Sinema Haberleri

SCOLA: HER İNSAN GÜNDE BİR DAKİKA FAŞİSTTİR´

21 Ocak 2016 Perşembe 00:51

Dün yaşamını yitirmiş İtalyan yönetmen Ettore Scola’yı 20 yıl önce kendisiyle yaptığımız bir söyleşiyi yeniden yayınlayarak analım istedik. 16 Nisan 1995 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde sinemaseverlere ulaşan söyleşide Scola şunları anlatmıştı:
İtalyan sinemasının ünlü yönetmenlerinden Ettore Scola bir buçuk gün İstanbul Film Festivali’ne konuk olduktan sonra Roma’ya döndü. Bu kısa zaman dilimine bir basın toplantısı ve geniş bir İstanbul gezisi sığdırdı İtalyan usta. Onat Kutlar’ın anıldığı gecede de bulunmayı ihmal etmedi.
İstanbul Film Festivali, Ustalara Saygı adıyla bölüm ayırdı Scola’ya. Yedi yıl önce de ustanın bölümü vardı festivalde. Otuz yıldır İtalyan toplumunu komedi yoluyla sorgulamış, sistemin dışladığı, silik, bizim sevinçlerimizi ve korkularımızı yaşayan ’fondaki tipler’le vermişti mesajlarını…
İstanbul gezisinde basınla özel söyleşi yapmaya sıcak bakmadı Scola. Diğer festivallerde de aynı davranışı sergiliyordu, basın toplantısı dışında konuşmuyordu usta.
Ama pes etmemek gerekiyordu. Önce, basın toplantısının bitmesini bekleyenSignora Gigliola Scola’ya eşi hakkında bir şeyler sorulabilirdi. Bayan Scola da sinemaya yakın bir isimdi. Roma’da kendi okulunda senarist yetiştiriyordu.
Kısa söyleşide Ettore Scola’nın Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra komünizmin başına gelenlerden büyük üzüntü duyduğunu, ancak üzüntüsünü dışa vurmadan evde dört duvar arasında yaşadığını anlattı Bayan Scola. Oysa, Saat Kaç?, Mario, Maria ve Mario gibi filmlerin senaryolarını babasıyla birlikte yazan kızları Silvia ise tartışmaktan yanaydı. Sonunda baba-kız olanları sorgulamaya başlamışlardı.
Bayan Scola’ya göre eşi, filmlerinde çevresindeki insanları anlatmayı severdi, ama hiçbir filminde ona yer vermemişti…
Ettore Scola, basın toplantısından sonra koridorda, merdivenlerde, yolda süren yakın takibimiz sonucu prensibini bozup birkaç sorumuzu yanıtladı.

- Festivalde filmleriniz Ustalara Saygı böümünde yer aldı. Siz kendinizi usta olarak hissediyor musunuz? Sizin de ustanız oldu mu?
Ben kendime usta diyemiyorum açıkçası., çünkü kimseyi yetiştirdiğime inanmıyorum. Ustam kimdi sorusuna verebileceğim tek yanıt, Vittorio De Sica olacak. Herkesten bir şeyler öğrendim, ama De Sica bana en fazla moral veren ve yol gösteren insandı.

- Yaşadıklarınızı anlatıyorsunuz genelde. Aile’de anlattığınız, sizin ailenize benziyor mu?
Küçük bir burjuva ailede büyüdüm. Babam doktordu. Ben de doktor olmak istedim; iki yıl tıp öğrenimi gördüm., ama aynı zamanda da sinema sektöründe çalışıyordum. Okulu bıraktım. Ailem tipik İtalyan ailesiydi. Napoli yakınlarında küçük bir kasabada oturuyorduk. İki değişik aile atmosferinde yaşadım. Birincisi evde kalmış halalardan, dede ve nine, anne, baba ve kardeşlerden oluşan, sürekli bağırışlar, kavgalar yaşanan bir aile. Sonra 6 yaşındayken Roma’ya taşındık. Anne, baba ve kardeşimle daha sakin bir yaşamdı ikincisi.

