Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

30 EYLÜL 2022

29 Eylül 2022 Perşembe 21:18
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz çok yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!


 

ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

In the Heat of the Night / Gecenin Sıcağında
(Yönetmen: Norman Jewison / 1967)

Scarecrow / Korkuluk
(Yönetmen: Jerry Schatzberg / 1973)

Dog Day Afternoon / Köpeklerin Günü
(Yönetmen: Sidney Lumet / 1975)

Stranger Than Paradise / Cennetten de Garip
(Yönetmen: Jim Jarmusch / 1984)

Love Streams / Aşk Irmakları
(Yönetmen: John Cassavetes / 1984)


 

Vizyonda bu hafta (30 Eylül 2022)

Sekizi yerli yapım olmak üzere toplam on bir yeni filme ev sahipliği yapıyor Eylül ayının son haftasına!
Haftanın notlarımız arasında yer alan tek filmi, Nazlı Elif Durlu’nun ilk uzun metraj kurmacası ‘Zuhal’. 

 

ZUHAL
-Bir ses gelmeyince fena!-

Üst orta sınıf bir kadın, başarılı bir avukat olan Zuhal, uzun süreli bir ilişki yaşamaktadır ve güzel bir evde yalnız oturmaktadır. Günlük koşuşturma içindeki sıradan hayatı, günün birinde apartmanda kendisinden başkasının duymadığı bir kedi sesiyle farklı bir hal alır! Geceleri onu uyutmayan bu kaynağı belirsiz sesin nereden geldiğini öğrenmek için yaşadığı apartmanda bir arayışa çıkıp, o güne dek hiç görmediği komşularının kapılarını çalar Zuhal. Kediyi bulamadıkça daha da garipleşen bu arayış, onun için yeni bir farkındalık doğuracaktır!
Nazlı Elif Durlu, kısa metraj filmlerinin ardından yönettiği ilk uzun metraj kurmacasının senaryosunu Ziya Demirel ile birlikte kaleme almış. Başrolü Nihal Yalçın üstleniyor. Fatih Al, Sarp Aydınoğlu, Sena Başdoğan ve Aysan Sümercan kadroyu oluşturan diğer isimlerden bazıları… Nihal Yalçın’ın güçlü solo performansını lokomotif alan yapım, Ulusal Yarışma seçkisinde yer aldığı 58. Antalya Altın Portakal’dan başrol oyuncusu Nihal Yalçın ile ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü kazanırken, 41. İstanbul Film Festivali’nden ‘Seyfi Teoman En İyi İlk Film’, ‘En İyi Senaryo’ ve ‘En İyi Kurgu’ (Selda Taşkın, Buğra Dedeoğlu) ödülleriyle ayrılmayı başarmıştı.
Karakterin özgürleşme ve farkındalık hikâyesi, ciddi bir bilinç ve kadın gücü üzerine sağlam bir temel inşa ediyor senaryosuna! Kendini ‘yalnız duymak’, erkek egemen, güce tapan egoist toplum, farkındalık ve hayata tutunma üzerine ‘düzgün’ bir anlatı ‘Zuhal’! Miranda July sineması, özellikle yönetmenin 2011 tarihli dramı ‘Future / Gelecek’ ile ruh ikizi olan yapım, fazla sayıda çağdaş ‘bağımsız’ film izleyen izleyici için duygusal bir dejavu etkisi doğursa da, belirli bir ilgiyi hak ediyor. (3 / 5)


