Söyleşi

TEOMAN: ´HER ŞEY KOPKOYU OLACAK!´

29 Ocak 2018 Pazartesi 11:48

“Koyu Antoloji”, Teoman’ın daha önceki albümlerinden dinlediğimiz, bildik şarkılardan oluşturulmuş bir seçki. Şık kapak tasarımı, bir kitapçık ve 2 CD’den oluşan “Koyu Antoloji”de 26 şarkı var. Şarkıların seçimi albümün karanlık tavrına uygun. Daha da karanlık olması için yeniden düzenlenmiş. Düzenlemelerde imzası olan Safa Hendem, Mehmet Cem Ünal’ın yanı sıra Vega’dan Tuğrul Akyüz’ün de üç şarkıda katkısı var. Bu yeni yorumu, oluşturulan atmosferi çok sevdim. Evet şarkılar bildik ama bir o kadar da farklı. Teoman’ın yaratmak istediği etki ve duygulardan biri bu olmalı. Bu anlamda amacına ulaşıyor. Müzikal alt yapısı çok başarılı, oluşturulan yeni sound sarsıcı.

Orijinallerine göre daha duru, daha melankolik bir tavır var müzikte. Damıtarak, yavaş yavaş içinize çekerek dinlenecek şarkılar olmuş. İyi bir anlatıcı Teoman. Bu albümde bunun altını daha koyu çiziyor. Müzik kadar sözlere de önem veren bir isim Teoman, dolayısıyla yazdığı sözlerin hakkını her zaman fazlasıyla veriyor. Birçok metafor ve gönderme var şarkı sözlerinde. Temel derdi aşk, ikili ilişkiler gibi görünse de asıl meselesi varlık ve yokluk etrafında dönüyor. Eksik olanı arama ve bir tamamlanma arzusu da hâkim şarkı sözlerinde. (Geçmişe dönüp bakmak biraz da bundan.) Aşk, tamamlanma arzusunun tezahürü oluyor bir anlamda. Kuşkusuz bu tamamlanma arzusu, insanın temel meselelerinden biri. O nedenle Teoman’ın şarkı sözlerinde geçen her imge, insan evladının yalnızlığına da gönderme. Boşuna demiyor “Tek başıma bu vücutla fırlatıldım bu dünyaya” diye. Çok haklı…

‘Koyu Antoloji’ tanımlamasını çok sevdim. Şarkılar bu konsepte uygun olarak düzenlenmiş ve yorumlanmış. Dolayısıyla karanlık ve dramatik bir yapı var bu seçkide. O halde önce o karanlıktan söz edelim. Senin karanlığını mı konuşalım, hayatın mı? Ya da insan evladının içindeki karanlıktan mı?

Ben anbean duygu atlamaları yaşayan biriyim. Moralim de çok kolay bozulur. Başkalarına küçücük gelen şeyleri dert ederim kendime. Bir de, ne düşünmek istemesem, onu aklımdan atamam. Durum böyle olunca, perspektif de çok kayık oluyor. Dünyayı çok negatif algılıyorsun. Benim karanlığımın temeli buna dayanıyor. Stres altında doğru kararlar veremiyorum, doğru da düşünemediğimden saçma sapan duygulara saplanıp kalıyorum.

Ama hayatta “Renkli Rüyalar Oteli” de var değil mi? Ya da olma ihtimalinden söz etmişsin. O ihtimali de konuşabiliriz.

Renkli Rüyalar Oteli şarkım, eski bir anıma dayanıyor. Kurgu da var içinde ama bir aşkın doruk noktasını, anını anlatıyor. Eskiden âşık olduğumda nasıl başka biri olduğumu, içimde fırtınalar estiğini anlatan bir şarkım. Ama mutlu sonla bitmiyor Renkli Rüyalar Oteli. Sadakatsizliğin, aşkın sonunu getireceğini söylemeye çalışmıştım o şarkıda. Yine de aşk ihtimalinin varlığına inanmak istiyor insan, şarkısını da yazıyor.



