30 EKİM 2020
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde kapılarını açtılar. Perde açıldı anlayacağınız. Yaklaşık dört ay önce yeniden başlayan vizyon 30 Ekim haftasında; üçü yerli yapım olmak üzere toplam beş yeni filme ev sahipliği yapıyor.
Kriv Stenders imzalı Avustralya yapımı savaş dramı ‘Danger Close: The Battle of Long Tan / Yakın Tehlike’, 1966’da, Vietnam’da, Long Tun adlı kauçuk plantasyonunda 2500 kadar Vietnam askerine karşı mücadele eden genç ve tecrübesiz 108 Avustralya ve Yeni Zelandalı askerin hikayesi. Film 29 Ekim günü vizyonda! Büyük başarı elde edip ikinci filmi de çekilen ‘A Quiet Place / Sessiz Bir Yer’ adlı gizemli gerilimin senaristleri Scott Beck ve Bryan Woods’un birlikte yazıp yönettikleri korku-gerilim ‘Haunt’, bir grup arkadaşın cadılar bayramı gecesi lanetli bir evde geçirdikleri ürkütücü anları taşıyor perdeye. Üç yerli yapımdan ilki; Ercan Kesal’ın aynı adlı romanından bizzat uyarlayıp yönettiği ve başrolü üstlendiği politik dram ‘Nasipse Adayız’, Kesal’a, bu yılki İstanbul Film Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü kazandırmıştı. İstanbul’da bir belediyenin başkan aday adayı olan Doktor Kemal Güner’in bir gün içinde geçen trajikomik öyküsü, ‘en iyi kurgu’ ve ulusal yarışma FIPRESCI ödüllerini de kazanmayı başarmıştı. Başaran Şimşek imzası taşıyan korku-gerilim ‘Hashtag’ ile yönetmen koltuğunda Batuhan Gündüz’ün oturduğu korku türündeki ‘Y. Köyü Ye’cüc Me’cüc’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan yenileri.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı günlerden bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül, Ekim ve nihayet Kasım aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2007 yılının Kasım ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Kasım’ında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Kasım 2007
YENİ AİLEM
Dokunaklı bir insanlık dersi
Korkunç bir şey şu ırkçılık… Faşizm, yalnız kendini sevmesi insanın. Yalnız kendini düşünmesi. Kendinin üstün ve farklı olduğuna inanması. Başka bir gerçekliğe gözlerini sımsıkı kapaması. Bu uğurda kan döküp, yok etmesi… Fransa’nın Cezayir’de yaptıkları gibi… Thomas Gilou, incecik bir mizahın dengelediği dokunaklı dramda, halen Fransa’da yaşayan ve senaryoya katkıda bulunan Messaoud Hattau’nun gerçek öyküsünü, çocukluğunu taşımış beyazperdeye. Ülkenin, acı ve utançla yaşanan bir dönemini…9 yaşındaki Mesut, Fransa’nın kırsalında yaşayan çocuksuz çiftin yanına yerleştirilir. Dönemin çalkantılı politik ve toplumsal tablosu, ailenin mutsuzluğuna da etki etmiştir. Ülkesi adına ‘Çinhindi’nde kan dökmüş eski asker Georges, köydeki cahil ve ırkçı arkadaşlarıyla vakit geçirmekte, kadınların peşinde koşmakta, mutluluğu evinin dışında aramaktadır. Kanlı kâbuslarla dolu geçmişi, içini kanatmaktadır hâlâ. Sevecen, dürüst, onurlu, düzgün bir adamdır oysa Georges. Bir şekilde kendini cezalandırmaktadır. Eşi Giséle ise, etrafını saran geri kafalı kalabalıktan bıkmıştır. Mutluluğu, ona hayran olan, aydın köy