Haftanın diğer filmlerine bakacak olursak…
Parker Finn’in yazıp yönettiği ilk uzun metrajı olan ‘Smile / Gülümse’ bir korku denemesi. Başrolünde Sosie Bacon’un rol aldığı yapım, bir hastasıyla ilgili tuhaf, travmatik bir olaya tanık olan Dr. Rose Cotter’ın öyküsü. Açıklayamadığı korkutucu olaylar yaşamaya başlayan doktor, hayatta kalmak ve ürkütücü gelişmelerden kaçmak adına, sıkıntılı geçmişiyle yüzleşmek zorundadır.
Litvanya-Fransa-Belçika ortak yapımı bilimkurgu macera ‘Vesper’, Kristina Buozyte ve Bruno Samper imzası taşıyor. Dünyanın ekosisteminin çöküşünden sonra, distopik bir gelecekte geçen film, çökmüş dünyanın çürüyen kalıntılarında yaşamını sürdürmek için hayatta kalma becerilerini kullanan, güçlü ve iradeli on üç yaşındaki bir kız olan Vesper’ı ve hasta babası, Darius’ı odak alıyor. Raffiella Chapman, Richard Brake, Eddie Marsan ve Rosy McEwen, filmin oyuncu kadrosunun öne çıkan isimleri.
‘The Good House / Yalnız Bir Evin Kahkahası’, şarap içmeyi ve kendi küçük sırlarını çok seven New England’lı sarkastik emlakçı Hildy Good’un lise aşkıyla yeniden karşılaşması sonrası gelişen olayları anlatıyor. Ann Leary’nin aynı adlı romanından uyarlanan romantik komediyi Maya Forbes ve Wallace Wolodarsky birlikte yönetmişler. İki yıldız ve usta oyuncu Sigourney Weaver ve Kevin Kline, başrolleri paylaşıyorlar.
Enes Hakan Tokyay’ın yönettiği yerli dram ‘Mekan’, Aura isimli restore edilerek yeniden açılan bir mekâna adımını atan insanların hikâyeleri arasında dolaştırıyor izleyiciyi. Zekeriya Akman, Doğuş Tunalı, Remziye Diri ve Helin Bilenler, oyucu kadrosunda yer alan isimler.
Duygusal dram ‘Alabora Aşk’, Alican Gebeş imzası taşıyor. Başrolleri Belçim Bilgin ve Cemal Hünal paylaşıyorlar. Erkan Cani İlhan Şeşen, Rüçhan Çalışkur, Tuna Orhan ve Ruhi Sarı, kadronun diğer isimleri. Bir Karadeniz kasabasında balıkçılık yapan Ali ile nişanlısı Esma’nın evliliklerine kısa bir zaman kala yaşanan acı bir olay ve yapılması gereken çok zor bir seçim!
‘Yanlış Anlama 2’, Aykut Taşkın’ın yönettiği bir komedi. Oyuncu kadrsounda Cemal Hünal, Yılmaz Gruda, M. Fatih Özkan’ın rol aldığı mizahi yapım, yemek yapma yetisini kaybettiğini düşünen bir şefin, Türkiye’den Azerbaycan’a uzanan, yanlış anlamalarla bezeli hikâyesini taşıyor perdeye. 
Serdar Aslan’ın yazıp yönettiği ‘Paralı Asker-Musul’, başlıca rollerini Mehmet Aslan, Ferit Aslan, Oktay Emre ve Sedat Arde’nin üstlendikleri bir aksiyon!
‘Ses: Sonu Olmayan Gece’, yeni taşındığı evinde kime ait olduğunu bilmediği bir cep telefonu bulan Özgür’ün öyküsü. Gizli numaradan gelen bir arama ile hayatının şokunu yaşar adam o andan itibaren tehdit edilerek telefondaki kişinin tüm söylediklerini yapmak zorunda kalır. İlk görevi, tanımadığı insanları evine çağırıp onlarla sabaha kadar sürecek gerilim dolu bir hesaplaşma yaşamaktır. Yusuf Özgü’nün yazıp yönettiği gerilimde başlıca rolleri, İbrahim Kendirci, Seda Alpat, Hasan Yavuz ve Doğan Siler üstleniyorlar. 
Mert Uzunmehmet ve Doğukan Mısır’ın birlikte yönettikleri korku-gerilim ‘Yudi: Yedikonak Cinleri’, emekli bir doktor olan Serdar, karısı Nur ve oğlu Onur’un ürkütücü öyküsü. Onur, bir trafik kazası sonucu engelli kalmıştır. Aile bütün tedavi yöntemlerini denemesine rağmen çözüm bulamamıştır. Annenin oğlunu tekrar eski haline getirme arzusu yüzünden yapmış olduğu su büyüsü, Yudi’ye biat etmiş olan tehlikeli cin kavminin aileye musallat olmasına sebep olur.
Çağrı Cem Bayraklı imzalı yerli animasyon ‘Hızlı Ayaklar-Olimpiyat Yolunda’, spor kariyerinde önüne çıkan talihsizlik ve engellere rağmen potansiyeline ulaşmak için çalışan Ali’nin hikâyesi!
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!

