30 EYLÜL 2011
Bu hafta vizyonun merhaba dediği film sayısı sekiz. Saymakla bitmez… Woody Allen’dan, korku-gerilime, Kevin Smith’ten, animasyona; hemen her zevke, türe seslenen yeni haftanın üç filmi notlarımız arasında bulunmuyor. 1994’te vizyon gören, hamlet uyarlaması senaryosuyla her yaştaki izleyiciyi kendisine hayran bırakan Disney animasyonu “Aslan Kral”, günümüz teknolojisiyle yenilenmiş olarak, yine günümüz modasına uygun üç boyutlu olarak buluşuyor izleyiciyle. Danimarka yapımı bir başka üç boyutlu animasyon “Kurbağa Surat” ve yerli korku örneği “Mühürlü Köşk”, notlarımız arasında yer almayan diğer iki film. Herkese iyi seyirler!
PARİS’TE GECE YARISI
Woody Allen’ın nefes alıp verdiğini bilmek rahatlatıcı. Sadece çok usta bir sinemacı olduğundan değil, sığlığa, sıradanlığa, yozlaşmaya teslim olan kültür evreninde, ‘bambaşka’ kalabildiği için. Şu kahrolası zalim, adaletsiz, kötücül dünyayı çekilebilir kıldığı için en çok. Ustanın 42. filmi, romantizmin başkenti Paris’te geçiyor. Bildik pırıltılı zekâsını ve ince mizahını, fantastik soslu bir romantizm masalında sergiliyor yine Allen. Her şeyin katili, hızla geçip giden zamana, aşka, yaratıcılığa, sanata, sistem eleştirisine, insanın özüne dair bir öykü perdedeki. Sıradan, ‘hızlı’ şeyler yazan ve hızla tüketilmesini izleyen Hollywood senaristi, müstakbel eşi ve onun muhafazakâr, zengin ve aşırı ABD’li ailesi, Paris’e gelirler. Sanat ve edebiyatın yüreğinin attığı şehirde, gerçek bir edebi eser yazmak isteyen kahramanımız, kendini 1920’lerin hatta 1890’lı yılların Paris’inde bulur gece yarısından sonra. Gündüzleri ise, günümüzün sığ ve tekdüze dakikalarını yaşamak zorundadır. İnsan-zaman ilişkisine içli bir ağıt çekmiş Woody Allen. Bugünden daha çekici, daha yaşanır görünen geçmiş. Nostalji’nin dayanılmaz hafifliği… Ya en çok arzuladığı dönemde nefes alıp verme imkânı bulsaydı insan, o zaman ne değişirdi? Filmin kahramanının, 1920’li yılların Paris’inde tanıştığı birbirinden ünlü isimlerle buluşturuyor bizi. Ernest Hemingway’le, Scott Fitzgerald ve eşi Zelda’yla, müthiş müzisyen Cole Porter’la, Luis Buñuel’le, Picasso’yla, Salvador Dali’yle, Matisse’le, dev şairlerden T.S. Eliot’la, ünlü sanat koleksiyoncusu Gertrude Stein’le, dans efsanesi Joséphine Baker’la; sonra ‘Belle Epoque / Altın Çağ’ a geçiyoruz. Toulouse-Lautrec çıkıyor karşımıza. Paul Gauguin, Edgar Degas. Kırmızı Değirmen / Moulin Rouge ile Maxim’in atmosferini soluyoruz içimize çeke çeke. Oyuncu kadrosuna gelelim. Owen Wilson’un önderliğinde, Marion Cotillard, Rachel McAdams, Michael Sheen, Fransa devlet başkanı Sarkozy’nin müzisyen eşi Carla Bruni, Kathy Bates, Adrien Brody resmi geçit yapıyorlar. Başrolde, hemen her köşesinden romantizm ve sanat fışkıran Paris var tabii işin aslı. Cole Porter’ın izahı zor hisleri, yüreğinizin ortalık yerine oturttuğu şahane şarkılar eşliğinde, Darius Khondji ustanın mükemmel görüntüleriyle geçiyorsunuz kendinizden. İnsanı ilgilendiren çok önemli meseleleri, akıl almaz bir sadelikte yedirmiş öyküsüne Woody Allen. Ustalık böyle bir şey işte diyorsunuz, filmin her karesinde. Gerçek sanatçı, gerçek sinemacı olmanın ne demek olduğunu, ustanın her zaman yaptığı gibi; perdeden yayılan bir tevazuuyla algılıyorsunuz. Onunla çağdaş olmanın verdiği o müthiş his yok mu. Tıpkı filmin kahramanı Gil’in, karşılaşıp müthiş heyecanlandığı efsane isimlerle bir araya geldiği anlarda duyumsadıkları gibi. Ne şanslıyız ki Woody Allen bu gün yaşıyor!
