30 ARALIK 2011
2011’in son haftası, altı yeni yapımla kapanıyor. Pedro Almodóvar filmi “İçinde Yaşadığım Deri”, Miranda July imzalı bağımsız yapım “Gelecek” ve Bent Hamer’in yönettiği “Yeni Yıl”; haftanın iyileri… Bir sene daha geçti işte ömrümüzden. İçimizde sakladığımız ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ bir yaş daha aldı. Ona şefkatle sarılalım, sevgi sözcükleri fısıldayalım kulağına. Onu her daim anlamaya çalışalım… Sokak, sinemadan çıkmamış insanlarla dolu çünkü. Herkese mutlu, umutlu bir yeni yıl!
GELECEK
2005 yapımı “Ben ve Sen ve Diğerleri / Me and You and Everyone We Know” ile Cannes’den dört ödülle dönen bağımsız sinemacı Miranda July, yeni filmi “Gelecek / The Future” da, otuzlu yaşların ortasındaki bir çifti merkez alarak, varoluşun ‘yarı loş’ anlamını sorguluyor. Bakıma muhtaç, yaralı bir kediyi ‘evlat edinmeye’ karar veren çift, sorumluluk denen ‘sistem sorununun’ üstesinden gelmeye çalışırlarken, ‘özgürlüğün’ ne olup olmadığı konusunda farklı deneyimler yaşarlar… Miranda July’nin yazdığı, yönettiği ve başrolü oynadığı dram, hipnotize edici, yarı karanlık, umutsuz ve mutsuz bir tona sahip. July, kurduğu şiir evreninde dertlerini rahatça yansıtıyor perdeye. Fazla ‘arıza’, uzak, kişiye özgü görünen dertlerin ve acıların evrensel izleriyle karşılaşıyorsunuz Berlin’de ‘Altın Ayı’ için yarışan öyküde. Sevgiye, şefkate aç, kendilerinin birileri tarafından bulunup, bir ömür boyu onlarla kalmak isteyen canlılar. Kedisi, kadını, erkeği, çocuğuyla; insan acemiliği… Hamish Linklater ve David Warshofsky’nin, July’ya eşlik ettikleri yapımda, evlatlık kedi Paw-Paw’ı da seslendiriyor Miranda July. Hüzünlü film, Edip Cansever’in şu dizeleri gibi öte yandan: “Zamanla değil, bir yerde; benim olmayan bir şeyle yaşlanıyorum. Geçiyorum ilk şeklimi tüketerekten… Kalbim, sersemliğim benim.”
YENİ YIL
Yürek ısıtan bir İskandinav rüzgârı. Karlı manzaralar ve soğuk yansısa da perdeye, kalpteki ısısı başka türlü; küçük gözüken ama farklı lezzetlere sahip filmin. “Yumurtalar”, “Güneşli Bir Gün”, “Mutfak Hikâyeleri”, “Factotum” ve “O’Horten”in duyarlı, zeki ve şefkatli sinemacısı Bent Hamer, bu kez “Yeni Yıl”la karşımızda. Norveçli usta yönetmen yeni filminde ülkesinin küçük bir kasabasında geçen sıcacık, oldukça duygusal, iç içe geçmiş küçük hikâyecikler sunuyor bize. Dünyanın her türlü berbatlığına rağmen yine de insani duygular hissettiren kuzey ışıklarının büyüleyici güzelliği altında yaşanan minik öyküler, bir bütüne ilerliyor. Kasabanın insanları, trajedi, mizah, şefkat, kötülük, iyilik, bağışlama, doğum, ölüm, kader, umut, çaresizlik, yalnızlık, sevgi, aşk gibi oluşları yaşarlarken hüzünlü bir şarkının nakaratı oluveriyorlar. Ama sessizce. Bilge ve barışçıl, oldukça insancıl bir bakışla üstelik. Balkanların kan ve barut kokan gerçekliğinden, İskandinavya’nın sakin, izole coğrafyasına içli bir yolculuk. Sınıfsal farklılıkların, bütün ötekileştirmelerin kapı önüne konduğu bir film. Başlangıcın ve bitişin soğuk ama hayatın damarlarında dolaşan deveranı…
İÇİNDE YAŞADIĞIM DERİ
Yedinci sanatın ustalarından Pedro Almodóvar, yeni filmi “La Piel Que Habito” da bildik temalarını, son derece karanlık ve gerilimi yüksek bir öyküde, her zamanki gibi yine son derece şık bir biçimde ele alıyor. Almodóvar’vari bir ‘Frankenstein’ öyküsü izlediğimiz özetle. Usta sinemacının şimdiye kadar peliküle döktüğü dertleri, duyarlıkları ve hemen bütün meseleleri mevcut filmde. Eşini ve kızını, farklı ve trajik biçimlerde kaybeden ünlü bir doktor, gen transferiyle ilgili çalışmalarını, dirençli ve olabildiğince doğal insan derisi yaratmak üzerine geliştirir. Gizli deneylerinde kullandığı ve evinde kapalı tuttuğu gizemli güzel kadın, kendi geçmişine uzanan birçok sırrı barındırmaktadır. Cannes’de Altın Palmiye için yarışan filmde başrolü, İspanyol ustanın 21 yıl önce çektiği “Atame / Bağla Beni” de yer verdiği Antonio Banderas üstleniyor. Fransız yazar Thierry Jonquet’nin ‘Tarantula’ adlı romanından uyarlanan filmde Banderas’a eşlik eden isimler arasında, güzel aktris Elena Anaya ve usta oyuncu Marisa Paredes’te rol alıyorlar. Fritz Lang’ın 1940’lı yıllarda çektiği korku filmlerinden esin aldığını belirten Almodóvar, bilim, yaratım ve tanrı gibi önemli kavramlara direkt göndermeler yaptığı filminde; insanın en belirgin korkularına ve kötücül taraflarına da değiniyor. İnsan bedeni ve o bedenle kurulan ilişki üzerine satırbaşları açan yönetmen; suç, ceza, aşk, tutku, bedel, intikam, acı, elem, ruh, cinsellik ve ölüm üzerine, her zamanki gibi içi dolu şeyler de söylüyor. Çok yeni ve heyecan verici bir mesele olmasa da; ters köşe tarafları ve şık stiliyle bir Almodóvar filmi izlediğimiz son tahlilde.
