48. ALTIN PORTAKAL´IN ARDINDAN
48. Hasat, geriye kalanlar ve sinema bilinci
Altın Portakal’ın 48. hasadı oldukça bereketsizdi. Bu yılki ürünler tat vermedi. Adana Altın Koza’nın ‘zayıf’ dediğimiz yarışma filmleri, Antalya’ya göre bir üst lige aitti. Geriye ne kaldı 48. Antalya’dan? Ulusal Yarışmanın ‘epey’ zayıf filmleri, darbe ve sansür nedeniyle 1979 ve 1980’de verilemeyen ödüllerin sahiplerini bu yıl bulması, ‘sanatta sosyal sorumluluk ödülü’nü alan Rutkay Aziz’in ‘anlamlı ve yerinde’ ödül konuşması, film sonrası gerçekleşen soru-cevapların küçük Portakal Cafe’den, büyük festival çadırına taşınması, Nuri Alço ve Ahu Tuğba’nın geç gelen 79-80 ödüllerinden bazılarını sahiplerine sunması, üstüne üstlük Ahu Tuğba’nın ‘mana yüklü’ konuşması, ‘ve kadın dünyaya dokundu’ ana temasıyla, sinema özelinde, kadının günlük hayattaki vazgeçilmezliğini yeniden anımsatmaya çalışan festivalin, bütün jürilerin tamamını kadınlardan oluşturması, ulusal yarışma ön jürisi ve ana jürisinin tartışılan ve hep tartışılacak kararları, film ekipleri ve medya mensuplarının birbirinden ayrılarak farklı otellere yerleştirilmesi, genel tevazu eksikliği –şöyle ki, genç gazetecilerden, kısa metraj, belgesel, uzun metrajla uğraşan genç sinemacılara, hemen herkesin ‘itici bir şımarıklık’ ruh haliyle davranması. ‘Ben oldum artık’ mevzuunun çok sinir bir hal alması. ‘Filmimle çığır açacağım’ halet-i ruhiyesi. Ödül töreninde sıkça dile getirilen ve ağızlara yerleşen ‘öteki’ vaziyeti. Antalya halkının, özellikle ulusal yarışma galalarına gösterdiği büyük ilgi, film gösterimleri öncesi AKM’nin perdesine zorunlu yansıyan ‘Türk sinemasında 1980’li yıllarda kadın oyuncular’ temalı tanıtım filminin ezberlenmesi. Yapımın, adı geçen oyuncuların filmlerinden alınan ve festival boyunca dilimizden düşürmediğimiz ‘unutulmaz’ diyalogları: Başta; ‘Kazandın, ama ne kazandın?’, ‘yarın sabah seni dom’a götüreceğim’, ‘dul kadın eti tatlı olur’, vs. gibi. Her yarışma filmi öncesi, hınca hınç dolu salonda ayakta kalmamak adına tanıtım filmi ve reklamlar dahil her şeyi izleyen ‘bizim büyük çaresizliğimiz’. Son olarak; festivale emeği geçen bütün emekçilerin alın teri.
Kazandın ama ne kazandın?
Bu yılın ulusal uzun metraj film yarışmasına gelelim. Hemen her filmde ‘hoş bir an’ peşinde koşan benim gibi bir sinema yazarını bile umutsuzluğa sevk eden, ‘sinemadan çıkmış insan’ ruh durumuna girmemi engelleyen yapımlar... Geç dağıtılan 1979-1980 ödülleri için yarışan birbirinden önemli filmlere bakınca durumu daha iyi ayırt ediyor insan: sinemamızda bu yıl yaşanan kan kaybı. Üretim önemli tabii ama ‘nitelik’ çok daha önemli. Ortak bir dil, yeni bir akım, yeni bir sinema anlayışına ulaşmak için taşlı, uzun bir yol var önümüzde. Önüne gelenin dijital kameraya sarılıp, bilinçsizce üretmesi, kaliteyi öteleyip, ‘sinema’yı zedeliyor. Biçim ve stili geçelim, bir meseleniz, bir anlatım tekniğiniz, çözümünüz, estetik bilginiz, genel kültürünüz yoksa neden sinemayla uğraşır ki insan? Sizi rahatsız eden, dünyayla, ülkeyle, yaşadığınız yerle ilgili bir sorununuz, derdiniz yoksa, kafanızdaki meseleler sizi hayatın atar damarına katmıyorsa neden sinema? Çekebilirsiniz tabii istediğinizi, ama yarışmalar ve ticari gösterimlere katılmak neden? Gösterin çektiğiniz filmi aile ve arkadaş çevrenizde, eğlenin, oyalanın. Ama ‘ben sinema yapmak istiyorum’ dediğiniz zaman, işte o zaman iş değişiyor. Sorumluluk, bilinç ve yetenek giriyor devreye.
