30 ARALIK 2016
Yılın son haftası, beraberinde getirdiği sekiz yeni filmle merhaba derken, 2016 vizyonu da elveda demiş oluyor böylelikle! 145’i yerli, 373 film izledik bu sene. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini yeni yılda da kesinlikle bırakmayın. Herkese iyi seyirler.
BEN, DANIEL BLAKE
İşçi sınıfının gür sesi 1936 doğumlu İngiliz usta, her zaman olduğu gibi en ufak bir yapaylığa başvurmadan, olanca çıplaklığıyla hayatın içine uzatmış yine kamerasını. Geçirdiği kalp rahatsızlığı sonucu doktorların çalışma izni vermediği Daniel Blake, devletin işsizlik fonuna başvurmak zorunda kalır ama karşısına kahredici bürokrasi, çarpık ve yoz sistemin zalim, nobran ve kötücül anutluğu dikilir. Günümüz İngiltere’si fonunda, işin aslı günümüz dünyasının küçük insanı sahipsiz halde bırakıp yok etmesinin, yavaşça öldürmesinin filmini çekmiş Ken Loach. Hasta eşine sevgiyle bakıp, onu yitirdikten sonra bir başına kalmış Newcastle’lı marangoz Daniel Blake’in ve etrafındaki, onunla aynı kaderi paylaşan, sahipsiz gariban insanların öyküsü, olabildiğine gerçek ve can acıtıcı. Loach’un kadim dostu Paul Laverty’nin senaryosu, yine kusursuza yakın bir yetkinlikte. Cannes’de ‘Altın Palmiye’yi bileğinin hakkıyla kazanan filmin başrolünde, aslen bir stand-up komedyeni olan emprovizasyon uzmanı Dave Johns yer alıyor. İnsana etini sattırmak üzerine kurulu düzende, iki çocuğuyla birlikte Londra’dan Newcastle’e gelmek zorunda kalmış yalnız kadın Katie rolünde ise Hayley Squires’i izliyoruz.
Belgesel kıvamındaki sosyal gerçekçi öykü, bir an bile ödün vermeden, uzlaşmadan, kıvırmadan, hain dijital çağın ortasında kalakalmış korumasız, yaşlı bireyin çıkmazına ve ‘insan’ sayılmadan sistem tarafından yok edilişine değiniyor. Yine bildik Loach vicdanı, şefkati, inadı ve insancıllığıyla. Dijital birer numaradan ibaret olmadığımızı söyleyen, telefonun diğer ucundaki mekanik sesin duyarsızlığından medet uman, telefona bağlanmış Vivaldi notalarıyla bizi saatlerce çaresizliğe mahkum eden sistemin acımasızlığını belgeleyen sımsıcak film, günümüz şımarık, buyurgan, snop, hükmeden, bilgisayar çocuklarının, egosantrik gençlerin dünyasından uzak elbette. Bu sebeple, sokaktaki diğer düşmüş gerçek ‘insan’, devlet dairesinin duvarına, ‘insanım ben de’ diye haykırıp, derdini sprey boyayla yazan Daniel Blake’e alkış tutuyor ve o bir ‘Sir’ diye bağırıyor. Sir Daniel Blake, O! Bütün ‘Sir’ler duysun diye bağırıyor Ken Loach. Lordlar kamarasında, hükümet binalarında, sıcak ofislerinde varoluş nutukları atan yalandan ‘Sir’lere inat, sadece insan gibi yaşamak istediğini haykıran Daniel Blake’in öyküsünde.
