Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

30 NİSAN 2021

29 Nisan 2021 Perşembe 19:50
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. Tam bir yıl geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle olacak/oluyor! Yani ‘tarihte bu haftaya’ bakacağız! Bu hafta yine eskiye, 30 Nisan 2010’a dönüyoruz ve tam tamına on bir yıl önce bugün vizyona ne girmiş, tekrar anımsıyoruz…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler! 

Vizyon madem halen filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ öneriyor!

ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

L’Atalante
(Yönetmen: Jean Vigo / 1934)

Playtime
(Yönetmen: Jacques Tati / 1967)

Le Mépris / Nefret
(Yönetmen: Jean-Luc Godard / 1963)

La Notti di Cabiria / Cabiria’nın Geceleri
(Yönetmen: Federico Fellini / 1957)

Carmen
(Yönetmen: Carlos Saura / 1983)

Güncel öneriler


Filmler:

Homunculus 
(Yönetmen: Takashi Shimizu)
Hafızasını kaybetmiş evsiz bir adam, deneysel bir tıbbi müdahalenin ardından insanların en derin travmalarını görme yetisi kazandığında gerçek ile hayal iç içe geçer. Hideo Yamamoto tarafından yaratılmış Japon manga serisinden perdeye uyarlanmış gizemli ve fantastik hikâye, korku unsurları içeriyor.

Love and Monsters / Aşk ve Canavarlar
(Yönetmen: Michael Matthews)
Canavarların yol açtığı kıyametten yedi yıl sonra, sevimli ve talihsiz Joel eski sevgilisiyle yeniden buluşmak için rahat sığınağını arkasında bırakır. Komediden aksiyona uzanan yelpaze serüven, seyir sevki veriyor.

Nasipse Adayız
(Yönetmen: Ercan Kesal)
SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) Ödüllerinde en iyi film ve en iyi yönetmen dahil olmak üzere beş dalda heykelciği elde eden politik hiciv, Siyaset dünyasında kendine yer edinmeye çalışan Doktor Kemal’in öyküsü! Belediye başkanı adayı olmak için her yolu denemeye hazır olan doktor, gerçeklere dokunmaktan öte yaklaşacaktır! Trajikomik…

Radioactive / Radyoaktif
(Yönetmen: Marjane Satrapi)
Ünlü bilim insanı Marie Sklodowska-Curie’nin, dünyayı değiştiren Nobel ödüllü keşfinin gerçek öyküsü! Lauren Redniss’in kitabından, ‘Persepolis’le Oscar’a adayı olan İranlı yönetmen Marjane Satrapi tarafından beyaz perdeye uyarlanan yapımda, yaman aktris Rosamund Pike’a, Sam Riley eşlik ediyor!

Never Rarely Sometimes Always / Asla Nadiren Bazen Her Zaman
(Yönetmen: Eliza Hittman)
Kırsalda yaşayan genç bir kız istenmeyen bir hamilelik yaşar ve tıbbi yardım almak için kuzeniyle birlikte New York’a gider. .Eliza Hittman’ın yazıp yönettiği bağımsız ve aslan ruhlu öyküde, Sidney Flanigan, Talia Ryder ve Theodore Pellerin’i izliyoruz.


Diziler:

Mare of Easttown
(Yönetmen: Brad Ingelsby)
Küçük bir kentte işlenen gizemli bir cinayeti araştıran dedektif Mare Sheehan, vakanın üzerinde ilerledikçe iç dünyasında da farklı çatışmalar yaşar. Oscar'lı yıldız Kate Winslet’ın başrolde olduğu gizemli suç dramının oyuncu kadrosunda Julianne Nicholson, Jean Smart ve Evan Peters gibi isimler rol alıyor. 

Shadow and Bone / Gölge ve Kemik
(Yönetmen: Vanya Asher)
Yetim bir haritacı olan Alina Starkov, savaştan parçalanmış dünyasının kaderini değiştirebilecek bir gücü açığa çıkardığında, karanlık güçleri karşısında bulur. Fantastik aksiyonda, genç ve başarılı aktris Jesse Mei Li başrolü üstleniyor!