Renkli Rüyalar Oteli belleği de işaret ediyor. Orası fotoğraf albümü gibi. İyileri ve kötüleri ayırdığın… Unutmak mesela, şarkıda geçtiği gibi, dayanmanın bir yolu mu? Ya da neyi unuttuğumuz mu önemli?

Şarkıda “kim olduğumuzu unutalım” diyor adam. Çünkü aslında gerçek aşk yaşayamayacak, aşka yeteneksiz iki kişi tutkuyla birbirlerine sarılıyorlar şarkıda. Ama uzun sürebilecek bir ilişki değil bu. Çünkü ikisi de “sadece kendine sadık”.

‘HİSSİZLİK ÇOK YARALAYICI OLABİLİR’

Bazen de unutmak intikam olabiliyor, değil mi?

Hissizlik çok yaralayıcı olabilir. Herhangi bir ilişki sonrası, aktörlerden birinin geçmişi tamamen kalbinden silmesi, karşı taraf için dayanılmaz acılar verebilir. Siz neler hissetmişsinizdir, neler hissediyorsunuzdur ama karşınızdaki size bomboş gözlerle bakar. Hissiz hissiz.

Karanlık demiştik ya, karanlığın sonunda vardığımız yerler var. Mesela bir “Çölden geçip, sardunyaları seyretmeye dalmak” gibi… Sende sanki hep böyle bir durum var. Belki insan böyle. Ne dersin?

Ben çıkış yolu olarak göstermiyorum “sardunyaları seyretme” meselesini. O da bir çıkışsızlığa dayanıyor sonuçta benim için. “Sadece seyrediyorsunuz, sardunyalar sizin olmuyor.” Senin bakış açın daha güzel ama. “Sardunyaları seyretmek” yeterince tatmin edici olmalı insan için.

‘BEN GEÇMİŞLE YAŞAYAN BİRİYİM’

Rüya senin şarkılarında çoklukla geçen bir imge. Bunun içinde kaçış da var, ütopya da. Ama en çok da rüya, eskiye özlem olarak tezahür ediyor sende.
Geçmiş, çocukluk, dolayısıyla annenle kurduğun bağ. İşin özü saf ve duru olanı arama özlemi. Mutluluk orada sanki, öyle mi? Gerçi mutluluk da mutsuzluk da anlık şeyler. Ama konuşalım yine de…
Ben geçmişle yaşayan biriyim. Kendimi bildim bileli. Bir de yaşam biçimimi hemen hemen hiç değiştirmediğim için, eski hayatımla organik bağım kesintiye uğramadı. Berberim bile 25 senelik benim. Fakat yine de geçmişin daha güzel olduğu algısı var içimde. Aslında bu yanlış bir algı tabi ki, şu andaki dertlerimin çok benzerlerini eskiden de yaşardım ben, ama sanki daha güzellermiş gibi hatırlamaya meyilliyim. Eskinin şöyle bir güzelliği var, yaşadığımız anla karşılaştırınca, emin olduğum şey şu; çok daha fazla şey hissediyorduk. Meraksa merak, ilgiyse ilgi, coşkuysa coşku, umutsa umut, üzüntüyse üzüntü. O hisleri özlüyorum. Rüyaları, hayalleri.

Daha genel bakarsak, şarkında söylediğin gibi ayrı yerlere gidip aynı rüyayı görebiliriz sanki. Aynı yere gidip ayrı rüyalar görmek de olası. Üçüncü bir ihtimal var mı?

Şarkıda kullanırken herkes kendine göre yorumlasın istemiştim o dizeyi. Ama bana çağrıştırdığı şey şu; siz neyi hayal ederseniz edin, hayat sizi hiç tahmin etmediğiniz yerlere götürecek.




“Kuracak yeni hikayem yok, yine de uğraşıyorum rasgele bu eski kelimelerle” diyorsun. Zaman artık yavaş mı geçiyor senin için? Yoksa her şey yalnızlıktan mı? Öyleyse herkes nereye gitti?