öğretmeni Jacques’da arar. Irkçı tepkilerden korumak için Mesut’un adını Michou olarak değiştirir. Çocuğun simsiyah saçlarını sarıya boyar. Onu kilise korosuna yazdırır. Değişen sadece Mesut değildir bu arada. Çocuk, Georges ve Giséle’in hayatını da değiştirir. İlişkilerini sorgulamalarını ve yeniden sevmelerini sağlar. Onları iyileştirir… Yaşanmış acıları romantize eden film, fedakârlık, hoşgörü, sevmek, bilinçlenmek ve özünde insan olabilmek üzerine hüzün dolu bir öykü anlatıyor. Denizi görmek isteyen bir çocuğa verilmiş söz, Camus’nun ünlü eseri ‘Yabancı’, politik eleştiriyi ve tarihsel gerçekleri ihmal etmeden naif bir pencereden bakılan insan ilişkileri, traji komik insanlık halleri ve özünde sevebilmek… İnsanı iyileştiren, ruhunu temizleyen ve ‘insan’ gibi hissetmesini sağlayan en yüce duyguyu, sevebilmeyi, kabullenmeyi ve kendinle barışmayı, nostaljik bir hikâyede anlatan mütevazı ve kalbe işleyen bir film ‘Yeni Ailem’. Usta aktör Gérard Depardieu bildiğiniz gibi. 60 yaşındaki Nathalie Baye, ne yaptığını bilen oyunculuğunu, ilerlemiş yaşına rağmen yirmilerde kala kalmış ‘iddialı ve diri güzelliğiyle’ süslemiş. Öğretmen rolünde Mathieu Amalric çok gerçek. Küçük oyuncu Samy Seghir ise, ‘Mesut-Michou’ rolünde, kocaman gözlerinde acıları, hasretleri, umudu ve sınırsız bir sevgiyi barındıran çocuk bakışlarıyla inanılmaz. Bu filme asla dudak bükülmemeli. Siyasi ve toplumsal eleştirisini, insanlık halleri üzerinden yapmayı seçmiş, yürekli bir film bu. Cesaretin, sevgiyle ortaya çıkacağını söyleyen ve denizi görmekten asla ümidini kesmemiş, sımsıcak bir film.
DEHŞET ODASI
Gerçek bir hayal kırıklığı…
Roland Joffé… Cannes’de Altın Palmiye kazanmış, Berlin’de Altın Ayı için yarışmış, ‘En İyi Yönetmen’ dalında iki kez Oscar adayı olmuş, César, BAFTA ve Altın Küre’lerde de yine iki defa adı geçmiş, söyleyeceği sözü olan iyi bir Sinemacı. ‘The Killing Fields’ (1984), ‘The Mission’ (1986), ‘Fat Man and Little Boy’ (1989), ‘City of Joy’ (1992) gibi önemli filmleri imzaladı Joffé. Ünlü İngiliz yönetmen, 2000’den bu yana film yönetmiyordu. En son yine eleştirmenler ve izleyici tarafından beğenilen ‘Vatel’i yönetti. Yedi yıllık suskunluğunu ‘Captivity / Dehşet Odası’ isimli gerilimle bozduğunu ilk öğrendiğimde meraklanmıştım. Acaba ne yapmıştı Joffé… Türün birçok benzeri arasından nasıl sıyrılmıştı? Sıyrılabilmiş miydi? Filmin öyküsü, türe hâkim bir isim olan Larry Cohen tarafından yazılmıştı. Başrolde, bütün dünyada sevilen TV dizisi ‘24’ün güzel ismi Elisha Cuthbert oynuyordu. Cuthbert, ‘House of Wax’ adlı korku filminde gayet iyiydi üstelik. Yetenekli ve ‘tipik’ karakter oyuncusu Pruitt Taylor Vince de vardı kadroda. Evet, bu film ‘iyi’, en azından ‘farklı’ olmalıydı. Ama henüz ilk dakikadan itibaren büyük bir sıkıntı kapladı içimi. Dakikalar geçmek bilmedi. Yavanlık, neden çekildiği belli olmayan bu filmi, ‘gore’ tutkunlarının bile sıkıldığı, bayağı bir şiddet gösterisine dönüştürdü. Beyazperdede yüksek doz şiddet ve vahşet görmekten haz alan tür meraklılarının