Fatma
(Yönetmen: Özgür Önürme)
Temizlik işlerine giden Fatma, kayıp eşi Zafer’i ararken beklenmedik bir kaosun içine çekilir. Fatma kimsenin şüphelenmediği görünmez bir ‘temizlikçi’ olduğunu fark eder. Yerli yapım, gerilimli suç öyküsünde başrolü üstlenen Burcu Biricik’e, Mehmet Yılmaz Ak ve usta aktör Uğur Yücel eşlik ediyorlar.

El inocente / Şantaj
(Yönetmen: Oriol Paulo)
İspanyol yapımı mini dizi, gizem yüklü bir suç dramı! Kasten işlemediği bir cinayet, genç bir adamı entrikalarla dolu bir ağa sürükler. Özgürlüğüne kavuştuğunda gelen bir telefon onu tekrar aynı karanlığın içine çekecektir!

Devils
(Yönetmen: Ezio Abbate, Elena Bucaccio, Nick Hurran)
İtalya-Fransa-İngiltere ortak yapımı gerilimli dram, Guido Maria Brera’nın ‘Diavoli’ adlı romanından uyarlanmış. Büyük bir Amerikan yatırım bankasının Londra ofisinde çalışan Massimo Ruggero, kendisini Avrupa’yı sarsan uluslararası bir finans savaşının ortasında bulur. ‘Devils’, finans dünyasının kirli politik bağlarını gözler önüne seren sarsıcı bir dram!


Vizyonda bu hafta (30 Nisan 2010)

Haftanın film sayısı altı. Bu kez firemiz yok. Haneke’nin yeni başyapıtı ‘Beyaz Bant’ ve beyazperdeye yazılan şiir ‘Parlak Yıldız’ kaçırılmaması gerekli iki film. Herkese iyi seyirler ve yaşasın 1 Mayıs!

PARLAK YILDIZ
İki genç insanın aşkı… Ne ve kim olduklarının ötesinde, şiire ve sahici aşka olan gerçek sevdalarıyla, çevrelerini, birbirlerini, dokundukları ve nefes aldıkları her yeri ‘insan’ kılan iki aşık. Duyularla ilgili bir film Jane Campion’un ‘Parlak Yıldız’ı. Yirmi altı yaşındayken hayata veda eden ünlü İngiliz şair John Keats ve büyük aşkı Fanny Brawne’nin ilişkileri, şiirin ve duyguların gücü, yaşadığımız hız ve bozulma çağında inanılması güç bir duyarlılık ve hemen bütün duyguları harekete geçiren enfes bir görsellik. Keats (1795-1821), ‘güzellik doğruluktur, doğruluk ise güzellik, hepsi bu. Yeryüzünde bildiğin ve bilmen gereken her şey’ der bir şiirinde. Bir güzelliği sevip aşık olur. Dizelere layık bir aşktır bu. Doğru yaşanmalıdır. Yaşanması gereken tek şeydir belki de adına ‘ömür’ dediğimiz sürecin içinde. Yoğunluğu önemlidir. Kalıcılığı, gerçekçiliği… ‘Şiir duyularla anlaşılır’ der sonra romantik şair, Sevdiği Fanny’nin ‘şiirin nasıl bir şey olduğu’ sorusu karşısında. Verem olan kardeşine bakan Keats, Fanny Brawne’a aşık olur ama lanet hastalığa kendisi de yakalanmıştır. Kavuşmasız, temassız bir aşktır onlarınki; ‘gerçek aşk’ bu değil midir zaten? Anlamaya çalışmak, bitişik odaların duvarlarında birbirlerinin ellerini, dudaklarını aramak, ortak kelimeler üzerinden tanımlar bulmak, renkleri, doğayı izlemek, doğanın huzur veren dinginliği içinde şefkate, içtenliğe dokunmak, birinin sevdiği kediyi daha sonra ötekinin okşaması… Aşkın tuhaf gizemi, Fanny’nin iplikleri ve Keats’in dizeleriyle karşımızdaki perdede ruhumuzu okşayan çoktan unutulmuş duyarlıklar. ‘Aşk hiç biter mi?’ sorusu sonra… Greig Fraser’in şiir görüntüleri, on dokuzuncu yüzyılın romantik eserlerinde kalmış, kirlenmeyi reddetmiş yüzleriyle Ben Whishaw ve Abbie Cornish’in ‘gerçek’ performansları, Campion’un yetkinliği ve duygulara seslenen bir şiir-film. Beyaz bir duvarın karşısında kendini ve gerçeklerini unutarak oturup, o duvara asılı güzelim tabloyu izlemek gibi… Sonra sokaklarda değil de, o tablonun eflatunlarla kaplı koruluğunda yürümek gibi. Yürürken ağlamak gibi. Kendine, ‘ben hiç aşık oldum mu?’ diye sorarken yakalanmak gibi. Gencecikken ve aşıkken aniden yitip gitmek gibi.