Bu yılın ön jürisinden başlamak gerek. Dışarıdan konuşmak kolay olsa da; açık seçik bir takım gerçekler var ortada: kötü filmler. Yarışma için başvuran filmler arasında iyi film az olabilir. O takdirde, sadece ‘o filmleri’ seçmek gerekir. Festival komitesi, ‘siz şu kadar film seçmek zorundasınız’ diyebilir. O zaman, ben bu jüriden affımı istiyorum dersiniz. Bu çok ciddi ve sorumluluk gerektiren jüriye dahil olunduysa, gereği yapılmalıdır. Yedi film mi hak ediyor, sinemamız adına çok önemli bir itici güç ve pazar olan ‘Altın Portakal’da yarışmayı? O takdirde, o yedi filmi değerlendirmelidir jüri.
Yılın ulusal yarışma filmlerine ve ana jürinin kararlarına gelelim… Bu yıl, ‘en iyi film’ olmak için yarışan on üç yapım arasında, dokuz ‘ilk film’ yer aldı. İlk film var, ilk film var tabii ki. Bir “Sonbahar”, bir “Çoğunluk” var. Bir de diğer ilk filmler. Bu, diğer ilk filmler arasında yer alan “Güzel Günler Göreceğiz”i, ‘en iyi film’ olarak seçti ana jüri. Üstüne üstlük, en iyi senaryo ve en iyi kurgu ödüllerini de verdi. Filmin senaryosu ve kurgusu ‘olmamıştı’ bence. Diyaloglar özensizdi. Aklıma takılan bir sahne: filmin karakterlerinden komiser İzzet, sevdiği genç kadına, Figen’e şöyle der: ‘kırsal bir yere kaçalım’… Filmin yönetmeni Hasan Tolga Pulat’ın festival katalogunda yer alan özgeçmişinde aynen şöyle yazıyor: “Furkan Kızılay’ın (“Çocuklar Duymasın”ın ‘havuç’u) çıkardığı müzik albümündeki, ‘Aşıksın Sen’ isimli parçanın video klip senaryo yazarlığını ve yönetmenliğini üstlenmiştir.” Genç yönetmenin filminde de klip ve televizyon dizisi-filmi mantığı ve biçimi vardı zaten. Festivalin bence en zayıf filmlerinden birine ‘en iyi film’ ödülü vererek, yeni bir sinema hevesine, zekâsına ve bilincine ket vurdu ana jüri. Bu, Türkiye’deki sinemanın geri adımıdır.
“Hicaz” adlı filme değinmeye gerek yok. Akıl alacak gibi değildi. Hiçbir ödül almayan “Hangi Film?”in bütün yanlışlarına ve hatalarına rağmen ‘kötü’ statüsünde olmadığını söylemek zorundayız. “Nar”ın görmezden gelinmesi ve ‘Ümit Ünal’a gönül almak için ‘icat edilmiş’ bir jüri özel ödülü verilmesi hoş kaçmadı. En azından, senaryo ödülünü hak ediyordu “Nar”. “Can”ın başrol oyuncusu Selen Uçer’in müthiş performansının ödüllendirilmemesi ayrı bir tuhaflıktı. ‘Görmezden gelmek’ bu olsa gerek.
