31 TEMMUZ 2020
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bu hafta, yani 31 Temmuz 2020’de vizyon yine filmsiz. Bildiğiniz üzere, sinemalar kapalı. Siz değerli okuyucularla, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş Temmuz sayılarında yayınlanmış eski yazılarımı paylaşmak istedim. Bu hafta, 2013 yılının Temmuz ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Temmuz’unda sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!
Sinema Dergisi / Sinemadan Çıkmış İnsan (Temmuz 2013)
MAN OF STEEL
Uçtu uçtu kim uçtu!
Christopher Nolan, Amerikalı süper kahramanlar liginden ‘Batman’i, karaktere ağırlık veren bir bakışla, daha derinlikli, ağırbaşlı ve karanlık biçimde baştan yaratmıştı. Başarılı da olmuştu. Aynı formül, gedikli süper kahraman ‘Superman’ karakterinde işlememiş. Jerry Siegel ve Joe Schuster’in yarattıkları ‘en kahraman’ karakterin yeni sinema versiyonunun öyküsü, Christopher Nolan ve David S. Goyer tarafından yazılmış. Yeni nesle seslenecek ve klasik kahramanı modernize edip, sistemi besleyecek senaryo, yine; Goyer tarafından uyarlanmış. Yönetmen koltuğunda ise, ‘300’, ‘Watchmen’ ve ‘Sucker Punch’ gibi stilize işlerin ‘parlak’ ismi Zack Synder oturuyor. Yaratıcı kadro iddialı ama ortaya çıkan işe gelirsek, ‘klasik öyküyü alın, geri neyi kalır ki’ durumu var perdede… Önceki Superman filmlerinden fazlası yok! Sadece işin şıklığı ve iddiasında yapım. Buna karşılık gürültülü, içi boş, yavan bir aynılık öyküsü duruyor karşımızda. Renkli, hafif, son derece naif, eğlenceli bir süper kahraman olan namı diğer Clark Kent, ‘karanlıkla’ haşır neşir olacak diye, zorlama bir takım numaralar, detaylar eklenmeye çalışılmış klasik öyküye. Ama omurgada bir değişiklik olmadığı gibi, yama şeklinde göze batıyor ayrıntılar.
‘Genetiğiyle oynanmaya çalışılmış bildiğimiz süper kahraman bu!’ diye düşünüyor insan filmin ortasında. Dramatik eklemleme çalışmaları, sadece yavanlık ve uyku getiriyor. Seri haline gelmiş, uzadıkça uzamış bildik, fazla tanıdık işlere, alternatif olarak getirilmiş prequel sistemi de oldukça sırıtmış. ‘Birçok macera izledik ama bu adam bu noktaya nasıl geldi; izle, öğren’ mantığının temelini oluşturduğu ‘prequel’, Superman’e hiçbir şey eklememiş, hatta süper kahramanın belki de en sevimli ayrıntısı olan telefon kulübesinde kılık değiştirme işlemini ötelemiş. Bu filmden sonra başlıyor anlayacağınız; güme gitmiş şahane ayrıntı. 1978 tarihli Richard Donner filmini tek geçerim Superman’in beyazperde macerası denince.