BEYAZ BANT
İzleyicisine ‘huzursuz seyirler’ dileyen bir ustanın, Michael Haneke’nin büyük ses getirip, ödüllere boğulmuş yeni filmi, faşizmin kökenlerine MR çeken ve yanıt vermekten çok sorular soran ‘özel’ bir yapım. ‘Altın Palmiye’li “Beyaz Bant”ta Haneke, bizi Bergmanvari bir köye götürüp bırakıyor. Kötü niyetle, entrika ve sırlarla örülü bir yer burası. Korunaksız, tedirgin, kuşkucu, ikiyüzlü, korkan ve üşüyen bir yer. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Almanya’nın kuzeyinde bir Protestan köyünde olup bitenler. Anlatıcılık yapan öğretmen, köyün çocukları ve onların aileleri.  Ceza ayinine dönüşen kabahatler, suçlar… Peki, bütün bu oluşların sorumlusu kim, ne? Kıta Avrupa’sının toplumsal kökenine doğru çıkılan hiçbir zamana ait olamayacak güçteki öykünün görüntü yönetmeni Christian Berger’in tarifi güç gövde gösterisi. Günümüz bilgisayar teknolojilerinin sinemaya olan desteğine meydan okuyan klasik kameranın siyah beyaz şöleni… Tokat etkisi yaratan bir açıklama. Kurguya gerek duymayan bir tarih dersi; zihne çakılan unutulmaz planlar, son tahlilde yedinci sanatın kişilikli ve arada sırada karşımıza çıkan örneklerinden biri. 

YEŞİL BÖLGE
Paul Greengrass için ‘görkemli bir düşüş’ olarak değerlendirebileceğimiz film, 2003’te Saddam Hüseyin’in devrildiği günlerde Irak’ta geçiyor. Irak çölünde saklandığına inanılan kitle imha silahlarını bulmak için görevlendirilen ABD’li askerlerinden biri, istihbarattan kuşku duymaya başlar. Politik oyunlar ve örtbas hareketleri, can pazarı haline gelmiş Bağdat’ta gündelik olaylar halini almıştır. Matt Damon’ı başrole oturtan film, Amerikan demokrasisini kutsarken, sağduyulu, ‘aklıselim’ ordu mensuplarına da saygıda kusur etmiyor. Anasının gözü bir film var perdede sonuç olarak. Güzelim ‘Bloody Sunday’i ve aksiyonu, politik bir gerilime bağlayan iki ‘Bourne’ serisini (Supremacy ve Ultimatum) imzalamış bir yönetmenin ‘Yeşil Bölge’yi çekmesi sadece duygusal (!) sebeplerle açıklanabilir. ‘Irak’ı Yeniden Canlandırma Projesi’ kapsamında yazılmış bir anı kitaptan perdeye uyarlanan filmin senaristinin, usta isim Brian Helgeland olduğunu belirtmekte yarar var. Bu başarısızlıkta onun da payı olduğunu anımsamak için…