ŞEYTANIN İNİ
Aktör-senarist-yönetmen Kevin Smith’in bildik alışkanlıkları dışına çıkıp çektiği korku-gerilim, aslında aykırı sinemacının sıklıkla yaptığı şeyi; yeni şekliyle taşıyor perdeye: eleştiri. “Clerks”, “Chasing Amy” ve din dogmalarını tiye alıp, dine mizahi açıdan bakan “Dogma” gibi filmleriyle sevilen, Amerikan Bağımsız Sineması’nın etkili ismi, bu kez ABD’nin ortalarına, derin Amerika’nın karanlık yanına taşıyor bizleri. Kiliselerini kurmuş olan köktendinci bir örgüt, tuzağa düşürdüğü birçok kurban gibi, kandırdıkları üç lise öğrencisi arkadaşı, ‘üs’ olarak hazırladıkları örgüt evine getirirler. Kilisenin hareketlerini izleyen ajanlar da bu çiftlik evini kuşatmakta geç kalmazlar. Başlayan kanlı çatışma, birçok değişkeni harekete geçirecektir. Amerika’nın geneli hakkında oldukça sert bir eleştiri yapmış Kevin Smith. Korku-gerilime, tavizsiz bir politik eleştiri eklemiş. Köktendincilerden, infazı yasallaştıran devlet organlarına, sokaktaki Amerikalının sorumluluğundan, sistemin ‘içsel şiddet sorununa’ dek birçok meseleyi kaşıyan film, sıfır tavizle yaklaşıyor öyküsüne. Kahramanları başta olmak üzere herkese ve her şeye mesafeyle yaklaşan Smith, filmi boyunca, ödünsüz, sert, gerçek ve katı olmaktan vazgeçmiyor. Yanlış işleyen bir mekanizmanın tıkandığı, sona gelip dayandığı noktada, insanlık trajedisinin omuz başında yürüyen akıl ve yürek. İnsanlıktan çıkaran ve toplumsal deliliğe yol açan oluşlar. Hemen her şeyi hazırlayan bağnaz bakış ve buna; sadece aynı şiddetle karşılık veren resmi otorite. İnsanın değersizliği. Yaşanması çok zor, insan kalınması neredeyse imkânsız yerin, dünyanın kanlı resmi.
EYLÜL
Fotoğraf sanatçısı Cemil Ağacıkoğlu’nun ilk uzun metrajı, geçtiğimiz günlerde sona eren Adana Altın Koza Film Festivali’nden ‘En İyi Yönetmen’, ‘En İyi Kadın Oyuncu’ (Görkem Yeltan) ve ‘En İyi Kurgu’ ödülleriyle ayrılmıştı. Minimalist bir deneme “Eylül”. Minimalist sinemanın sınırlarında geziniyor film. Belirlediği çizgiden aşağı düşmüyor fakat. Birçok kusuru var ama ne yaptığını biliyor. Yönetmenin tercihleri belirginleşiyor filmin her karesinde. Hüzünlü, keder dolu, karanlık, yalnızlık içeren bir öykü. Kanser şüphesiyle hastaneye yatırılan kadın ve çaresiz kocası. Sıkılmış ikisi de. Kadın, ölüm korkusu ve içine düştüğü yalnızlık yüzünden iyice uzaklaşır her şeyden, kocasından da. Adamcağız, bir kuyumcunun yanında usta. Simya işleri ile uğraşıyor. Geçim derdi, sıkışmışlık, çözümsüzlük derken, bir de sevdiği kadınla arasına illet bir hastalık giriyor. Hastane odasında tesadüfen karşılaştığı yabancı kadın da en az onlar kadar çaresiz. Ülkesinden uzakta yaşam mücadelesi veriyor. Beraber olduğu adam tarafından şiddet görmüş. Bu üç insanın birbirleriyle ve hayatın akıp giden acımasız tarafıyla olan ilişkisi öykülenmiş “Eylül”de. İnsan zavallılığı, pişmanlık, diz boyu yalnızlık, çaresizliğin kekremsi tadı. Filmin bence tek başrol oyuncusu Turgay Aydın’ın oyunu, festivalin en önemli performansları arasında göründü gözüme. Ödüle değer görülmemesi hatalı bir karardı kanımca. Çok tatmin edici bir iş olmasa da, yönetmeni izlemek gerektiğini gösteriyor perdedeki film. Bazı anlar düşülen tekrarlar, kaba planlar ve oluşların törpülenmesi gerektiğini düşündüm izlerken filmi. Ama tavizsizdi “Eylül”. Dürüsttü, kıvırmıyordu ve bilinçli bir işti. Daha iyisi gelecektir Ağacıkoğlu’ndan.