Zamanla ilişkim garip benim. Hem vakit bir türlü geçmiyor hem de yıllar hayatlar geçiyor. Şarkımda da söylemiştim zaten. Zaman hızlı mı, yavaş mı geçiyor, bilmiyorum ama verimli geçmiyor benim için. Genelde zamanı öldürmeye çalışıyorum. Gün bitip de o gün içinde gerçekten işe yarar ne yaptım deyince, hayal kırıklığına uğruyorum. Günü boşa geçirmişim gibi geliyor. Yalnızlık meselesini arkadaşlarla da konuşuyoruz. Hepimizin kabuğumuza çekilme meselesini. Bir arkadaşım sevdiğimiz arkadaşlarımızla bile görüşememe meselemizi üşengeçliğe bağlıyor. Hiç kimse bir yerlere gitmedi ama herkes çok yorgun galiba.

Hem toplumsal hem kişisel anlamda etrafımız tuzaklarla çevrili. Mesela sahip olma duygusunun getirdiği kazanma hırsı, sistemin dayattığı mutluluk reçeteleri gibi… Bu sorgulama da hep oldu sende. Bu tuzaklardan kurtulma ihtimalimiz var mı? Bir acil çıkış kapısı ya da bir yangın merdiveni…

Benim şarkılarımın problemli tarafı, bir sürü şeyden şikâyet ederken, bir çıkış yolu önerememesi. Bu, benim için de geçerli. Acil çıkış kapısı veya yangın merdiveni sunamıyorum. O yüzden de iki arada bir derede kalmışların huzursuzluğundan bahsediyorum.

Ama bir durum tespiti yapıyorsun, yani sebebi söylüyorsun. Bu da önemli. Mesela Fahişe şarkısında “Ben değil, dünya fahişe” diyorsun…


“Aşk gitgide inancımızı yitirdiğimiz bir şey. Problemin kaynağı şurada; artık her şeyi sorguluyoruz, didikliyoruz. Öyle yapınca da elimizde pek bir şey kalmıyor. Tecrübe bize, şu an yaşadığımız duygunun bir süre sonra geçeceğini söylüyor. Filmin sonunu biliyoruz, bu yüzden de seyretmeye tenezzül etmiyoruz.”

Sanıyorum insanları çok yargılamamak lazım. Herkes bir şekilde ayakta kalmaya çalışıyor işte. Kararlarımızı da kendi başımıza veremiyoruz. Birileri ittiriyorlar bizi o kararlara. Dünyanın düzeni bu kadar bozukken, sadece insanları yargılamak çok da doğru değil.

‘AŞK GİTGİDE İNANCIMIZI KAYBETTİĞİMİZ BİR ŞEY’

Aşk ve ilişkiler senin meselelerinden biri. Çünkü bireyin eksik olan parçasını arama, kendini tamamlama arayışını da işaret eder aşk. Ama aşkla da insan pek tamamlanamıyor. Boşluk dolmuyor. Hatta “Mutlu olmaya yetmez ki aşk” diyorsun.

Aşk gitgide inancımızı yitirdiğimiz bir şey. Problemin kaynağı şurada; artık her şeyi sorguluyoruz, didikliyoruz. Öyle yapınca da elimizde pek bir şey kalmıyor. Tecrübe bize, şu an yaşadığımız duygunun bir süre sonra geçeceğini söylüyor. Filmin sonunu biliyoruz, bu yüzden de seyretmeye tenezzül etmiyoruz. Tersine davranan, eski bir duygunun peşine düşenler ise hayal kırıklığına uğruyorlar. Hatırladıkları gibi çıkmıyor aradıkları şey.

Kıskançlık senin tabiatında yok diye düşünüyorum. Ama genelin aşk algısında seven kıskanır tavrı hâkim. Kıskançlık sanki bağışıklık sisteminin düşmesi gibi bir şey. Dolayısıyla aşkı ya da aşığı hasta ediyor. Aşkta böyle zafer kazanılır mı?

