5 MART 2010
Dört filmlik haftanın en iyisi Tim Burton´un Lewis Carroll uyarlaması ´´Alis Harikalar Diyarında´´. ´´Vampirler İmparatorluğu´´ biçime ağırlık veren vampirli bir tür kırması. Senaryosunu Uygar Şirin´in kaleme aldığı ve Ümit Ünal´ın yönettiği ´´Ses´´ ile bir tiyatro uyarlaması olan ´´Eşrefpaşalılar´´ haftanın yerli yapımları. İyi seyirler.
ALİS HARİKALAR DİYARINDA
Ünlü İngiliz yazar Lewis Carroll´un (1832-1898), eskimeyen klasiği ´´Alis Harikalar Diyarında´´, çılgın yaratıcı Tim Burton´un hünerli elleriyle bir kez daha beyazperdeye yansımış. Carroll´un yarattığı döneminin çok ötesinde duran tuhaf evren, Burton´un gotik ve sınır tanımayan özgür bakışıyla bambaşka bir masala dönüşmüş. İnsanı avucuna alan ve kolay kolay bırakmayan içsel ve sistem dışı bir söyleme… Tam 145 yıl öncesinden gelen eser o denli güçlü ki, belli bir zamana ait değil gibi. Carroll´un zaman ötesi klasiği, üç boyutlu olarak vücut bulmuş perdede. Aslında ortada bir değil iki metin var; bir de şiir. Burton filmini, Carroll´un Alis´in maceralarını topladığı iki ayrı kitap; ´´Alis Harikalar Diyarında´´ ile ´´Aynanın İçinden´´ ve ikinci kitapta yer alan ´´Jabbervocky´´ adlı şiirden oluşturmuş. Perdede ´halüsinojen´ bir etki yaratan üç boyutlu yapım, Linda Woolverton´un senaryosuna da çok şey borçlu. Örneğin eserlerin 9 yaşındaki kahramanı Alis, burada 19 yaşında. Sosyo-politik olarak farklı bir yerde konumlandırılmış. Kadınlığa adım atmanın sınırında, döneminin değer yargıları ve çevresiyle uyuşmayan, muhalif bir kahraman. Çok tuhaf, delice bir edebi eser olarak tanımlayabileceğimiz ve Türkçe´ye Tomris Uyar´ın lezzetli çevirisiyle kazandırılan ´´Jabbervocky´´ şiiri de filmde özel bir yer tutuyor. Burton, eserin kahramanlarından ´Şapkacı´yı, civa zehirlenmesi geçirmiş ilginç ve derin karakteri (Mad Hatter), Alis´in yanı başında konumlandırmış. Kırmızı ve Beyaz Kraliçeler, tuhaf ikizler Tweedeldee ve Tweedledum, Cheshire kedisi, bilge tırtıl Absolem, ünlü beyaz tavşan, canavar köpek Bandersnatch ve kötücül kupa valesi, öyküde karşımıza çıkan önemli kahramanlar… Filmin ´Alis´i Mia Wasikowska. Şapkacı rolünde, Burton´un başucu oyuncusu dev aktör Johnny Depp var. Helena Bonham Carter, Anne Hathaway ve Crispin Glover, oyuncu kadrosunun ünlülerinden birkaçı… Rengârenk, cıvıl cıvıl, muhalif, delice bir iş yine Burton´un ki. Hayal dünyasında sınır tanımayan bir yolculuğa çıkıyorsunuz ve emniyet kemerleriniz tabii ki yine bağlı değil. İki uçuk ve çağlarının çok ötesinde yaşayan yaratıcının, Carroll ve Burton´un dünyalarına dokunmak, gerçekten yenilikçi bir sinema deneyimi izlemek isteyenler kaçırmamalı. ´Eseri okudum ve uyarlamalarını perdede birçok kez izledim´ diyenler de öyle. Çünkü bu kez ´başka bir şey´ duruyor perdede. Tabii bir olumsuzluğa değinmeden geçmemek gerek. O da, filmi Türkçe seslendirilmiş olarak izleyecek olmamız. Sanırız, özellikle küçük izleyiciler için düşünülmüş ´dublaj´, metni ve filmi epeyce zedeliyor.
