5 ŞUBAT 2010
Bu hafta üç filme ev sahipliği yapıyor. Ülkemizin ´Sex and the City´si ´´Romantik Komedi´´ dışında yer alan, izlediğim iki önemli film, notlarımda yer alıyor. Herkese keyifli seyirler!
HERKESİN KEYFİ YERİNDE
´´Stanno Tutti Bene´´… Giuseppe Tornatore´nin 1990 tarihli dramını çok sevmiştim. Matteo Scuro, Sicilyalı, emekli bir nüfus memuruydu. Ömrü, doğum/ölüm belgeleri yazmakla geçmişti. Beş çocuk büyütmüştü böylelikle. Sevgili eşini kaybettikten sonra, farklı şehirlerde yaşayan, ´büyük adam olmuş´ çocuklarını görmek için bir yolculuğa çıktı. Karşılaştığı gerçekler, bildiği ve hayal ettiğinden farklıydı. Hayal kırıklıklarıyla doluydu yaşam fakat gerçek olan, ´onların´, çocukları olduğuydu. Eşinin mezarını ziyaret ettiğinde hüzünle karışık mırıldandı: ´´Herkesin Keyfi Yerinde…´´. Kirk Jones´un yönettiği yeniden çevrim, aynı hikâyenin Hollywood versiyonu. Orijinal filme göre daha da duygusal üstelik. Dev aktör Marcello Mastroianni´nin rolünü başka bir dev, Robert De Niro üstlenmiş. Bu kez çocuk sayısı dört. Kahramanımız Frank Goode, hayat mücadelesi verirken, dört çocuğunu büyütmek için çabalarken, birçok şeyi ıskalamış. Çocuklarıyla doğru dürüst konuşmamış. Onları dinlememiş. Telefon kablolarına pvc kaplarken, idealler kurmuş onlar için. Yıllar sonra, ciğerlerini mahveden bu zorlu işten emekli olup, eşini de yitirince gerçeklerle karşılaşıyor. Onu üzen, bir yanıyla gururlandıran, yeniden bir aile olmayı sağlayan gerçeklerle… İtalyan filmi, daha çok toplumsal oluşlara değinirken, 90´ların hemen başında İtalya´nın ve dünyanın sosyo-ekonomik tablosunu da çiziyor, eleştirel yaklaşımıyla ironik bir hüznü yansıtıyordu perdeye. Yeniden çevrim, işin duygusal yanına daha çok eğilmiş. Başarmış da. Deli gibi hüzünlendiriyor, ağlatıyor da. Hele, o resmin ortaya çıkışı… Alexander Payne´in ´´About Schmidt´´ini andıran finalde gözyaşlarınızı tutamıyorsunuz. Oldukça insanca olan film, orijinal yapım olmasa, ´müthiş´ olabilirdi. Yine de etkileyici ve iyi. De Niro´lu, Sam Rockwell´li, Drew Barrymore´lu, Kate Beckinsale´li kadro, gerçek bir aile olmuş. Paul McCartney imzalı şarkı ´(I Want to) Come Home´a dikkat! Film, Ziya Osman Saba´nın ünlü eseri ´Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi´ni getiriyor akla, ayrı bir hüzünle.