Öyküsünü, ‘The Godfather / Baba’ ile efsaneleşen Mario Puzo’nun yazdığı filmde, ‘Superman-Clark Kent’i, artık aramızda olmayan Christopher Reeve canlandırmış, aktör; popüler süper kahramanla özdeşleşmişti neredeyse. Christopher Reeve öldüğünde, bütün telefon kulübeleri öksüz kaldı, biliyorsunuz! Superman’in biyolojik babası Jor-El, 78 yapımı filmde Marlon Brando tarafından oynanmıştı. Dünyadaki babaya da, bir diğer usta aktör Glenn Ford hayat vermişti. İkisi de babaydı gerçekten! Superman’in ezeli düşmanı Lex Luthor rolünde Gene Hackman unutulmazdı. ‘Lois Lane’ ise Margot Kidder olarak çakıldı belleğe. Yeni filmde süper kahraman rolünü, genç bir İngiliz, kaslarıyla öne çıkan Henry Cavill üstleniyor. Kendisini, ‘Immortals / Ölümsüzler: Tanrıların Savaşı’ adlı filmde kaslı mitolojik kahraman ‘Theseus’ rolünden anımsayabiliriz. Yeni filmde, kötü adam ‘General Zod’u psikopat kıvamında Michael Shannon canlandırıyor. Yeni ‘Lois Lane’ ise Amy Adams. Russell Crowe ve Kevin Costner, iki baba rolündeler. İkisi de sevimsiz. Özellikle Costner, ‘öğreten adam ve oğlu’ karikatürüne bağlamış ‘Superman’le ilişkisini. General Zod ise, Richard Lester imzalı ‘Superman 2’de Terence Stamp tarafından oynanmıştı. Eksiksizdi Stamp. Shannon, yüzüne ‘taktığı’ ve hemen her filmde taşıdığı aynı bakışla çıkıyor karşımıza. Son tahlilde, daha gerçekçi, karanlık, yaratıcı oluşlardan söz etmek çok kolay değil. Fikrimce Bryan Singer imzalı 2006 tarihli ‘Superman Returns / Superman Dönüyor’ dan daha iyi değil yeni film. Sırtını, sadece son derece gelişmiş bilgisayar efektlerine dayamış, fena halde gürültülü, alelade bir yeniden çevirim olmuş ‘Man of Steel’.
STAR TREK: BİLİNMEZE DOĞRU
‘Işınla bizi Scotty’yi özlemek…
1966’da Gene Roddenberry tarafından yaratılmış, bütün dünyada bir fenomen halini almış efsane TV dizisinin, J.J. Abrams imzalı beyazperde versiyonu, ülkemizde 2009 Mayıs ayında vizyon görmüştü. 70’lerin ortasından itibaren ülkemizde de vazgeçilmez bir alışkanlığa dönüşmüş olan 43 yıllık miras ‘Uzay Yolu’, Abrams tarafından modernize edilmiş, zaman geriye sarılmış; kahramanlarımızın, Kaptan Kirk’ün, Mr. Spock’ın, Doktor McCoy’un ve diğerlerinin öyküsü, yani seyir defteri, en başından anlatılmıştı. Tanıyıp bildiğimiz bütün Uzay Yolu ekibinin gençlikleri ve efsane gemileri Atılgan ile çıktıkları serüvenlerin öncesi, filmin öyküsünü oluşturuyordu. Modern bir prequel olan yapımda, Kaptan Kirk’ün, Mr. Spock’un, Doktor McCoy’un, çekici teğmen Uhura’nın, Teğmen Sulu’nun, ışınlama görevlisi mühendis Scotty’nin, Rus asıllı taktik subayı Chekov’un ortaya çıkma, birbirlerini tanıma ve efsanenin başlangıcına dek yaşadıklarını izlemiştik. Kaptan’ın seyir defterini yıllar sonra yeniden aralamak, büyük nostaljiyi yaşamak ve ‘bütün o eski şeyler gibi güzel’ görünen yeni uyarlamayı keşfetmek hoştu tabii. ‘En İyi Makyaj’ dalında Oscar sahibi film, bir seriye dönüştüğünün kanıtı olan yeni macerasıyla çıkageldi. Bilimkurguya, bolca aksiyon ekleyen yapım, ekibin ezeli düşmanı Khan’ı çıkarıyor karşımıza. Uzay Yolu evreninin tanıdık kötüsü, dizi bölümlerinde ve 82 tarihli ‘Star Trek: The Wrath of Khan’ filminde, Ricardo Montalban tarafından canlandırılmıştı. İngiliz aktör Benedict Cumberbatch yeni Khan rolünde kötü değil ama işte nerede emektar Montalban? Atılgan ekibinin gençliğine Khan da ayak uyduracak tabii, çare yok!