KAÇIŞ
“Alacakaranlık / Twilight” serisinin genç kızlar tarafından ‘nedense’ yakışıklı bulunan bol kaslı, ufacık kafalı ‘Kurt Adam Jacob’ını, gerçek adıyla Taylor Lautner’i; başrole taşıyan aksiyon, sadece aktörün hayranı yeni yetmelere sesleniyor. Genç oyuncunun hayranlarının azımsanmayacak denli ciddi rakamlarda oluşu, filmin, ABD’de ki yüz güldüren gişe hasılatından belli oluyor. Fakat gerisi, büyük bir boşluk… Anne-babasının, gerçek ebeveynleri olmadığını anlayan bir gencin, profesyonel ajanlarla, kiralık katillerle olan mücadelesi; sabun köpüğünden de hafif ve ‘olacak gibi değil’. Üstelik perdede, yeni bir seriye göz kırpan ve en ufak tat vermeyen aksiyonun yönetmeni; bir zamanlar attığı imzalarla ümit veren John Singleton. “Boyz n the Hood” ve “Rosewood” önemli filmlerdi, hatta popüler aksiyon sinemasına yeni bir solukla bakan “Four Brothers” da öyle... Bu sefer, tamamen gişe odaklı fazla popüler bir proje çekmiş Singleton. Başrolü üstlenen fazla ebleh bakışlı aktör Taylor Lautner’e ise, bir yıldız grubu omuz vermişler. Kimler yok ki yardımcı rollerde? Sigourney Weaver, Alfred Molina, Maria Bello, Michael Nyqvist, Jason Isaacs ve Delmot Mulroney… Lautner’in düşük IQ’lü bakışları arasında acı çekseler de para kazanıyorlar işte; ne yapsınlar. Son tahlilde böyle bir hissiyatla ayrılıyorsunuz vasatın epey altında seyreden aksiyondan. Fakat ilk gençliğinizi sürüyorsanız o vakit durum başka. ‘Lautner’a laf yok!’ diyor genç izleyici.
YILBAŞI GECESİ
Hollywood’un çok sevdiği ‘yeni yıl’ filmlerinin 2012 versiyonu, geçtiğimiz yıl ‘Sevgililer Günü’ için çekilen bir başka ısmarlama film “Valentine’s Day”i gerçekleştiren, romantik komedilerin becerikli yönetmeni Garry Marshall imzalı. Tecrübeli yönetmenin en önemli referansının, 1990 tarihli “Pretty Woman” olduğunu meraklısı için not düşelim. İç içe geçmiş hikâyeler, bol karakter ve bol yıldız… Bu tip filmlerin tanıdık formülü, “Yılbaşı Gecesi” içinde geçerli. Bir romantik komedi çorbası var perdede. Yıldızlar geçidi eşliğinde anlatılıyor; legoyu andıran sevgi, aşk ve umut öyküleri. Kimler yok ki filmde? Robert De Niro var. Michelle Pfeiffer, Halle Berry, Sarah Jessica Parker, Hilary Swank, Jessica Biel var. Carla Gugino, Ashton Kutcher, Zaf Efron, Katherine Heigl, John Lithgow, Cary Elwes, hatta Jon Bon Jovi bile var. Bu varlık içinde bir yokluk söz konusu ama. Bir iş adamı, çalışkan bir işletmeci, ölmek üzere olan bir hasta, bir hemşire; yılın en hareketli gecesinde karşımıza çıkan onlarca karakterden bazıları. Saatler on ikiyi vurmak üzereyken New York’tan insan manzaraları. Yeni başlangıçlar, aşk, doğum, ölüm, umut, affetmek ve mucizeler üzerine birbirine girmiş sıcak görünümlü fakat ‘soğuk ve yapay’ öyküler izliyoruz perdede. Kes yapıştır şeklinde; fazla samimi ve inandırıcı olmayan, bir yanı eğreti; alelacele hikâyeler. Yine de; yeni yıl, New York New York, ünlü yıldızlar; ilk öpücük, romantik buluşmalar, izleniyor işte bir şekilde film. Sonra da hemen unutuluyor. Bu kadar… ‘Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler’ şarkısını mırıldanarak ayrılıyorsunuz filmden. ‘Beş Yıl Önce On Yıl Sonra’ grubu, yitirmiş olduğunuz sevdiklerinizle birlikte geçirdiğiniz geçmiş yılbaşı geceleri, ilk aşkınız, sevdiğiniz, çoluğunuz, çocuğunuz; ne bileyim, son sürat yaşlanmakta olduğunuz takılıyor aklınıza fena halde. Son tahlilde; filmin romantikliğinden değil, sizin romantikliğinizden kaynaklanıyor bu tabii!
MURAT ERŞAHİN