GECENİN ÖTEKİ YÜZÜ
Vedat Sakman’ı, TRT ekranlarında, Eurovision elemlerinde görmüştük ilk olarak. Yıl 1983: Sakman Grup Doğuş ile birlikte “Müzisyen” adlı bir şarkı seslendirmiş ve finale kalmıştır o yıl. Bu elemelerin sonucunda Çetin Alp (Opera) başa oynayacaktır; Sakman ve arkadaşlarının kârı ise tecrübe edinmek olacaktır, başka sahnelerde, başka yarışmalarda ayaklarının yere daha sıkı basmasını sağlayacak bir tecrübe.
İrili ufaklı epeyce işten sonra da, Sakman ile bir başka Eurovision finalinde (1989) yüz yüze geliriz; Grup Pan olarak adlandırılmış bir grubun bir üyesidir bu sefer müzisyenimiz. Sakman, Hazal Selçuk, Arzu Ece ve Sarper Semiz ile birlikte, Timur Selçuk’un şarkısı “Bana Bana” ile yarışmaktadır. Ve bu sefer her şey tamamına da erecektir. Sakman ve arkadaşları, bu şarkıları ile bizim buradaki finali birinci olarak bitirecek, kimsenin ummadığı bir başarı elde edecektir. “Bana Bana” dışarda plak olarak da yayınlanacak, ‘before midnight’, ‘after midnight’ olarak adlandırılmış mixleri Eurovision ve koleksiyon dünyasınında kült bir statü edinecektir.
Ardından da kimseye pabuç bırakmadan, hiçbir biçimde taviz vermeden, dönmeden-döndürmeden işler yapmaya başlayacaktır Sakman; hep doğru bildiğince, hep müziği kollayarak, hep bu topraklardan-bu ülkeden-bu dünyadan sorumlu olduğunun bilinciyle. Sakman’ın, (canlı kayıtlardan oluşmuş) son albümü “Konser”, bu ‘yılmaz savaşçı’nın, hem müzikal hem de düşünsel anlamda ulaştığı noktanın sağlamlığını, farklılığını gözler önüne sermekte. Sakman, hem sözünü ettikleri-anlattıklarıyla, hem de canlı performansının mükemelliği ile resmen göz kamaştırıyor. Sakman, çoğu müzisyen ve yorumcunun, stüdyolarda aylar harcayarak ulaşamadıkları bir noktaya yükseltiyor çıtayı.
Üstelik bunu da abartmıyor, “Ben yaptım, ben yarattım, ben, ben, ben…” demiyor, yaptığını çok olağan bir şeymiş gibi kabul ediyor, “gören görür, duyan duyar, hakkını teslim eden eder…” diye düşünüp sessiz sedasız köşesine çekiliyor. Bu çelebi müzisyenimize ne kadar teşekkür etsek azdır; bir yapıp bin bekleyenlerin hakim olduğu bir çağda, ‘tevazu’yu bize yeniden hatırlattığı için. Ama daha çok, daha çok yarattıkları, çaldıkları, söyledikleri için.
YENİ BİR DÜNYA
Gürol Ağırbaş da, bir başka çelebi, bir başka eşsiz müzisyen. “Bas Şarkıları” ile herkese ‘ders’ini vermiş olan Ağırbaş, “Köprüler.İki Dünya” adlı albümünde radikalin radikali bir deneye girişmiş ve bir mucize yaratarak bu deneyden alnının akıyla çıkmış. Ağırbaş’ın niyetlendiği iş, aslında kimsenin aklına gelmemiş bir şey değil. Özetle şu: En Batılı, en bizden olmayan (mesela Carl Orff’un “Carmina Burana”sı, mesela Ravel’in “Bolero”su, mesela Dvorak’ın, Mozart’ın, Bizet’in muhtelif eserleri) olarak görülen, sayılan, kabul edilen muhtelif melodi ya da eseri bizim buralı kılmak! Evet bu ‘fikir’, daha önce başkalarının da akıl etmiş olduğu bir şeydi; ama bugüne kadar her akıl eden ya da düşünenin de, “Başka işim mi yok, rezil olmanın ne alemi var,” deyip vazgeçtiği bir işti bu. Ya da vazgeçmeyip gerçekten rezil olduğu!