başucu filmleri ‘Saw / Testere’ ve ‘Hostel / Otel’ serilerini bile gölgede bırakacak cinsten bol kanlı ‘mideye dokunan’ sahneler birbiri ardına akarken, dayanaksız ve zayıf öykü, ite kaka sona eriyordu. Joffé gibi bir isim, hiçbir yerinden kurtarmayan bu filmi neden çekmişti? Cevap, düşündüğüm gibi olmalıydı: Para. ABD-Rusya ortak yapımıydı film. Beyazperdeye dönüş için Sergei Konov ve Leonid Minkovski adlarında, yedinci sanatla 2005 yılından itibaren ilgilenmeye başlayan iki Rus iş adamının ortak yapımcılığında bir filmi seçmişti Joffé. Halen post prodüksiyon aşamasında olan ‘Finding t.A.T.u’ adlı ABD-Rusya ortak yapımında yine aynı isimlerle çalışan Joffé, birazda yapımcıların baskısıyla eklemişti yüksek doz ticari şiddet sahnelerini ‘Captivity’ye sanırım. Joffé’yi gerçekten izlemek ve yargılamak için, halen yapım aşamasında olan ‘made in England’ etiketli 2008 tarihli son filmi ‘Singularity’yi beklemek gerekli diye düşünüyorum. Etkileyici bir savaş dramı olduğu konuşulan filmi çekebilmek için, Rus yapımcılarla işbirliği yapıp araya ‘iki film birden’ sıkıştırdığını düşünmek istiyorum Joffé’un… Buna inanmak istiyorum. Belki de usta sinemacı, ‘Captivity’de sabık izleyicisine bir mesaj göndermek istedi. Ülkemizde ‘Dehşet Odası’ adıyla vizyona giren ‘Captivity’nin sözlük anlamı, esaret ve tutsaklık. ‘Anlayın’ diyor bence Joffé; ‘bende şu anda bir esir ve tutsağım. Bedelini ödeyip, imkânını bulup yeniden kendi filmlerimle çıkacağım karşınıza’. Üzülme Joffé. Yaşadığımız çağda esiriz zaten hepimiz. Hepimiz tutsağız…
İÇİNDEKİ YABANCI
Çek bir vigilante, az romantik olsun
‘İntikam soğuk yenen bir yemektir’, ‘hayır, ara sıcaktır’ tartışmalarına, ‘intikam bir hamur tatlısıdır’ diyerek yaklaşan gerilim tonlu suç dramı, hafifçe mideye oturuyor. Hazmı zor olmasa da, iki saatlik süresiyle ‘Rennie’ ve ‘Metsil’ gibi anti asit yardımlar gerektiren sıkıcılıkta bir film (Bu tespit tamamen beni bağlamaktadır. Filmi beğenen birçok insan bulunmaktadır.) Neil Jordan’ın ki… Her şeyiyle sıradan bir ‘intikam’ öyküsü. ‘Kanuni yetkisi olmadan, adaleti kendine göre sağlamak’ anlamı taşıyan tipik bir ‘Vigilante’ perdede izlediğimiz. Başlı başına bir alt tür oluşturan filmlerin bu yeni örneğinin önce artı yönlerini sıralamak isterim: Jodie Foster’ın bildik mükemmel performansı, usta İrlandalı yönetmenin ve teknik ekibin New York şehrini çok iyi kullanmaları (ki filmin başrol oyuncusu New York) ve tabii ki 92’de ‘A River Runs Throuhg It’ filmiyle Oscar kazanan usta Fransız görüntü yönetmeni Philippe Rousselot. Şimdi sevmediğim yönlerine gelelim: Neil Jordan gibi çok beğendiğim bir yönetmen, o bildiğimiz dokunuşuyla temas kuramamış filmle. Düğün davetiyelerinin rengi konusunda karar veremezken ani bir kararla kendi ‘adaleti’ni uygulayan kadının değişim öyküsü inandırıcı değil. Finalse çok zorlama. Terence Howard’ın canlandırdığı eşinden ayrılmış, yalnız ve kırılgan Afro-Amerikalı Dedektif Mercer’ın, hayatına aniden giriveren güzel sarışın kadını, ‘kodeslerde çürütmek yerine koynunda çürütmeyi’ seçmesi bir nebze anlaşılır (!) ama olay yeri düzenleme çalışmalarının zayıf mizanseni finalde çok sırıtıyor. Foster’ın canlandırdığı başkarakter Erica Bain, erkeklerini hep beyaz olmayan Amerikalılardan seçiyor. Hintli, siyahi… Yani ben ırkçı ve faşist bir film yapmadım diyor Neil Jordan, bu küçük hileyle. Ama insan düşünüyor; etiketine aşırı tutucu, hatta faşist nitelemesi alan ve bir seriye dönüşen 1974 yapımı Michael Winner filmi ‘Death Wish / Öldürme Arzusu’ndan ne farkı var Jordan’ın filminin? Radyocu Erica Bain daha mı masum ve ‘haklı’ Charles Bronson’un canlandırdığı ‘mimar Paul Kersey’ karakterinden. Dedektifin, olay anı kayıtlarını izleyip, ‘sana yapılanları gördüm’ diyerek, kendi ‘resmi’ silahını kadına uzatması ve New York’un kaymağını ‘yiyemeyen’ çete üyelerinin cesetlerinin bulunduğu olay yerini dezenfekte etmesine ne demeli acaba? Neil Jordan çekti, oldu desek, Winner’a haksızlık ederiz gibime geliyor. 11 Eylül sonrası dünyanın en güvenli metropolleri arasında gösterilen New York’ta ‘bile’ var olan ve bizleri bekleyen ‘tehlikeli vahşet’ konusunda tezler geliştiren filmin yapımcısı Joel Silver’ı, yürütücü yapımcı yıldızı Foster’ı ve Neil Jordan’ı daha tehlikeli, acı ve vahşet dolu, her yerinde bombalar patlayıp, birçok masumun ölümüne neden olan başka coğrafyalara davet etmek gerekli. Kendini bulmanın, acı üstü romantizmin ve Hollywood dışı ‘vigilante’nin filmini oralarda çeksinler kolaysa.
GÜNBATIMI
‘… Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek…’
Behçet Necatigil
Lajos Koltai, István Szabó’nun görüntü yönetmeni olarak tanınmış bir sinemacı. İlk yönetmenlik denemesi ise Imre Kertész’in romanından beyazperdeye uyarlanan 2002 tarihli ‘Sorstalanság / Kadersizlik’ adlı filmdi. Macar sinema ekolünün, eşsiz fotoğrafların temsilcisi Koltai’nin ikinci uzun metrajı ‘Evening / Günbatımı’ son derece naif bir dram. İnsanın yüreğine işliyor film. Ömür denen şey geçip gider, bizse sadece gerekeni yaparız diyor film. Anın önemini vurguluyor. Ocakta yemek yana dursun çocuklarına şarkı söyleyen bir annenin o anlık mutluluğu işte yaşam dedikleri diyor. Susan Minot’nun romanından, ‘The Hours / Saatler’in yazarı olarak tanıdığımız Michael Cunningham tarafından beyazperdeye aktarılmış ‘Günbatımı’. Oyuncu kadrosu ise bir daha kolay kolay bir araya getirilemeyecek bir ekip. Vanessa Redgrave, Meryl Streep, Glenn Close, Eileen Atkins gibi dev aktrislere Toni Collette, Claire Danes gibi genç devler eşlik etmişler. Fakat Redgrave o kadar büyük bir oyuncu ki, karşısında oynamak mümkün değil, kim olsa ezip geçiyor. Özetle, insanın karşısına arada bir çıkan, son derece basit görünen öyküsüyle çok derin sözler söyleyen ve bunu vakur bir mütevazılık içinde nefis görüntülerle anlatan film, insanın boğazına sert bir yumruk tıkayıp, usulca sona eriyor. İnsan olduğunuzu duyumsatıyor. Hayat bu işte diyorsunuz eve doğru yürürken, hüzünle gülümseyip sevdiklerinizi düşünüyorsunuz…
(Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Kasım 2007)
MURAT ERŞAHİN