 


TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl öncesine, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.


Vizyonda bu hafta (30 Eylül 2011)
Bu hafta vizyonun merhaba dediği film sayısı sekiz. Saymakla bitmez… Woody Allen’dan, korku-gerilime, Kevin Smith’ten, animasyona; hemen her zevke, türe seslenen yeni haftanın üç filmi notlarımız arasında bulunmuyor. 1994’te vizyon gören, hamlet uyarlaması senaryosuyla her yaştaki izleyiciyi kendisine hayran bırakan Disney animasyonu ‘Aslan Kral’, günümüz teknolojisiyle yenilenmiş olarak, yine günümüz modasına uygun üç boyutlu olarak buluşuyor izleyiciyle. Danimarka yapımı bir başka üç boyutlu animasyon ‘Kurbağa Surat’ ve yerli korku örneği ‘Mühürlü Köşk’, notlarımız arasında yer almayan diğer iki film. Herkese iyi seyirler!

 

PARİS’TE GECE YARISI
Woody Allen’ın nefes alıp verdiğini bilmek rahatlatıcı. Sadece çok usta bir sinemacı olduğundan değil, sığlığa, sıradanlığa, yozlaşmaya teslim olan kültür evreninde, ‘bambaşka’ kalabildiği için. Şu kahrolası zalim, adaletsiz, kötücül dünyayı çekilebilir kıldığı için en çok. Ustanın 42. filmi, romantizmin başkenti Paris’te geçiyor. Bildik pırıltılı zekâsını ve ince mizahını, fantastik soslu bir romantizm masalında sergiliyor yine Allen. Her şeyin katili, hızla geçip giden zamana, aşka, yaratıcılığa, sanata, sistem eleştirisine, insanın özüne dair bir öykü perdedeki. Sıradan, ‘hızlı’ şeyler yazan ve hızla tüketilmesini izleyen Hollywood senaristi, müstakbel eşi ve onun muhafazakâr, zengin ve aşırı ABD’li ailesi, Paris’e gelirler. Sanat ve edebiyatın yüreğinin attığı şehirde, gerçek bir edebi eser yazmak isteyen kahramanımız, kendini 1920’lerin hatta 1890’lı yılların Paris’inde bulur gece yarısından sonra. Gündüzleri ise, günümüzün sığ ve tekdüze dakikalarını yaşamak zorundadır. İnsan-zaman ilişkisine içli bir ağıt çekmiş Woody Allen. Bugünden daha çekici, daha yaşanır görünen geçmiş. Nostalji’nin dayanılmaz hafifliği… Ya en çok arzuladığı dönemde nefes alıp verme imkânı bulsaydı insan, o zaman ne değişirdi? Filmin kahramanının, 1920’li yılların Paris’inde tanıştığı birbirinden ünlü isimlerle buluşturuyor bizi. Ernest Hemingway’le, Scott Fitzgerald ve eşi Zelda’yla, müthiş müzisyen Cole Porter’la, Luis Buñuel’le, Picasso’yla, Salvador Dali’yle, Matisse’le, dev şairlerden T.S. Eliot’la, ünlü sanat koleksiyoncusu Gertrude Stein’le, dans efsanesi Joséphine Baker’la; sonra ‘Belle Epoque / Altın Çağ’ a geçiyoruz. Toulouse-Lautrec çıkıyor karşımıza. Paul Gauguin, Edgar Degas. Kırmızı Değirmen / Moulin Rouge ile Maxim’in atmosferini soluyoruz içimize çeke çeke. Oyuncu kadrosuna gelelim. Owen Wilson’un önderliğinde, Marion Cotillard, Rachel McAdams, Michael Sheen, Fransa devlet başkanı Sarkozy’nin müzisyen eşi Carla Bruni, Kathy Bates, Adrien Brody resmi geçit yapıyorlar. Başrolde, hemen her köşesinden romantizm ve sanat fışkıran Paris var tabii işin aslı. Cole Porter’ın izahı zor hisleri, yüreğinizin ortalık yerine oturttuğu şahane şarkılar eşliğinde, Darius Khondji ustanın mükemmel görüntüleriyle geçiyorsunuz kendinizden. İnsanı ilgilendiren çok önemli meseleleri, akıl almaz bir sadelikte yedirmiş öyküsüne Woody Allen. Ustalık böyle bir şey işte diyorsunuz, filmin her karesinde. Gerçek sanatçı, gerçek sinemacı olmanın ne demek olduğunu, ustanın her zaman yaptığı gibi; perdeden yayılan bir tevazuuyla algılıyorsunuz. Onunla çağdaş olmanın verdiği o müthiş his yok mu. Tıpkı filmin kahramanı Gil’in, karşılaşıp müthiş heyecanlandığı efsane isimlerle bir araya geldiği anlarda duyumsadıkları gibi. Ne şanslıyız ki Woody Allen bu gün yaşıyor! 