TANRININ KİTABI
Albert ve Allen Hughes kardeşlerin, stilize ´karın deşen Jack´ yorumları ´´Cehennemden Gelen / From Hell´´den 9 yıl sonra yönettikleri ´´Tanrının Kitabı / The Book of Eli´´, üzerine bir şeyler söylemeden önce, bir süre kafa yormak gerek görüşündeyim. İkiz kardeşler, referans aldıkları çizgi roman görselliğini, perdede ´üst düzey´ hayata geçirmişler. Filmin biçimi, plastiği kusursuz. İçerik ise biçimin gerisinde kalıyor fikrimce. Aynı anda iki mesele arasında kaldım yahut ikisine de takıldım: yaratılan kıyamet sonrası atmosferde ´insanın tek ihtiyacı olan şeyin umut olduğunun vurgusu´ ve ´dini inancın gücü´. Biraz ev ödevi yaptıktan sonra; filmde yer alan, İncilin King James yorumunun, en ´resmi ve derin´ kitap olduğunu öğrendim. ABD´nin Kuzey Carolina eyaletinde bulunan Amazing Grace Baptist Kilisesi´nin doğru tercüme olmadığı gerekçesiyle ´King James versiyonu hariç´ diğer İncilleri yakma çağrısında bulunduğunu okudum. Diğer kitaplara satanist yorumlar olarak bakıldığını da. Bu durum ve filmin kendi meselesi, yani ´din´i kurtuluş ve umut olarak gösteren söylemine takılıp filmi yermek, doğru değil. Sadece katılır ve katılmazsınız. Bu filmin değerini asla değiştirmez. Benim itirazım, meseleye değil; içeriğin ´aynılığına´, ´yavanlığına´… Kevin Costner´ın yönettiği ve başrolü üstlendiği ´´The Postman / Postacı´´, kıyamet sonrası duruma aynı duyarlık ve benzerlikle değinmişti. Keza, Mathieu Kassovitz filmi ´´Babylon A.D´´nin Vin Diesel´li ´mesih´ portresi, Denzel Washington´unkinden biraz daha farklıydı. Sürprizler içeren ´Eli´ karakterinin ´dövüş sanatları´ yetisi, Philip Noyce´un ikinci sınıf kabul edebileceğimiz Rutger Hauer´li ´´Blind Fury´´nin gelişmiş haliydi. Armand Assante´nin TV filmi ´´Blind Justice´´daki karakteri de esin kaynağı olmuştu Eli´ye… Distopik öyküde dikkatimi çeken bir ayrıntı da, içerik anlamında kafama takılanlardandı. Gary Oldman´ın canlandırdığı Carnegie, kötü emellerine ulaşmak için, kurmayı düşündüğü geniş dikta rejimi adına, Eli´de bulunan kitaba, King James İnciline sahip olmak arzusunda. Bütün enerjisini bu meseleye ayırmış. İdeal bir faşist lider olmanın ipuçlarını içeren klasikleri! okurken eline geçen hemen her şeye göz gezdiren, egemen olduğu kasabanın kralı, gücü elinde tutan, ´kitle ve iktidar´ meselini kurcalayan biri olarak başka bir yol da izleyebilir halbuki: Yani incil´i kendi de yazabilir, yazdırabilir de… Bir şekilde yazılır ve olur biter. Çünkü etrafta, otuz yıl öncesinden gelen ´medeniyetin´ dini metni üzerine fikir sahibi pek kimse yok. Bu da öykünün ayrı bir handikapı, belki de kıyametin oluşumunu hızlandırmış soru işareti… Hughes biraderler, kurdukları dramatik çatıda aksiyon, bilimkurgu ve western türlerini başarıyla birleştirmişler. Müthiş açılış sahnesi ´kedi avı´ndan sonra beklentilerini ister istemez çok yüksek tutuyor insan. Görsel olarak beklediğini alıyor. Ama eksik olan bir şeyler kalıyor damakta. Bir lezzet… Büyü kayboluyor zamanla. Eski örneklerin üzerine yeni bir şey konmadığından mı, yoksa beklenti düzeyinden mi bilmiyorum, dört üzerinden iki, beş üzerinden ´üç yıldız´ alıyor film benden. Don Burgess´in ´yüksek sinemaya´ adanmış kamerası ve genel anlamda yapım tasarımı ise beş yıldızlık. Yapımı, üzerine konuşmaya, tartışmaya, düşünmeye açık dosyalar bölümüne kaldırıyorum zihnimin. Sinemalarımıza henüz uğramayan John Hillcoat´un yönettiği Viggo Mortensen´li ´´The Road´´da kıyamet sonrası atmosferde geçen benzer öyküsüyle merak ettiğim filmlerden. Bunu da not ediyorum…
MURAT ERŞAHİN