“Zenne”, ‘eksiklerine’ rağmen yarışma filmlerinin, “Nar” ile birlikte en iyilerindendi. Başrol oyuncularından birinin, ‘yardımcı oyuncu’ olarak ödüllendirilmesi de tartışılabilir. “Zenne”ciler, fazla ilgi ve alkışın etkisinde kalmadan, hevesle ve mütevazılıkla sinema yapmaya devam etmeliler.
“Lüks Otel”, kolektif, gerillavari bir çalışmanın ürünüydü. İyi niyetliydi. Plastiği özenliydi. Hedef, ‘iyi sinemaydı’ ekip için. Olmamış çok tarafı vardı ama yönetmen-senarist ve görüntü yönetmeni Kenan Korkmaz ümit vaat ediyor.
“Canavarlar Sofrası” teatral havası ve sinemaya mesafeli tavrı haricinde, ‘mesele ve rota’ olarak önem arz ediyordu. Ramin Matin’de devam etmeli çekmeye. Çok tanıdık ve ‘kusurlu’ “Geriye Kalan”ın, en iyi yönetmen ödülünü kazanması, tuhaf olmayan kararlardandı. Çiğdem Vitrinel’in ikinci uzun metrajını beklemek gerek.
Popüler dizi “Behzat Ç.”nin beyazperde macerası, “Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm”, dizinin perdeye taşınmış hali olmasına rağmen, ‘kötü filmler’ arasında sırıtmadı. Sahici sinemanın manifestosu olarak sunulan “Ön Görüye Ağıt” kaçırılmış bir fırsattı kanımca. Sahici ve dürüsttü ama daha sahici ve daha ‘gerçek’ olmak adına gereken yapılmamıştı. Eksikti.
Bazı olmadık ödüllerin, olmadık filmlere verilmesinin yanı sıra; festivalde sıklıkla dile getirilen şu ‘öteki’ meselesine de değinmek gerek. Sadece etnik ve cinsel anlamda ‘başka’ olan mıdır öteki olan? Öteki olmak, tamamen bir yalnızlık, farklılık içermez mi? Uzağa düşmek değil midir? Korkunç kalabalıktan uzakta olmak, anlaşılmamak, değeri bilinmemek, göz ardı edilmek, kızılmak, sayılmamak, yok çıkmak, unutulmak… Öteki olmak, bilinç gerektiren daha ciddi bir meseledir. Her zaman ve her yerde kullanılacak, ‘öylesine’, popüler bir kavram değildir ‘öteki olmak’. Karşılığında, acı, yalnızlık, birikim ve emek yatar.
Seneye 49. Altın Portakal gerçekleşecek. Daha iyi ‘ilk filmler’, daha olmuş yapımlar, daha bilinçli seçimlerle karşılaşmayı dileyerek ayrıldık Antalya’dan. Sinemamız adına ‘umutsuz’ bir yılı geride bırakarak… Bunu; zayıf bir mahsul olarak değerlendirebilir miyiz? Gelecek adına, kaliteli üretim anlamında umut var mı? Konuşup, tartışacağız elbet. Bekleyeceğiz. Umudu yitirmemeliyiz. Gerçekten “öteki” olana gereken değeri vermek, sinemamız adına değerli filmler izlemek için, sanatçısından, yazarına, sektörün bütün emekçilerinden, izleyicilere kadar, alın teri, titizlik, sorumluluk duygusu, tarafsızlık, çalışma ve destek gerekiyor. Belki de, sanatçılar, yaratıcılar başta olmak üzere, var olması gereken yedinci sanat bilinci. Üstünkörü, alelacele, kısa soluklu, ödül odaklı, yaptım-oldu bir bilinç değil; koşulsuz sinema sevgisiyle süslenmiş bir bilinç. İnsandan, gelecekten, sanattan, bilimden ve umuttan yana.
MURAT ERŞAHİN
MURAT ERŞAHİN´İN HAFTANIN FİLMLERİYLE İLGİLİ 14 EKİM 2001 YAZISINA GİDİN