İlişkimiz yokken ne kadar “cool”uz değil mi? İçimizde bizleri saçmalıklara doğru iten yoğun duygular olmadığında çok serin kanlıyız. Her şeyi doğru tartan, detaylara saplanmayıp bütünü gören mantıklı insanlarız. Peki, içimizde aşk gibi bizleri delirten bir duygu olunca ne oluyor? Bütün bu “mantıklı ben” kurgusu çöküyor; kırılgan, alıngan, haris, kıskanç, güvensiz kişiler oluyoruz. Hatta bazen öyle oluyor ki, âşık olduğumuzu iddia ettiğimiz kişiyle bir savaş içinde bulabiliyoruz kendimizi. “Zafer” kelimesinin geçmesi bile “aşk meselesi”nin ne kadar marazi olduğunu anlatıyor biraz. “Mutlu aşk yoktur” doğru çıkıyor genelde.

Aşk deyince bedeni de konuşmak gerek. Beden sıklıkla geçiyor senin şarkılarında. “Tek vücut olsak ya” derken bütünleşme arzusu da var. İlk etapta bu haz olarak algılanabilir ki, bu da var. Ama bedenle meseleni sadece bununla açıklamak eksik olur.

“Beden”i iki türde de kullanıyorum şarkılarımda. İlk kullanımında, “ruh”u tamamlayan öğe olarak, ikinci kullanımında ise “ruh”un tersi olarak. Eğer pozitif bir şey anlatacaksam, aşkı tanımlarken kullanacaksam “beden”i ilk bahsettiğim şekilde kullanıyorum. Aşkın tamamlayıcısı olarak yani. Bazen de asıl aşka duyduğu özlemi, başkalarının vücutlarıyla bastırmaya çalışan kişinin ağzından anlatıyorum. Bu kullanımda ise “ruh”un tersi. Bir tür ağrı kesici, uyuşturucu, aldatıcı bir şey o kullanımımdaki “beden.”

Koyu Antoloji, eski şarkılarının yeniden yazıldığı ama bambaşka şarkılarla bizi karşılaştıran bir albüm olmuş. Müzikal alt yapılarında çok değişiklik var. Kullandığınız retro gitar soundunu çok sevdim. Bir anlamda bu albüme senin en karanlık hikayen olmuş diyebilir miyiz?

Albümü yaparken, düzenlemeyi yapacak arkadaşlarımla ilk buluştuğumuzda, soundu tarif ederken söyledim nasıl olacağını. “Her şey kopkoyu olacak” dedim. Benim şarkı yazma stilim zaten öyle. Kalbimin karanlık tarafından yazıyorum ben. En sert, en kafası karışık, en ümitsiz, en inançsız, en korkak, en hatalı yerinden yazıyorum kalbimin. Sound da ona çok uysun istedim, o yüzden de enstrümanları öyle seçtik, düzenlemeleri öyle yaptık. Miks ve mastering aşamalarında da ona çok dikkat ettik. Zaten bu albümü yapmaya karar verdiğimde, şarkıları da birbirini tamamlayan, yan yana durduklarında birbirini güzelleştiren şarkılardan seçmiştim.

Bir şey daha var; normal bir stüdyo albümü yaparken, başka kıstasları oluyor insanın. Enerjik şarkı da olsun istiyorsunuz, insanların kalbini dağlayan şarkılar da. Albümü renklendirmek için verdiğiniz bu karar, bütünlüğü birazcık bozuyor. “Koyu Antoloji”de o formülleri kullanmadım, başka bir şekilde dinlensin istedim bu albüm. Neredeyse iki saat boyunca, insanlar sözlerimi dinlesin, düzenlenen müzik bu sözlerin “soundtrack”i olsun, dinleyici de türlü türlü hayale dalsın istedim. İki saat boyunca kendi dünyamda esir etmek istedim yani dinleyiciyi. “İşte, ben dünyayı böyle görüyorum” demek istedim onlara. DENİZ DURUKAN (gazeteduvar.com.tr)



Diğer Haberler