- Küçüklüğünüz faşizm dönemine rastlıyor. Ne gibi etkiler bıraktı faşist dönem sizde?
Neyse ki o zaman çok küçüktüm, umarım faşizm üzerimde büyük etkiler bırakmamıştır. Faşizm o zaman çok normal bir şeymiş gibi kabul görüyordu. Faşizmi fark edebilmek için ailenin komünist olması gerekiyordu. Benim ailem komünist değildi ve düzenin diğer yanlarını göremiyordu. Faşizmin çocukları büyüleyici bir yanı da vardı. Küçücük bir üniforma giyiyordum, sürekli bayramlar yapılıyordu. Cumartesileri sıralar halinde Duce’nin evinin önünden geçiliyordu. Özel Bir Gün adlı filmimde söylediğim gibi faşizm bir rejim olmakla kalmıyordu, bir zihniyetti aynı zamanda. Gördüğüm kadarıyla bu zihniyet erkeklerde daha fazla var. Sanıyorum en demokrat insan bile günde bir dakika fşist oluyor. Önemli olan o bir dakikanın 24 saate yayılmaması.

- Politik sinemanın zayıfladığı görüşüne katılıyor musunuz?
Politik konulu filmlerin dünyayı değiştirmek için değil, insanları düşünmeye davet etmek için yapıldığına inanıyorum. Sinema dünyayı değiştiremez, dünyayı değiştirecek, insanın başka alanlardaki çabasıdır. Politik sinema sorular sorar ve gerçeklerden yola çıkar.

- Bir dönem Komünist Parti adına ‘gölge kültür bakanlığı’ yaptınız. Bu göreviniz hala sürüyor mu?
Gölge hükumet, genellikle İngiltere’de yaygın bir uygulama. Gölge hükumet, güçsüz, parasız ve müdahale edemeyen bir kurumdur. Ama günbegün iktidardakileri gözler, önerilerde bulunur. Biz, İtalya’nın ilk gölge kabinesini 1989 temmuzunda kurduk. Ancak iki buçuk ay sonra Komünist Parti Genel Sekreteri Occhetto, bir operasyonla partinin adını PDS’ye çevirdi. 2,5 aylık gölge hükumet. Bu nedenle büyük işler yapamadı. O kısa sürede iktidardaki kültür bakanıyla birçok kez görüştüm, fikir alışverişinde bulundum. Şimdi gölge hükumet yok, zaten komünist parti de yok.

- Sinemaya senaryo yazarak girdiniz. Filmlerinizin senaryolarını yazmaya devam ediyor musunuz?
Filmi kafamda senaryo aşamasında şekillendirmeye başlıyorum., dolayısıyla senaryo yazmak benim içi kaçınılmaz bir uğraş. Ama yalnız senaristlik yaparken daha mutlu ve zengindim. Vittorio Gassman bir gün ‘Senaryolarını neden sen çekmiyorsun’ diye beni yönetmenliğe itti. Yönetmen esirdir, oysa yazar daha özgürdür. Evinde istediği gibi yazar, dinlenir, tekrar yazar. Senaristliği arıyorum doğrusu.

Teknolojik gelişme sinemanın dilini olumsuz yönlere çekebilir mi?
Teknolojinin tümüyle sinemaya zarar verdiği söylenemez. Teknolojinin olağanüstü güzellikte kullanıldığı durumlar da var. Örneğin Schindler’in Listesi’nde Yahudi kızın siyah-beyaz görüntüler arasında renkli gösterilmesi ya da Forrest Gump’taki teknoloji bu filmleri yüceltti. Ayrıca teknoloji o kadar pahalı ki biz Avrupalıların o düzeye ulaşıp yozlaşacağımızı zannetmiyorum.

- Avrupa sinemasının durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Avrupa sinemasının durumu oldukça karışık. Fransa’nın durumunun daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Geçmiş dönemde Fransa Kültür Bakanı Jack Lang, sinemayı savunabilmek çok mücadele etti. Sonra aynı siyasi irade devam etti. Bazı kotalar koydular. Örneğin televizyonun göstereceği filmlerin yüzde 49’unun Fransız olması gerekiyor. Sanırım diğer ülkelerde böyle önlemler yok. İtalya’da yok. Özel televizyon sahipleri parlamentoya girdiler, kendi çıkararı için yasalar yaptılar. Televizyonda filmler istendiği anda, istendiği yerden kesiliyor, bol reklam gösteriliyor. İtalya, bu konuda Avrupa Birliği’nin öngördüğü kurallara uymuyor. Bu nedenle ABD’lilere iyi film yaptıkları ve iyi tanıttıkları için kızmamak gerek. Biz kendi kültürümüzü sevmeyenlere, savunmayanlara kızmalıyız. Kendi insanından çok, bir Amerikalı kahramanı tanıyan kasabalı çocuğa kızmakla bir şey çözülmez.

- Pekiyi Türk sineması hakkında neler biliyorsunuz?
Hepimiz Amerika’nın kolonisiyiz. ABD filmlerinin her yerde egemen olduğunu söyleyemem., ama Fransa’da Alman filmi ya da İtalya’da İngiliz filmi seyredilemiyor. Ben de İtalya’da Türk sinemasından fazla örnek izleyemiyorum. Normal bir İtalyan sinema izleyicisinin de Türk filmiyle hiç karşılaştığını zannetmiyorum.

- Her fırsatta İstanbul’dan etkiendiğinizi söylüyorsunuz. Gerçi İtalya dışında , bir iki örnek hariç, film yapmıyorsunuz ama İstanbul için bu kararınızda değişiklik olabilir mi?
Örneğin fetivalde de gösterilen Yaşamımın En Güzel Akşamı’nda İsviçre’de çalıştım., ama kahramanım yine bir İtalyan’dı. Her zaman İtalyan öyküsünü ve bildiğim mekanları tercih ediyorum, bildiğim insanları anlatıyorum. Basın toplantısında da söylediğim gibi filmlerimi dar mekanlarda çekiyorum. Daha çok dört duvar arasında insanın geçirdiği değişikliğe ilgi duyuyorum.

- En fazla dikkat çeken filmlerinizden Balo’yu sözsüz yapma fikri nereden aklınıza geldi?
Jack Lang, Paris’te deneysel bir tiyatro grubunu mutlaka izlememi istiyordu., aldı beni götürdü. Oyunu gerçekten çok sevdim, kendi sinemama yakın temaları olduğunu gördüm. Aynı grubu ve ismi koruyarak sinemaya aktardım.

- Tornatore’nin Cennet Sineması’yla aşağı yukarı benzer konulu filminiz Splendor’un aynı dönemde gösterime girmesi dikkat çekti. Bu, ‘Usta daha iyi yapar’ türünden bir mesaj mıydı Tornatore’ye?
Hayır, Splendor’u Tornatore’ye bir cevap için yapmadım. Zaten filmi ben ondan daha önce çekmiştim. Aslında benzer temaları aynı dönemde yapma konusu daha önce de yaşandı. Tabii o temaya ben 60 yaşındaki bir adam olarak, Tornatore de 40 yaşındaki bir adam olarak yaklaştı. Ne o benim projemden haberdardı, ne de ben onunkinden. Temalar aynıydı, ama tek fark, halkın Tornatore’nin filmini benimkinden daha fazla sevmesiydi.

- Genç İtalyan sinemasına nasıl bakıyorsunuz? İtalyan komedisini sürdürecek güçleri var mı?
İtalyan sinemasındaki kriz, fikir ya da iyi yönetmen yokluğundan kaynaklanmıyor; var olmayan sinema sanayisi. Genç yönetmenlerin piyasaya çıkmaları yaratıcılık açısından çok önemli. Bunlar İtalyan komedisine devam ediyorlar. Örneğin gençlerden Nanni Moretti kendini İtalyan komedisinin devamı olarak kabul etmiyor, ama öyle. İtalyan komedisi şekil değiştiriyor. Eskiden şimdi olduğu gibi oyuncular kendini yönetmiyordu. Tognazzi, Gassman, Sordi, on ayrı kahramanı oynayabiliyorlardı. Soraları yönetmenliğe geçtiler. Oysa şimdi Nichetti, Moretti, Verdone kendilerini canlandırıp yönetiyorlar. Bir kahraman ve konu sıkıntısı var. Kaynak yine İtalyan komedisi, ama sıkıntı yaşanıyor.

- Marcello Mastroianni favori oyuncularınızın başında geliyor. Nedir Mastroianni’yi diğer isimlerden ayıran özellik?
Özel yaşamlarını, kafalarında ne olduğunu iyi bildiğim insanlarla çalışmayı tercih ediyorum. Politik tercihleri de önemli. Bir de Mastroianni, Gassman gibi oyuncuları çok yönlü kullanabiliyorsunuz. Latin aşıklığıyla tanınan Mastroianni’yi bir film sonra bir film sonra homoseksüel rolünde oynatabiliyorum. Güçlü fiziği olan Gassman’dan pısırık, kendine güveni olmayan birini yaratıyorum. Onları her filmde yeniden keşfediyorum.
CUMHUR CANBAZOĞLU



Diğer Haberler