 

ŞEYTANIN İNİ
Aktör-senarist-yönetmen Kevin Smith’in bildik alışkanlıkları dışına çıkıp çektiği korku-gerilim, aslında aykırı sinemacının sıklıkla yaptığı şeyi; yeni şekliyle taşıyor perdeye: eleştiri. ‘Clerks’, ‘Chasing Amy’ ve din dogmalarını tiye alıp, dine mizahi açıdan bakan ‘Dogma’ gibi filmleriyle sevilen, Amerikan Bağımsız Sineması’nın etkili ismi, bu kez ABD’nin ortalarına, derin Amerika’nın karanlık yanına taşıyor bizleri. Kiliselerini kurmuş olan köktendinci bir örgüt, tuzağa düşürdüğü birçok kurban gibi, kandırdıkları üç lise öğrencisi arkadaşı, ‘üs’ olarak hazırladıkları örgüt evine getirirler. Kilisenin hareketlerini izleyen ajanlar da bu çiftlik evini kuşatmakta geç kalmazlar. Başlayan kanlı çatışma, birçok değişkeni harekete geçirecektir. Amerika’nın geneli hakkında oldukça sert bir eleştiri yapmış Kevin Smith. Korku-gerilime, tavizsiz bir politik eleştiri eklemiş. Köktendincilerden, infazı yasallaştıran devlet organlarına, sokaktaki Amerikalının sorumluluğundan, sistemin ‘içsel şiddet sorununa’ dek birçok meseleyi kaşıyan film, sıfır tavizle yaklaşıyor öyküsüne. Kahramanları başta olmak üzere herkese ve her şeye mesafeyle yaklaşan Smith, filmi boyunca, ödünsüz, sert, gerçek ve katı olmaktan vazgeçmiyor. Yanlış işleyen bir mekanizmanın tıkandığı, sona gelip dayandığı noktada, insanlık trajedisinin omuz başında yürüyen akıl ve yürek. İnsanlıktan çıkaran ve toplumsal deliliğe yol açan oluşlar. Hemen her şeyi hazırlayan bağnaz bakış ve buna; sadece aynı şiddetle karşılık veren resmi otorite. İnsanın değersizliği. Yaşanması çok zor, insan kalınması neredeyse imkânsız yerin, dünyanın kanlı resmi. 

 