Başka bir çağdayız artık. Çoktan yenildik. Yalnızlıktan, çaresizlikten üşüyoruz ve dijital çağın, dijital beyinli, duyarsız ve küstah yeni yetmeleri Daniel Blake’e burun kıvırıyorlar. Onu, kendi, küçük, bir başına dünyasında unutuveriyorlar. Bırakıyorlar; Katie kendini, etini satsın. İki çocuğu var doyurması gereken. Onlar hiç aç kalmamışlar. Açlık nedir bilmemişler. Katie ise aç. Sadece öykünün geçtiği İngiltere’de değil, dünyanın her yerinde ‘yaşama gayreti veren’ milyonlarcası gibi. Daniel Blake ise dayanışmanın önemini biliyor. Katie’ye kitaplarını koyması için bir kitaplık yapıyor. Elinden başka şey gelmiyor. Genç kadının ve iki küçük çocuğunun yanında durmaktan başka. Gerçek bu kadar çıplak işte. Yaldızsız, yalansız, efektsiz, süssüz. Kasetçalar, tahtadan oyma balıklar, el yapımı kitaplık, parası ödenmediği için kesilen elektrik sonucu buz gibi evde battaniye ile yaşamak, bütün eşyalarını iki kuruş için satmak, etini satmak, aç kalmak, hayati, insancıl ihtiyaçlar için çalmak zorunda kalmak ve haykırmak sonunda… ‘Ben de insanım. Sadece insan ve insan gibi yaşamak istiyorum!’ Ama dijital çağdayız ya! O sebeple başka başka, süslü püslü, üstten bakan, gösterişli, afili ‘şeylere’ ihtiyacımız var ya! Bir ‘insan’dan çok daha fazlası ve önemlisiyiz ya! Anlayamayız o yüzden. Fazla düz, fazla yalın, fazla gösterişsiz, fazla insan gelir bize gördüklerimiz. Dijital çağın, duyarlılığa ve hisse prim vermeyen donuk, sanal çocuklarıyız. Ondan bizden değil Daniel Blake! Öteki bize göre ise, insana inanan, yani insandan yana her daim umudunu kesmeyenlere göre ise, gerçek dostumuz, bir komşumuz, ağabeyimiz, amcamız, dedemiz Daniel Blake. Sir Daniel Blake! (4,5 / 5)
AŞIKLAR ŞEHRİ
Los Angeles’ta, trafiğin sıkıştığı sıradan bir günde, diğer arabaya çalınan ‘kibirli’ ve asabi korna ile başlayan, rengarenk bir aşk öyküsü. Caz piyanisti Sebastian ve iyi bir oyuncu olmak isteyen Mia’nın romantik aşk hikayesi, hüzünlü ve oldukça duygusal. Bütün ‘o eski güzel günlere’ saygı sunuyor; ‘güzel’ orijinal adıyla ‘La La Land’. ‘Whiplash’ ile dikkatleri üzerine çeken ve sinemanın genç dâhileri arasında gösterilen 1985 doğumlu Damien Chazelle, kendisine sunulan geniş olanakları iyi değerlendirmiş. Görkemli yapım tasarımı, işinin ehli teknik ekibin de yardımıyla gösterişli bir film yaratmış perdede. Justin Horwitz imzalı orijinal müzik, çok çok iyi. Şimdiden seksen beş ödül kazanıp, gönülleri fetheden romantik müzikal, Altın Küre ve Oscar’ların da en büyük adaylarından biri kuşkusuz!
Başrollerini Emma Stone ve Ryan Gosling’in paylaştıkları ‘hoş’ filmde, yönetmenin başucu oyuncusu J.K. Simmons, misafir kontenjanında yer bulmuş kendine. Sinema tarihinin görkemli ve iddialı klasiklerinden, Lamorisse’in ‘Kırmızı Balon’una dek, yitirdiğimiz ve artık pek önemsenmeyen bütün içi dopdolu güzelliklere şapkasını çıkartıp selamlıyor Chazelle. İçli bir ağıt olarak da ele alınabilir duygu yüklü aşk hikayesi. Senaryoda oluşmuş bir takım boşluklar, ikna edemeyen durumlar ve zorlamalar haricinde iyi bir film ‘Aşıklar Şehri’. Gösterişçi ve tuzaklarla (kurda tuzak) dolu yanıyla, henüz ilk sahnesiyle ele geçirmeye çalışıyor izleyicisini. Kısmen de başarıyor bunu fakat engel olamadığı boşluk ve dağılmalar neticesinde kafası karışık bir durumda, alelacele toparlamaya çalışıyor öyküyü son düzlükte. Aynı adı gibi lay lay lom bir güzellik, şarap şurup anlar yaratıyor ama belirli bir tatminsizlik de yayıyor bünyeye. Emma Stone, rolünün hakkını vermiş. Aynı durum, Ryan Gosling için geçerli değil fakat. Gosling, bildiğimiz ve defalarca kanıtladığı üzere, çok iyi bir aktör ama bu role uymamış, oturmamış. Gözlerinin içi parlamıyor Sebastian karakterinin. Soğuk, uzak, başka bir yerde gibi. Aşkını inandırıcı bulamıyor insan, bir müddet sonra. Hatta ölümcül dokunaklılıkta olması gereken finalde bile! Oscar Isaac, James Franco ve hatta Chris Pine geliyorlar akla ilkin, Sebastian rolü için.