Bilgisayar efektleri, görselliği, temposu yerli yerinde olan film, içerik anlamında epey boş. Seriyse seri, eyvallah diyor insan ama ya hikâye? İki saatten fazla süresiyle, keçiboynuzu tadında bir iş olmuş yeni film. ‘Çok kötü denemez ama nerede Uzay Yolu dokusu, ruhu’ diyor içinizde yaşayan, Uzay Yolu müdavimi çocuk. Nerede o eski Cumartesi günlerinin iple çekilen alışkanlığı, sonra, ‘ışınla bizi Scotty’ komutunun kırılgan ve telaşlı naifliği… Bir hızdır, delice bir aksiyondur, son sürat bir yeni teknoloji şovudur gidiyor. Otomatik açılıp kapanan uzay gemisi kapılarından, nerelere geldik gösterisi. Cafcaflı bir efekt banyosu! Sonra, uzay boşluğunda, karşısındakine tekme tokat girişip, yeni nesil aksiyon kahramanlarına dönen mürettebat, azalan yabancı yaşam belirtileri, altı fazla çizilen Spock-Uhura aşkı, bir şeyler oluyormuş gibi yapıp, ‘bu mudur’ dedirten durum ve sonuçlar… Kap kağıdı çok şık ama içi tın tın!
KUTSAL MOTORLAR
‘Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta. Her şey naylondandı o kadar.’
Geyikli Gece – Turgut Uyar
1991 tarihli büyüleyici ve devrimci romantik dram ‘Les Amants Du Pont-Neuf / Köprü Üstü Aşıkları’ ile yüreğe yerleşen yaman Fransız Leos Carax’ın yeni filmi, son derece provokatif, sarsıcı ve güçlü bir sistem eleştirisi. Gerçeküstü oluşlara yer veren lezzetli film, olabildiğince hüzünlü, duygu dolu ve delice. Eylemin diriliği, tazeleyici, onarıcı etkisiyle süren koşuşturma içinde, durup hayatlarımıza bakan ve işte budur, ‘bundan fazlası değil’ diyen filmin ana kahramanı, tuhaf, eksantrik bir iş adamı. Adı Oscar. Sıradan bir iş günü içinde, Paris sokak ve caddelerinde on bir ayrı karaktere bürünüyor. Farklı öyküler yaşıyor. Farklı insanlara, duyarlıklara, gerçeklere dokunuyor. Onun da işi bu! Bir limuzinin içinde, mikrofonla konuştuğu şoförüyle bir başına. Araba, bir sonraki adrese doğru yol alırken, o çeşitli kılıklara giriyor içerde. Bazen bir dilenci, bazen son vedasını edecek yaşlı bir adam, bazen kanalizasyonda yaşayan ‘Bay Merde’ olarak. Nedir normal veya olağanüstü olan? Gün sonunda bizi bekleyen hücremize, garajımıza dönerken kendi gerçeğimizle yüzleşebiliyor muyuz, asıl mesele bu! Yenilginin damakta bıraktığı o perişan tadı alabilmek. Karanlıkta gizlenen aksak umudu, her şeye rağmen devam etme mecburiyetini, kabullenişin ve başımıza gelen ‘şeyin’ hüzünlü karanlığını… Dev aktör Denis Lavant, on bir ayrı karakterde kelimler ötesi…
Leos Carax’ın, Michel Gondry ve Joon-ho Bong ile yönettiği üç ayrı bağımsız kısa filmi içeren 2008 tarihli ‘Tokyo!’da, yine Denis Lavant tarafından canlandırılan müthiş ‘Merde’ karakterini yeniden perdede görmek, izahı zor bir keyif. Salt öykü değil; bir şiir, bir happening gösterisi, bir başka deneme ‘Kutsal Motorlar’! Sürdürdüğümüz hayatların, cebimizde dolaştırdığımız kimliklerin, üstü yazılı kartvizitlerin, yalancı statülerin sorgulanacağı, varoluşa ve gidişata dair çok ciddi satırbaşları yapan özel bir film. Sadece seyirci kalmamak, hissetmek ve dokunmak gerekiyor perdedekine. Yenilikçi, yürekli ve lirik şov, yedinci sanatın kendisine bir saygı duruşu ayrıyeten. Unutulmaz anların, zihne çakılan sahnelerin, içimizdeki devrim ateşini yakan planların filmi. Iskalanması, sağlığı bozar! Restorasyon bekleyen tarihi bina gibi yürek. Edip Cansever’in dizeleri gibi hissiyatın geneli: ‘Eskimiş, kırık dökük, yorgun bir otel bile değildim ki o günden bu güne. Ya çekip gitmişlerdi bir bir ya da yaşayıp ölmüşlerdi otelleriyle.’
(Sinema Dergisi / Sinemadan Çıkmış İnsan / Temmuz 2013)
MURAT ERŞAHİN