VAMPİR İMPARATORLUĞU
Mevzuuya direkt giriyorum. Avustralya-ABD ortak yapımı tür kırması filmde eksik bir şey vardı sanki. Biçim iyiydi ama ya içerik? Alman yönetmen kardeşler Michael ve Peter Spierig, belli ki iyi zanaatkârlar. Yazıp yönettikleri distopik vampir filmi, gerilimden bilimkurguya, aksiyondan drama birçok türle flört ediyor. Yakın gelecekte, günümüzden bir on yıl sonra yani; dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu vampir olarak görüyoruz. Gizemli bir salgın sonucu vampir haline gelmiş olanlar, insan kalanları ya avlıyorlar, ya da etinden, sütünden, kanından faydalanmak için kurdukları çiftliklerde besliyorlar. İnsan kanı içmek istemeyen bazı bilim adamı vampirler ise kana alternatif bir madde üzerinde çalışıyorlar. Durum bu iken aniden bir grup ´insan kalanın´ işin içine girmesiyle ortalık karışıyor. Filmin açılışı, ilk on beş dakikası çok çok iyi. Sonra film sarkmaya, sıkışmaya, dar bir çevrede nefes alıp vermeye başlıyor sanki. Yapım tasarımı, görsel efektler üst düzey. Oyuncu kadrosu da dikkat çekici. Başrolde Ethan Hawke´yi izliyoruz. Usta aktörler Willem Dafoe ve Sam Neill, ona eşlik ediyorlar. Filmin tema müziği ve soundtrack´ta oldukça iyi. Fakat izlenen görsel şovun içi doldurulamıyor, bir aynılık, yavanlık, dar alana hapsedilmişlik söz konusu. Meselenin özünden çok süsü çarpıyor göze. Bir de şu dönüştürülme hikâyesi. Kim kimi ısırıyor belli olmuyor bir yerden sonra. İnsan ısırılınca vampirleşiyor. Sonra ´vampirin güneşle imtihanı´ söz konusu. Ardından ısırılan insan, vampiri insanlaştırıyor ve böyle gidiyor döngü. Neyse, ısırılmadan çıkıyoruz dışarı. Gökyüzünde güneş sıcak ve parlak. Bakıyoruz, bir terslik yok, veriyoruz sırtımızı güneşe veya devam ediyoruz yola. Aslında biliyoruz, dışarıda çok vampir var gerçekten ve kim bilir, belki de çoğumuz çoktan dönüştük başka bir şeye…
SES
Vallahi en zor durum bu… Eşinin, dostunun, arkadaşının filmini yazmak, eleştirmek. Ama işimiz de bu tabii… Senaryoyu, Uygar yazmış. Yapımcılar, Ersan, Tunç… Sonra filmde yine aramızdan bazıları yer almış konuk olarak: Burcu, Yeşim, Tuğçe… Bizim çocuklar… Yani, insan beğenmedim derken, şöyle bir iki yutkunuyor. Neyse; ben beğenmedim filmi yahu! (oh, söyledim vallahi!) Neden? Bir kere her şeyden önce, bu filmi defalarca izledim gibi geldi. Yani o derece çok böyle film gördüm ki; hem de çok beğendiklerim oldu aralarında. Son dönemde Fransa´dan, özellikle uzak doğu korku sinemasından ´´Ses´´le kardeş çok film izledim. Türün iyi örneklerinden sonra filmin içine giremedim fazla. Öyküdeki kimi boşluklar, hatta fazlalıklar gözüme battı. Gereksiz, fonksiyonsuz karakterler rahatsız etti beni. Derya´nın kız arkadaşı örneğin. Ne gerek vardı ona. Sonra Derya´nın İngiltere´de yaşayan ağabeyi. Anne, evden uzaklaşmak için İngiltere´ye mi gitmek zorunda? Sonra o ağabeyin fonksiyonu? Hiç mi etkilenmemiş ağabey yaşananlardan? Bir de süt anne karakteri… Birçok da fazladan diyalog. ´Gaipten gelen ses´ hiç susmadan konuşuyor sonra… Sıcak mı, soğuk mu? Soğuk buldum filmi. Yönetmenlik anlamında da beni heyecanlandıran, yeni bir şey yoktu ortada. Atmosfer, orta sahada top gezdiriyordu. Sabaha kadar oynansa gol olmazdı sanki. Bir de finalin, bitiş düdüğünün yavanlığı… Öte yandan, arkadaşlarının ismini filmlerde görmek çok keyifli. Yaratıcılık zor iş. Bu kadro da, film çekmek isteyen diğer dostlar da devam etmeliler bu işe. Beğendiğim bir örnek izleyip, avuçlarımın içi patlarcasına alkışlamak dileğimi ekleyerek emeği geçen arkadaşlarımı tebrik etmek isterim. Karar verdikleri zorlu bir yola cesaretle çıktıkları ve iyi-kötü bir ´film´ yarattıkları için…
EŞREFPAŞALILAR
İzmir´in bitirimleriyle ünlü Eşrefpaşa´sından İstanbul´a gelip yerleşen iki eski dost. Biri, karanlık tarafı seçmiş bir mafya babası, diğeri küçük mahallesinin namusunu koruyan bir kahveci. Mahallenin metruk camisine tayin olan bir hoca ve gelişen olaylar… Tiyatro Anse´nin (Ankara Sanat Evi) üç yıldır, 400´den fazla sahnelenmiş oyununun beyazperde versiyonu ´´Şehnaz Tango´´ adlı TV dizisiyle bilinen Hüdaverdi Yavuz tarafından yönetilmiş. Eser ve senaryo ise Burak Tarık imzalı. Kesilen ´racon´lar, delikanlılık tiratları, küfür ve argodan uzak durduğunun altını çizen mizahıyla ´´Eşrefpaşalılar´´, şansını sahneden sonra perdede deniyor. Sinema büyüsünden uzak yapım, maalesef oldukça zayıf. Bir vaaz kıvamındaki metin, inandırıcı değil. Perdede bir slogan şeklinde duran film, yavan bir sinema örneği. Bir de şu zorlama raconlar, delikanlılık manifestosu, ´kardeşim-kardeşiz´ durumları, kurtuluş ve arınma formülleri… En merak ettiğim nokta ise, filme Eşrefpaşalılar ne der, o…
MURAT ERŞAHİN