AŞK ÇEŞMESİ
Roma’daki aşk çeşmesine atılan paraları toplayan Amerikalı bir kız ve sihirli bir şekilde kızın çekim merkezine giren paraların sahipleri… ‘Zorlama romantik komedi’ türünün üçüncü sınıf örneğinde, mümkünse bir daha karşınıza çıkmamalarını dileyeceğiniz iki başrol oyuncusu yer alıyor. Danny De Vito’nun yanlışlıkla eklemlendiğini düşündüğüm kadro dahil, nereden tutsanız elinizden kayıp giden bir film ‘Aşk Çeşmesi’. Manhattan’da bulunan ünlü Guggenheim müzesinde yapılan çekimler de işi kurtarmıyor.

BENİ UNUTMA
Duygusal dram, bir aşk hikâyesi ekseninde, dünyayı dolduran acımasızlığı, kayıplarımızla baş etmenin yaralayıcılığını ve sevdiklerimize daha çok zaman ayırıp, fedakârlık yapmamız gerektiğini hatırlatıyor. Öyküyü destekleyen başarılı atmosfer ve iki popüler başrol oyuncusuyla kendini izlettiren romantik yapım, dönüp dolaşıp 11 Eylül’e bağlanmıyor mu… Amerikalıların başına gelen trajediyi malzeme olarak kullanmak, bir yerine dek farklı bir ‘Endless Love’ kıvamında ilerleyen filmi epey hırpalıyor. 11 Eylül kayıplarından birinin öyküsü halini alıyor son tahlilde film ve onların ölümsüz anılarıyla yaşamanın erdemine değiniyor. Hayatın acımasız, zorba, kötücül yanlarıyla baş ederken, en yakınlarımız dünyanın öbür ucundayken ve sevgi sözcüklerimizi ertelerken sürekli, neleri kaçırıyoruz bir yandan. Gerçek kaybın anlamını gayet iyi bilen iki genç insanın aşkı diğer taraftan. Sadece bunlarla iyi giden öyküye 11 Eylül’ü eklemlemek, yaralıyor meseleyi. Durumlar gerçekten sahiciyken, ‘sahici tarihi’ oluşların onlara eklenmesi sevimsiz ve hesaplanmış kılıyor perdedekini.

KIYAMET MELEKLERİ
Kıyamet günü gelmiş çatmış, Tanrı insandan ümidini kesmiş. Cennet’i koruyan Mikail, duruma isyan edip, dünyaya geliyor. Kesip atıyor kanatlarını ve çölün ortasındaki köhne bir lokantada dünyaya gelmeyi bekleyen bir bebeği korumak için kolları sıvıyor. Bebek, insanoğlunun tek umudu. İki baş melekten diğeri, Cebrail ise ‘Allah yarattı’ demeden bütün insanları ve bebeği yok etme derdinde. Mesele bundan ibaret ama dini kavramlar bir süre sonra, Pazar vaazına dönüşüyor. Özel efekt departmanından yönetmen koltuğuna sıçrayan Scott Stewart ilk filminde, gösterişli efektler kullanıyor ama başvurduğu grafik şiddet estetiği ve western formüllerini, tekdüze, komik, sıkıcı hallere düşürüyor. İnsan, Paul Bettany gibi bir aktörden soğuyor zamanla. Dennis Quaid ve Charles S. Dutton, ‘biz paramızı alır, uzarız’ mantığındalar. Vücuda yazılmış çeşitli ilahi yazı ve çizileri okuyacak bir kâhin değilseniz, içine cin girip tavanda gezinen yaşlı teyzeler ve eli bıçaklı çocuk katiller dışında daha sahici korkularınız varsa ve en önemlisi, ‘kıyamet zaten gelip çatmış’ diyorsanız, devam filmi için meraklanmanıza gerek yok. İkinci film için bir isim önerisi de benden: çıkmayan candan umut kesilmez.

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar