş yerlere sessizce oturun” derdi.
Bu anıları daha önce de defalarca yazdım, futbolla da fazlasıyla haşır neşir olduğum için bana bu durum eski zamanların ikinci yarıda stat kapılarının açılmasıyla içeri hücum eden taraftarın o hiçbir şeye benzemeyen tarifsiz sevincini hatırlatırdı...
Hikmet Abi ve Emek sakinleriyle olan ilişkim, sinema eleştirmenliği kimliğimle elbette daha da sıkılaştı, perçinleşti.
Ve şunu gördüm ki Hikmet Abi için sinema kutsal bir alandı ve bu kutsiyetin en önemli buluşma yeri konumundaki Emek, onunla daha bir özel tat, nefaset, değer ve insanlık kazanıyordu.
Hikmet Abi için kimliklerin önemi yoktu.
Yazar, çizer, ressam, mimar, yönetici, öğretmen, öğrenci, işçi... Ne olursanız olun fark etmiyordu.
O mabede adım attıktan sonra, sizin filmi izlemeniz için her türlü kolaylığı, ‘eski İstanbul beyefendisi’ kimliği, zarafeti, inceliği içinde sunar, elinden gelen her türlü gayreti, yardımı gösterirdi.
Gerçekten de nesli tükenen bir modelin temsilcisiydi.
Zaten zamanla anladık ki Emek bizim ‘Cinema Paradiso’muz, Hikmet Abi de ‘Alfredo’muzmuş.
Bütün bir sinemasever kuşak olarak bize düşen rol ise ‘Toto’lukmuş (yani ‘Salvatore’).
Artık o güzel günler uzakta.
Bambaşka bir dünyanın, sinemasal reflekslerin, üretim ilişkilerinin ve salon kültürünün parçasıyız (en azından salgından öncesine kadar öyleydik)...
Normal ritmimize döndüğümüzde bizi ne bekliyor olacak, bilmiyoruz ama artık şurası kesin ki, artık bu dünyadan Hikmet Dikmen’in aramızdan ayrıldığı gerçeğiyle yaşayacağız.
2006’da İsmet Bey vefat etmişti, sonrasında 2009’da ‘gerçek’ Emek Sineması aramızdan ayrıldı.
Ve nihayetinde Hikmet Abi de “Benden bu kadar” dedi.
Geride ise anıları, her birimize bir şekilde değen insanlıkları, bambaşka zarafetlerinin izleri kaldı. Yattıkları yer de ‘Cinema Paradiso’ gibi bir ‘Cennet’ olsun... UĞUR VARDAN (HÜRRİYET/21.04.2020)