EYLÜL
Fotoğraf sanatçısı Cemil Ağacıkoğlu’nun ilk uzun metrajı, geçtiğimiz günlerde sona eren Adana Altın Koza Film Festivali’nden ‘En İyi Yönetmen’, ‘En İyi Kadın Oyuncu’ (Görkem Yeltan) ve ‘En İyi Kurgu’ ödülleriyle ayrılmıştı. Minimalist bir deneme “Eylül”. Minimalist sinemanın sınırlarında geziniyor film. Belirlediği çizgiden aşağı düşmüyor fakat. Birçok kusuru var ama ne yaptığını biliyor. Yönetmenin tercihleri belirginleşiyor filmin her karesinde. Hüzünlü, keder dolu, karanlık, yalnızlık içeren bir öykü. Kanser şüphesiyle hastaneye yatırılan kadın ve çaresiz kocası. Sıkılmış ikisi de. Kadın, ölüm korkusu ve içine düştüğü yalnızlık yüzünden iyice uzaklaşır her şeyden, kocasından da. Adamcağız, bir kuyumcunun yanında usta. Simya işleri ile uğraşıyor. Geçim derdi, sıkışmışlık, çözümsüzlük derken, bir de sevdiği kadınla arasına illet bir hastalık giriyor. Hastane odasında tesadüfen karşılaştığı yabancı kadın da en az onlar kadar çaresiz. Ülkesinden uzakta yaşam mücadelesi veriyor. Beraber olduğu adam tarafından şiddet görmüş. Bu üç insanın birbirleriyle ve hayatın akıp giden acımasız tarafıyla olan ilişkisi öykülenmiş ‘Eylül’de. İnsan zavallılığı, pişmanlık, diz boyu yalnızlık, çaresizliğin kekremsi tadı. Filmin bence tek başrol oyuncusu Turgay Aydın’ın oyunu, festivalin en önemli performansları arasında göründü gözüme. Ödüle değer görülmemesi hatalı bir karardı kanımca. Çok tatmin edici bir iş olmasa da, yönetmeni izlemek gerektiğini gösteriyor perdedeki film. Bazı anlar düşülen tekrarlar, kaba planlar ve oluşların törpülenmesi gerektiğini düşündüm izlerken filmi. Ama tavizsizdi ‘Eylül’. Dürüsttü, kıvırmıyordu ve bilinçli bir işti. Daha iyisi gelecektir Ağacıkoğlu’ndan.

 

KARS ÖYKÜLERİ
Yapımcılığını Ankara Sinema Derneği’nin üstlendiği beş kısa filmden oluşuyor ‘Kars Öyküleri’. Otuzun üzerinde ulusal ve uluslararası festivale katılan yapım, şimdi vizyonda izleyiciyle buluşuyor. ‘Moto Guzzi’ adlı ilk kısa filmi, ilk uzun metrajı ‘Sonbahar’ ile gönüllerimizin önemli köşelerinden birini fethetmiş Özcan Alper yönetmiş. Uzun bir kış ve ilk aşkın meşakkatli öyküsü. Sade, karla kaplı manzaraya karşın sıcacık ve etkili. İkinci kısanın yönetmeni Zehra Derya Koç. Filmin adı ‘Kül’. Aradan geçen bir ayrılık zamanından sonra evine dönen genç kadının, acı yüklü çocukluk anılarıyla yüzleşmesi… Üçüncü kısa, ‘Zilo’. Ülkü Oktay yönetmiş. Uzaklaşmak, yeni ufuklara yol almak isteyen, zeki, özgür ruhlu küçük kız Zilo ve sevimli civcivinin tek derdi, büyük şehre kaçmak. Benim en çok sevdiğim kısa film dördüncü sırada izlenen ‘Açık Yara’ oldu. Yönetmeni, Ahu Öztürk. Babaannesinin cenazesi için babasının köyüne gelen genç öğrenci ve ailesine ait daha önce duymadığı gerçekler. Taşranın soğuk yüzü. Taşrada akan değil, düşen zaman… Gerçeklik, filmin her anına sinmiş. Beşinci kısa film, Emre Akay imzalı. ‘Küçük Bir Hakikat’. Absürt bir aile öyküsü. Kendine özgü, biçimi öne çıkaran bir evren kurulmuş. Türkiye’nin uzaktaki değerli köşesi Kars’ı, herkese yaklaştıran sıcacık film, 14 Ekim tarihinde de Ankara’da gösterime girecek. Beş genç yönetmenin işleri, keyifle, ilgiyle izleniyor. Türkiye’nin yeni sinemasından umut dolu görüntüler. Mizah, hüzün, elem, neşe, eleştiri, siyaset, tespitler, gerçekler, hayaller, düşler… Yürekleri ısıtan, yine kocaman yürekli bir iş. 

 

KORKU EVİ
‘Sol Ayağım / My Left Foot’, ‘Babam İçin / In the Name of the Father’ ve ‘Boksör / The Boxer’ gibi usta işi filmlere imza atan İrlandalı sinemacı Jim Sheridan’ın yönettiği gerilim-dramın oyuncu kadrosu; Daniel Craig, Rachel Weisz ve Naomi Watts gibi ünlü yıldızlardan oluşuyor. İşinden ayrılıp, yeni bir eve taşınan editör, bir süre sonra, yaşadığı hemen her şeyin içinde bir hata, bir tuhaflık olduğunu fark edecektir. Araştırmaya başladığı gerçekler onu; yaşanmış bir kâbusa ve geçmişin acılarına götürür. Elini oldukça belli eden ‘gerilim yoğun dram’, acılı babanın vicdanı ve gerçekle olan muhasebesini iyi yansıtmış perdeye. Duygusal anlar, gerilime göre ağır basıyor. Yine de; Jim Sheridan gibi usta bir öykü anlatıcısının klasına yakışmayan, vasatla flört eden bir yapım ‘Korku Evi / Dream House’.

 

 

Vizyonda bu hafta (30 Eylül 2016)
Hemen her beğeniye seslenen yeni hafta, ikisi yerli olmak üzere; beraberindeki yedi filmle merhaba diyor sinemaseverlere. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.

 

BAYAN PEREGRINE’NİN TUHAF ÇOCUKLARI
Cin fikirli yaratıcı usta Tim Burton’un on sekizinci uzun metraj kurmaca filmi, yine fantastik bir serüven yansıtıyor perdeye. ‘Şiirimiz karadır abiler’ demeyi sürdüren Burton; hayatın içindeki her türlü karanlığa rağmen, insanın içindeki umut ve sevgiyi de unutmuyor tabii yine. Ransom Rings’in aynı adlı romanından perdeye uyarlanan fantastik öykü, Tim Burton’un zihinlere çakılmış o eski eserlerinin tatlarını veremese de, yine titiz bir yapım tasarımının egemen olduğu, fikri hür, vicdanı hür bir ışıltı barındırıyor içinde! Tuhaf bir adam olan dedesiyle bambaşka bir yakınlığı olan Jake’in tekdüze, sakin hayatı, çok sevdiği yaşlı adam, gizemli biçimde hayatını kaybederken, kendisine söyledikleriyle farklı bir boyuta geçer. Dedesinin yönlendirmesiyle kendini, Bayan Peregrine’nin ve onun tuhaf çocuklarının evinde bulan Jack, tehlike ve sır dolu gerçeküstü bir dünyaya adım atacaktır. Koltuğa gömülüp, saatlerce güzelliğini izlemenin yeterli olacağı Eva Green’e, ‘Hugo’ filminin yıldızı yetenekli genç aktör Asa Butterfield eşlik ediyor. Usta oyuncular Samuel L. Johnson, Judi Dench, Terence Stamp ve Rupert Everett, kadronun iddialı isimleri. Titiz sanat yönetimiyle kendini gösteren yapım tasarımı, Burton’un sınır tanımaz hayal dünyasında, eskisi kadar sarsıcı ve kalıcı olmasa da, keyifli bir yolculuk yapmamızı sağlıyor yine. Gotik bir gerilimin, günümüz tekinsizliğiyle buluştuğu alt yapı, filmin incelikli noktası. (3 / 5) 

 