KARS ÖYKÜLERİ
Yapımcılığını Ankara Sinema Derneği’nin üstlendiği beş kısa filmden oluşuyor “Kars Öyküleri”. Otuzun üzerinde ulusal ve uluslararası festivale katılan yapım, şimdi vizyonda izleyiciyle buluşuyor. “Moto Guzzi” adlı ilk kısa filmi, ilk uzun metrajı “Sonbahar” ile gönüllerimizin önemli köşelerinden birini fethetmiş Özcan Alper yönetmiş. Uzun bir kış ve ilk aşkın meşakkatli öyküsü. Sade, karla kaplı manzaraya karşın sıcacık ve etkili. İkinci kısanın yönetmeni Zehra Derya Koç. Filmin adı “Kül”. Aradan geçen bir ayrılık zamanından sonra evine dönen genç kadının, acı yüklü çocukluk anılarıyla yüzleşmesi… Üçüncü kısa, “Zilo”. Ülkü Oktay yönetmiş. Uzaklaşmak, yeni ufuklara yol almak isteyen, zeki, özgür ruhlu küçük kız Zilo ve sevimli civcivinin tek derdi, büyük şehre kaçmak. Benim en çok sevdiğim kısa film dördüncü sırada izlenen “Açık Yara” oldu. Yönetmeni, Ahu Öztürk. Babaannesinin cenazesi için babasının köyüne gelen genç öğrenci ve ailesine ait daha önce duymadığı gerçekler. Taşranın soğuk yüzü. Taşrada akan değil, düşen zaman… Gerçeklik, filmin her anına sinmiş. Beşinci kısa film, Emre Akay imzalı. “Küçük Bir Hakikat”. Absürt bir aile öyküsü. Kendine özgü, biçimi öne çıkaran bir evren kurulmuş. Türkiye’nin uzaktaki değerli köşesi Kars’ı, herkese yaklaştıran sıcacık film, 14 Ekim tarihinde de Ankara’da gösterime girecek. Beş genç yönetmenin işleri, keyifle, ilgiyle izleniyor. Türkiye’nin yeni sinemasından umut dolu görüntüler. Mizah, hüzün, elem, neşe, eleştiri, siyaset, tespitler, gerçekler, hayaller, düşler… Yürekleri ısıtan, yine kocaman yürekli bir iş.
KORKU EVİ
“Sol Ayağım / My Left Foot”, “Babam İçin / In the Name of the Father” ve “Boksör / The Boxer” gibi usta işi filmlere imza atan İrlandalı sinemacı Jim Sheridan’ın yönettiği gerilim-dramın oyuncu kadrosu; Daniel Craig, Rachel Weisz ve Naomi Watts gibi ünlü yıldızlardan oluşuyor. İşinden ayrılıp, yeni bir eve taşınan editör, bir süre sonra, yaşadığı hemen her şeyin içinde bir hata, bir tuhaflık olduğunu fark edecektir. Araştırmaya başladığı gerçekler onu; yaşanmış bir kâbusa ve geçmişin acılarına götürür. Elini oldukça belli eden ‘gerilim yoğun dram’, acılı babanın vicdanı ve gerçekle olan muhasebesini iyi yansıtmış perdeye. Duygusal anlar, gerilime göre ağır basıyor. Yine de; Jim Sheridan gibi usta bir öykü anlatıcısının klasına yakışmayan, vasatla flört eden bir yapım “Korku Evi / Dream House”
MURAT ERŞAHİN