Son tahlilde, hüzünle ve keyifle terk ederken salonu, iyi bir film izlemiş olduğunuz gerçeğini, iç cebinize atıyorsunuz. Bir başyapıt veya mükemmel filmle mesafeli bir iyilik bu tabii. Chazelle’yi takipte yarar var. Sıkı filmler çekiyor. Daha iyilerini çekecek gibi de duruyor. Eski güzel günlerin, günümüz dünyasında ötelenmiş bütün o değerlerin ve sahici aşkın gerçek anlamı adına keyifle izlenir. (3,5 / 5)
ÇİN SEDDİ
Gezegenin en görkemli yapılarından olan ve yapımı 1700 yıl süren Çin Seddi, barut, mıknatıs, saldırgan, vahşi canavarlar ve aksiyon dozu yüksek, fantastik bir kahramanlık serüveni! Çin’in kuzeybatısı boyunca uzanan ve 8852 km. uzunluğunda olan dünyanın en uzun savunma duvarı, M.Ö. 221 ile M.S. 608 yılları arasında inşa edilmiş. Bu dev inşaatın amacı konusunda tarihçiler farklı görüşler öne sürmüşler. Dünyanın yedi harikasından biri olan yapı, Çin’in bugüne kadarki en pahalı filmine ismini vermiş durumda. Bol ödüllü usta yönetmen Zhang Yimou imzalı yapımda başrolü, Matt Damon üstleniyor. Çin-ABD ortak yapımında diğer önemli rollerde ise Tian Jing, Andy Lau, Pedro Pascal ve usta aktör Willem Dafoe’yu izliyoruz. Edward Zwick’in de aralarında bulunduğu senaryo ekibi, tarihin en ünlü savunma duvarını, fantastik ve gerilimli bir aksiyona malzeme yapmış.
Çin’in ünlü buluşu barut peşinde olan iki batılı paralı asker, kilometrelerce uzaktaki bu ülkede, başka bir gezegenden dünyamıza gelmiş, kana susamış vahşi yaratıklarla mücadele ederken bulurlar kendilerini. Gezegene sahip olma derdindeki canavarlar karşısında, seçkin ve düzenli Çin ordusuyla birlikte mücadele edecek olan iki adam, çıkarlarını bir köşeye bırakıp insanlık adına müthiş bir serüvene atılırlar. Sinemaseverler tarafından en çok, ‘Kahraman’, ‘Parlayan Hançerler’, Altın Çiçeğin Laneti ve ‘Savaşın Çiçekleri’ filmleriyle tanınan Çinli usta Zhang Yimou, epik bir savaş filmini, ‘Alien’ türü bir fantastik gerilimle harmanlamış adeta. Kahramanlık, dostluk ve fedakarlık temaları, ilgiyle izlenen serüvenin ana malzemesi. Tempolu ve gösterişli Hollywood yapımlarına, varlığını şiddetle anımsatan film, zamanın nasıl geçtiğini hissettirmiyor. Beklentinizi fazla yükseltmeden ve perdedeki yapıma, sınırları dışında anlamlar yüklemeden, pekala keyifle terk ediyorsunuz salonu. (3 / 5)
Başrolde Aaron Eckhart’ın yer aldığı korku-gerilim ‘Incarnate / Şeytanın Oğlu’, Hindistan’dan çıkagelen aksiyonlu aşk öyküsü ‘Baaghi: A Rebel of Love / Baaghi: Asi ve Aşık’, bir devam filmi olan Çin yapımı animasyon ‘Frog Kingdom 2: Sub-Zero Mission / Kurbağa Krallığı: Buz Macerası’ ve iki yerli yapım, Bilal Babaoğlu imzalı duygusal dram ‘Aşık’ ile Ayhan Özen’in yönettiği komedi türündeki ‘Nasıl Yani’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese. MURAT ERŞAHİN