ELVEDA BERLİN
Fatih Akın, yeni filmiyle karşımızda! Alman yazar Wolfgang Herrndorf’un (1965-2013) aynı adlı romanından perdeye uyarlanan ‘Tschick’, ülkemizde vizyona ‘Elveda Berlin’ adıyla giriyor ki, nedenini anlamak mümkün değil! Fatih Akın, 2014’te çektiği politik ve tarihi dram ‘The Cut / Kesik’in ardından, kendini daha rahat hissettiği, daha hafif meselelerle buluşmuş. Hayatın içinden, uçucu ama hakiki tespit ve oluşlar, Akın’ın sinemasında daha bir lezzetle izleniyor sanki. On dört yaşında iki erkek çocuk, çalıntı bir Lada marka otomobille, hayatlarını değiştirecek, farklı bir serüvene atılırlar. Fatih Akın’ın yeni baştan ‘yollara düştüğü’ sevimli film, yönetmenin, Hollywood sinemasına göz kırptığı anlatılardan biri olarak da alınabilir ele. Şöyle ki, Hollywood kalıpları ve Amerika kıtası sınırları içinde daha anlamlı ve yerine cuk oturan bir hikâye, Avrupa kıtasında hafif eğreti duruyor. İki yeni yetmenin, dostluğu, aşkı ve hayatı keşfedip, korkularıyla başa çıkmasının öyküsü, yaşadığımız yaşlı kıtada, biraz hafif kalıyor sanki. Çöllerde, derin Amerika’nın tekinsiz boşluğunda, ıssız otobanlarda geçmesi gereken bir öykü sanki bu. Annesi alkol derdiyle boğuşan, ilgisiz ve sevgisiz babasından bunalmış Maik, sınıfta kendisi gibi ‘öteki’ olan göçmen Tschik ile yakınlaşır. Yaz tatilinde, dizel bir Lada otomobil ile yollara düşen ikili, pek tanımadıkları bir dünyaya dokunup, büyüyeceklerdir. Fatih Akın, çok satan popüler romandan uyarladığı yapımda, rahat, sıcak, samimi bir üslup tutturmuş yine ve keyifle izlenen bir ‘yol ve büyüme’ filmi çıkarmış ortaya ama sinematografisinde oldukça sıradan bir rafta duruyor bu hikaye haliyle. Daha çok yeni dünya izleyicisine göz kırpan büyüme ve dostluk öyküsü, bütün dışlanan durum ve insan hallerine de şefkatle sarılmayı ihmal etmiyor. Sevgisiz değil yani orijinal adıyla ‘Tschick’. İki gencecik aktör, Tristan Göbel ve Anand Batbileg’in performanslarına eşlik eden ‘Ballade pour Adeline’, Richard Clayderman yorumuyla zihne ve dile takılıyor. (3 / 5)

 

DEEPWATER HORIZON: BÜYÜK FELAKET
ABD tarihindeki en büyük petrol kazası faciasının gerçek öyküsü. 2010 Nisan ayında, Meksika Körfezinde, Louisiana açıklarında bulunan BP’ye ait Deepwater Horizon adlı petrol platformu infilak etmiş, okyanusa; seksen yedi gün boyunca, 210 milyon varil petrol sızıntısı olmuş, bu da son yılların en büyük çevre felaketlerinden biri olarak tarihe geçmişti. Ekolojik facia, milliyetçi damarıyla tanınan aktör-yönetmen Peter Berg imzasıyla perdeye yansımış. Doğanın ve çevrenin tahribatı değil, sadece felaket anının tahlili ve canlandırması olmuş, bu felaket öyküsü. Üstelik Amerikan kahramanlarının tarihteki yerleri teslim edilerek tabii. Kazada hayatlarını yitiren on bir kişiye adanmış film, olay anının hemen öncesi ve hemen sonrasına da değinip, bizi faciayla baş başa bırakıyor. Yapım tasarımının katkısıyla gayet iyi çekilmiş felaket anları, öykünün boşlukta salınmasına engel olamıyor öte yandan.  Başrolü Mark Wahlberg üstlenmiş. Kurt Russell, üvey kızı Kate Hudson’la birlikte, son dönem aksiyon rollerinin aranan ismi Wahlberg’e eşlik ediyorlar. Sadece şirketinin kârını düşünen BP görevlisini canlandıran usta oyuncu John Malkovich, gerilimli felaket filminin sürpriz ismi. Ödüllü görüntü yönetmeni Enrique Chediak’ın kamerası, filmin en başarılı yanı. (2 / 5)

Futbolun gelmiş geçmiş belki de en önemli efsanesi Pele’nin, yıldız olma yolundaki hikayesinin anlatıldığı biyografik dram ‘Pelé: Birth of a Legend / Pele: Bir Efsanenin Doğuşu’, Gemma Arterton ve Glenn Close’un önemli rolleri paylaştıkları korku-gerilim katkılı dram ‘The Girl with All the Gifts / Tüm Sırların Sahibi Kız’ ile birlikte iki yerli yapım; yönetmenliğini Kemal Özdemir’in üstlendiği gerilim türündeki ‘Lanet: Uyanış’ ile Sermiyan Midyat’ın yazıp yönettiği ve başrolü üstlendiği komedi ‘Bir Baba Hindu’ , haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Herkese tekrar iyi seyirler.

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar