Konuk Yazar

GAZETECİ OLMAK YA DA OLMAMAK!

22 Nisan 2024 Pazartesi 12:25
GAZETECİ OLMAK YA DA OLMAMAK!

Edebiyat ve onun modern zamanlardaki görsel uzantısı olarak sinema insanlık hallerinin, yaşanmışlıkların, yaşanabileceklerin, siyasetin, sanatın, velhasıl hayata ait her adımın bir tür simülasyon alanıdır aynı zamanda. Bu çok genel tanımdan daha ince bir katmana indiğimizde son dönem (15-20 yıllık bir aralığı kastediyorum) politik tabanlı filmlere bakıldığında önce kitap olarak sunulan, sonra da sinemaya uyarlanan gençlik serilerini gördük hep. Adını koymak gerekirse ‘Açlık Oyunları’ (The Hunger Games), ‘Uyumsuz’ (Divergent) ve de ‘Labirent’ (The Maze Runner) gibi yapımlar distopik öyküler anlatırken diktatörlerin egemen olduğu modelleri ve bu baskıcı rejimlere karşı mücadele eden gençleri anlatıyordu.

Bu serilere ait filmler üzerine kaleme aldığım geçmiş eleştiri yazılarında da belirttiğim üzere kimi dünya sathındaki üçüncü sınıf demokrasiler faşist liderler sultası altında ezilirken Batı bu meselede “Biz yaşamıyoruz ama yaşayabiliriz” mantığı eşliğinde sinema üzerinden kendi toplumlarına uyarılarda bulunmayı yeğliyordu. Lakin devran döndü, ABD’de iktidara Donald Trump gibi bir figür oturdu ve uzak gelecekte görünen tehlike hızlıca şimdiki zamana taşındı. Kutuplaşma, kendinden olmayana olan nefret, şiddet dili ve sonrasında bu dilin eyleme geçebilme ihtimali dünyanın ‘Süper Güç’ namlı ülkesinde kök salacak zemin buldu. Kongre baskını vakasıyla zirveye ulaşan sosyolojik gelişmeler ‘iç savaş’ tanımını da bir anlamda tartışma metinleri arasına kattı.
Yakın geçmişte yaşanan bu toplumsal gerçeklerin ışığında temelde distopik bir yapıya sahip ama kimi modern dertler ve etik meselelerle de donanmış görünen bir film, bu haftadan itibaren salonlarımıza uğruyor. Yazar-yönetmen olarak etkileyici bir CV’ye sahip (‘Kumsal’/The Beach, ‘28 Gün Sonra’/28 Days Later, ‘Gün Işığı’/Sunshine, ‘Beni Asla Bırakma’/Never Let Me Go gibi yapımların senaristi, ‘Ex-Machina’, ‘Annihilation’, ‘Erkekler’/Men gibi filmlerin de yönetmeni) Alex Garland’ın imzasını taşıyan ‘İç Savaş’/Civil War adlı bu yapıt, ayrışma fikrinin uygulamaya döndüğü ve genel bir yıkımın yaşandığı bir Amerika’yı anlatıyor. Öykü bu kaotik ortamda bile gazetecilik reflekslerini göstermeye gayretli karakterler üzerinden hem bir iç savaşın olası gelişimine hem de basın etiğinin nerede başlayıp nerede biteceğine dair sorular soruyor. Öykünün ana kahramanı son derece deneyimli bir savaş fotoğrafçısı olan Lee Smith. Haberin şehvetine her daim kapılmaya aday Joel, defalarca sahada olmuş ama artık yaşlanmış Sammy ve gencecik, kıpır kıpır heyecanıyla ekibin parçası olmak için can atan Jessie de grubu tamamlayan diğer elemanlar. Film bu ‘Dörtlü’nün genel olarak ABD siyasetinde sağın ve solun kaleleri olarak bilinen Teksas ve Kaliforniya askeri güçlerinin oluşturduğu ‘Batı Kuvvetleri’nin (bayrakları iki yıldızlı) ilerlediği bir ortamda Başkan Trump’la son bir söyleşi yapmak üzere New York’tan Washington’a olan 857 millik yolculuğa odaklanıyor.

‘İç Savaş’ bir yanıyla bir bilimkurgu elbette. Hikâye savaşın nasıl çıktığıyla pek ilgilenmiyor, ayrılık yaşanmış, şehirler, yollar harap edilmiş, insanlar yorgun düşmüştür. Galip gelen taraflar son bir hamleyle Başkan’ı evinde, Beyaz Saray’da kıstıracak, öldürecek ve nihai zafer elde edilecektir. Filmin öne çıkan karakterleri de yolculukları sırasında aslında delirmiş gibi görünen insan topluluklarına şahitlik ederken, dahil oldukları kimi aksiyonlarda da bir tür basın etiği açısından kimi sınavlara bir kez daha tabi tutuluyorlar. Genç Jessie, örnek aldığı Lee’yle yolculuk ederken kimi çatışma anlarında ya da karşısına çıkan ve Amerika’nın ‘Beyaz yüzü’nün dışındaki unsurlardan nefret eden faşist askerle karşılaştığında hem mesleki hem de insani deneyimler yaşıyor. Lee şiddetle iç içe geçen bir yaşamın ardından katılaşmış, duygularını kaybetmiş görünüyor. Sammy deneyimleri eşliğinde hareket ediyor ve genelde haklı çıkmanın gururunu yaşıyor. Joel ise ortalığı kan götürürken hâlâ haber atlatmanın, Başkan öldürülürken yanında bulunma ve görüşlerini alma (!) ayrıcalığına erişecek gazeteci olarak anılmanın derdinde.

‘İç Savaş’ kuşkusuz kayıtsız kalınmaması gereken yapımlardan. Yazar-yönetmen Alex Garland’ın kurduğu dünya, atmosfer sizi zaten hemen içine çekiveriyor. Keza görüntü yönetmeni Rob Hardy’nin kadrajları da salgın ya da zombi tehlikesi yaşamışların öykülerini anlatan felaket filmlerinin tadını bu politik öyküye taşımayı başarıyor. Girişteki eylem ve bomba sahnesi, cesetlerle dolu çukur bölümü ve başlangıcı Coppola’nın ‘Kıyamet’ini (Apocalypse Now) de andıran Beyaz Saray baskını bölümü çok etkileyici.

Görsel yanı çok güçlü

Özetle görsel açıdan çarpıcı bir film var karşımızda. Ama öte yandan metin, tartışmaya açmaya çalıştığı başlıklar üzerinde geziniyorken bana yeterince derinleşemiyor gibi geldi. Daha doğrusu hem işleniş tarzı bakımından böyle bir izlenim bıraktı hem de geçmişte ‘Ateş Altında’ (Under Fire) ya da ‘Saraybosna’ya Hoşgeldiniz’ (Welcome to Sarajevo) gibi yapımlar ‘savaş gazeteciliği’ açısından zihinlerde daha etkileyici izler ve sorular bırakıyordu sanki.

Lee’de Kirsten Dunst’ı (muhteşem oynamış), Joel’de Wagner Moura’yı, Jessie’de Cailee Spaney’yi, Sammy’de Stephen McKinley Henderson’ı, Başkan’da Nick Offerman’ı izlediğimiz yapımın bence bir başka handikapı da yer yer meselelere sarkastik bakması olmuş… Son olarak çizgi roman uyarlaması ‘The Last of Us’ dizisini de çağrıştıran ‘İç Savaş’ın finalinin başka bir amaç gözetse de klişe olmaktan kurtulamadığını belirtmeliyim. Ama yine de bu yılın görülmesi gereken yapımlarından biri, kaçırmayın derim…

UĞUR VARDAN (HÜRRİYET/20.04.2024)



Diğer Yazılar