İlk defa Ağırbaş, bu ‘rüya’yı sonuna kadar görerek gerçeğe çeviriyor. Ağırbaş, Erkan Oğur, Ercan ırmak, Halil Karaduman ve sayısı epeyce fazla diğer müzisyenler ile birlikte, “Mozart ya da bir benzeri bizim buralarda yaşasaydı ve bizim buralarda da (hayal bu ya) aynı eserleri yazsa-yaratsaydı ne olurdu?” sorusuna cevap aramış ve koca bir albümün sonunda da mükemmel bir ‘cevap’ (ya da ‘karşılık’) bulmuş. Ney, kanun, bağlama, ud, klarnet ve kemençe gibi (öyle her nota ya da ezgiyi kolay kolay kabul etmeyen) ‘nazlı alet’ler, Ağırbaş’ın öncülüğünde, ‘yabancı topraklar’da sere serpe gezip tozmuş bu albüm sayesinde; şimdi de sıra biz dinleyicilerde…
“Paradoks” adlı albümü ile, ‘bağlama’yı ait olmadığı topraklarda gezdiren isimlerin arasına katılan Ahmet Koç, “Sağanak” ile bu seyahatini sürdürüyor. Bu sefer de, (hem bizden, hem dışardan) epeyce popüler şarkı Koç’un bağlamasının tellerinden geçerek yeni ‘ses’ler vermiş. Koç’un çabası-denemeleri elbette takdire değer, ama bu konuda bir ‘öncü’ bir ‘ilk’ olmadığını da söylememiz gerek. Orhan Gencebay, 60’ların sonu, 70’lerin başında (bazen Erkin Koray ile birlikte, bazen de tek başına) bu alanda epeyce denemeye girişmiş, sonuçta da bu tür denemelerden ‘makul’ sonuçlar alamayacağını görüp, ‘saz’ın yanına ‘gitar’ı katarak işin içinden çıkabilmişti. 80’lerde Ömer Faruk Tekbilek de (tesadüfe bakın ki, yine Gencebay vardır işin içinde) bu alanda çaba harcamış, bayağı da yol almıştı. Yani bu tür denemeler, böyle bir ‘yol’ yeni değildir; daha evvel akla gelmiş, bulunmuş, hatta arşınlanmıştır. Çoğu şarkıda (mesela “Can’t Take My Eyes Off You”da) bağlamayı şarkının içine tam olarak yediremeyen Koç’un denemelerine saygı duymamız ama (Ferhat Göçervari bir biçimde) “Eureka eureka!” şeklinde attığı çığlıklara da mesafeli yaklaşmamız gerek…
Bu çağda artık kolay rastlanır bir şey olmaktan çıkan) ‘iyi bir dinleyici’ olmanın, Sakman ve Ağırbaş dışında başka ikramiyeleri de var: Can Atilla (“1453-Sultanlar Aşkına”), Grup Su (“Sûz”) ve Vedat Ülger (“Telkari Türküler”) gibi başka ikramiyeleri. “Cariyeler ve Geceler” albümü ile başka zamanları-diyarları bize anlatmış olan Can Atilla, bu sefer de ‘harem’in dışına çıkarak, ‘saray’ın dört bir yanını, ‘saltanat’ın bin bir halini anlatıyor-gösteriyor bize; bazen sükunetle, bazen ortalığı ateşe vererek, bazen dört bir yanı inleterek… Vedat Ülger ve Grup Su ise, Atilla’dan farklı olarak ‘saray’ın dışından sesleniyor bize; tamamen dışından, en dışından. Ama her ikisinin de, hem Atilla hem de Sakman ve Ağırbaş ile benzer yönleri çok: Müziği kısa vadeli çıkarlar uğruna malzeme yapmamak, her bir nota ve sözcüğü emek ve çabayla işlemek; ince bir işçilik gerektiren (ve bir ‘sanat eseri’ saymanın yersiz kaçmayacağı) ‘telkari’ bir bilezik ya da yüzük gibi…
Metin ve Kemal Kahraman’ın son albümü “Çevere Hazaru”da da ince bir işçilik var. Kapağındaki ‘Kitap+CD’ notunu gerçekten hak eden, 100 küsur sayfalık şık bir kitap içinde önümüze gelen “Çevere Hazaru”, her yeni albümleri ile yeni bir ‘tarih dersi’ veren Kahraman’ların, ‘söz’ kadar, ‘dava’ kadar, müziği de çok ciddiye aldıklarını yeniden gösteriyor bize. Bir kere daha “Biz de varız!” diyen, bunu söylemekten yılmayan Kahraman’lar, gün gelecek, şarkılarını dinleyerek büyüyen-olgunlaşan bambaşka gençler-kuşaklar ile karşılacaklar ve bu da, tek bir anlarını dahi boşuna geçirmemiş olduklarını gösterecek onlara…
Kalkış noktaları, donanımları, gördükleri-geçirdikleri birbirinden çok farklı bu müzisyenlerin belki de ‘niyet’leridir asıl ortak noktaları: ‘Biz dinleyicileri, kurda-kuşa yem etmemek’ eksenli niyetleri.
BULURSANIZ KAÇIRMAYIN
(“Götürelim Abi” bile dahil) Vedat Sakman’ın her yazdığı-her söylediği
Vedat Ülger ve Grup Su’nun söyledikleri-söyleyecekleri türküler
Can Atilla’nın cariyeli-cariyesiz ağıtları; sultanlı-sultansız destanları
Gürol Ağırbaş’ın elinin dokunduğu her şey
Ercan Irmak’ın “Davet”i
Hümeyra’nın “Beyhude”si
Zuhal Olcay’ın “Başucu Şarkıları”
Burhan Şeşen’in “Bir Düş Gördüm”ü
Bülent Ortaçgil’in, eski-yeni bütün defterleri
KEŞKE OLSA
Hümeyra’dan Bülent Ortaçgil, Vedat Sakman, Burhan-Gökhan Şeşen ve Gürol Ağırbaş destekli bir albüm
Hümeyra ve Zuhal Olcay’dan (mümkünse ‘kadın hakları’ üzerine) bir düet
NAİM DİLMENER