29 OCAK 2021
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül, Ekim, Kasım, Aralık ve şimdi Ocak aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2013 ve 2014 yıllarının Ocak ayındayız! O yılların Ocak ayında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
Vizyon madem halen filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ öneriyor!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
Il Conformista / Konformist
(Yönetmen: Bernardo Bertolucci / 1969)
Easy Rider
(Yönetmen: Dennis Hopper / 1969)
A Clockwork Orange / Otomatik Portakal
(Yönetmen: Stanley Kubrick / 1971)
Paris, Texas
(Yönetmen: Wim Wenders / 1984)
Krótki film o milosci / Aşk Üzerine Küçük Bir Film
(Yönetmen: Krzysztof Kieslowski / 1988)
Güncel öneriler
Filmler:
Horizon Line / Ufuk Çizgisi
(Yönetmen: Mikael Marcimain)
Bir arkadaşlarının tropikal bir adadaki düğününe giden Sara ve Jackson adlı çift, pilotları kalp krizi geçirince kendilerini denizin binlerce metre üstünde bir ölüm kalım mücadelesinin ortasında bulurlar. Heyecanlı bir gerilim.
21 Bridges
(Yönetmen: Brian Kirk)
İki polis katilini yakalamak için Manhattan’a giriş çıkışlar kapatılmıştır. New Yorklu bir dedektif, kirli bir oyunda karanlığı aydınlatmak zorundadır. Gencecik yaşta hayatını kaybedeb yıldız oyuncu Chadwick Boseman’a, J. K. Simmons ve Sienna Miller eşlik ediyorlar. Başarılı ve aksiyon yüklü bir suç öyküsü!
Børning 3 / Yarış 3
(Yönetmen: Hallvard Bræin)
Norveç’ten çıkagelen bir komedi aksiyon! Düğünü iptal olan Roy, kaçan müstakbel eşini geri kazanmak için Almanya’nın ünlü Nürburgring pistinde yeni bir rakibin yarış teklifini kabul eder.
Um Pai no Meio do Caminho / Double Dad
(Yönetmen: Cris D’Amato)
Brezilya yapımı aile komedisinde gencecik aktris Maisa Silva’yı izliyoruz. Annesinin yokluğunu fırsat bilen genç kız, yaşadığı hippi komününden gizlice ayrılarak babasının kim olduğunu bulmak için hayatını değiştirecek bir maceraya atılır.
Sweetness in the Belly / Aşk Sınır Tanımaz
(Yönetmen: Zeresenay Mehari
Etiyopyalı bir yetim, mülteci olarak İngiltere’ye kaçar. Büyüdükçe, göçmen ve mültecilerin aileleriyle bir araya gelmelerine yardımcı olmak için çalışır. Dakota Fanning’e, ‘The Big Bang Theory’nin yıldızı Kunal Nayyar eşlik ediyor!
Diziler:
Mr. Mayor
(Yönetmen: Tina Fey, Robert Carlock)
Varlıklı bir iş insanı olan Neil Bremer, şehrinin belediye başkanlığına aday olmaya karar verir. Bu durum çevresindekileri oldukça şaşırtsa da Neil yarışı kazanır ve başkan koltuğuna oturur. Artık büyük fikirlerini hayata geçirme zamandır. Ancak kısa sürede siyasette gezinmenin her zaman yaptığı gibi bir iş olmadığını fark edecektir! Sevimli komedide Ted Danson’a Holly Hunter eşlik ediyor.
Pen 15
(Yönetmen: Maya Erskine, Anna Konkle, Sam Zvibleman)
Yedinci sınıfa devam eden ortaokul öğrencileri Maya ve Anna’nın ergenliğin getirdiği komik ve bir o kadar da zorlayıcı durumlarını izliyoruz. Mizahı bol yapımın yaratıcıları Maya Erskine ve Anna Konkle oyuncu kadrosunda yer alıyorlar.
Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer / Night Stalker: Bir Seri Katili Yakalamak
(Yönetmen: James Carroll, Tiller Russell)
Gerçeklere dayalı gizemli suç belgeseli kapkara! Tedirgin edici öyküde, Los Angeles’ın aşırı sıcak ve güneşli 1985 yazında iki dedektif acımasız ve şeytani bir seri katilin peşine düşerler. Suç öykülerini; üstelik gerçekten yaşanmış olanları sevenler kaçırmamalı!
Disenchatment
(Yönetmen: Matt Groening, Josh Weinstein)
Prenseslik görevleri onu çağırsa da o, içki âlemi yapmayı tercih ediyor! Özgür ruhlu Bean, iblis ve Elf dostlarıyla ortalığı birbirine katarken kralı çileden çıkartıyor. Aksiyon yüklü yaman ve çılgın bir animasyon.
Young Wallander
(Yönetmen: Ben Harris)
Bizzat tuhaf bir cinayete tanık olan çaylak polis Kurt Wallander, gizemli soruşturmaya yardım etmek üzere seçilir. İngiltere yapımı sürükleyici suç öyküsünün başrolünü İsveçli aktör ve müzisyen Adam Pålsson üstleniyor!
Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Ocak 2013
YOK OLURKEN…
‘Yaşam yaşamıyor.’
Ferdinand Kürnberger
Artık dayanamıyorum etraftaki oluşlara. Baudelaire’in o ünlü sözünü tekrarlıyorum: ‘Ey çığ, düşerken alıp götürür müsün beni?’ Erozyon hızla sürüyor! Birer birer kayboluyorlar. Yok oluyorlar. Yok ediliyorlar! Şimdi aramızda olmayan, hep özlediğimiz, o eski güzel insanlar gibi. Tarihi doku kaybı hızla sürüyor! Beyoğlu’ndaki, İstiklal Caddesi’ndeki sinemalar. Cadde-i Kebir sinemaları. Lale, Saray, Rüya, Yeni Melek, Elhamra, Emek, Alkazar, şimdi de Sinepop… Sadece salonlar ve bizler değiliz ölen. Düşler de ölüyor. Sokakların, caddelerin sinemadan çıkmış insanlarla dolabileceğine dair Yusuf Atılgan’ın o insanca düşü. İnancı. Sokak ve caddeler tıka basa sinemadan çıkmayanlarla dolu artık! Bütün duyarlılıklar ölü. Şiir gibi. Büyülü salonların yerini çirkin AVM’lerin aldığı, hemen her şeyin hızla tüketildiği, birbirimize dokunup, anlamadan geçtiğimiz günler yaşıyoruz. Sadece Beyoğlu değil tabii bütün İstanbul için geçerli bu kültür kıyımı. Harbiye Konak, Harbiye As, Pangaltı İnci, Şişli Kent, Site… Kadıköy’e bakalım. Kızıltoprak Kent, Suadiye Atlantik, Suadiye Suadiye, Kadıköy As, Opera, Efes, Ocak, Broadway sinemaları. Perdelerini peliküle kapayan Süreyya. Uzun yıllardır süregelen ve son dönemde şahikasına varan cahil cühela bir anlayış bu! Sinema salonlarının yıkılıp, apartmanlara, iş hanlarına, düğün salonlarına dönüştüğü günlerden sonra, tarihi ve elde kalan belki de son kültürel hazineyi yok etmek adına çağdaş kapitalist hamlelerin bir yenisi şu an uygulanmakta olan! Sokakların ‘sinemadan çıkmış insanlarla’ dolu olup olmaması kimin umurunda? ‘Az sonra’cı, ‘kutumuzu açalım’cı, ‘paparazzi’ci’, ‘lütfen yardım ediniz’ci, beşinci sınıf ağlak ve tapon TV dizilerine hayran, birbiriyle evlenme derdinde bir millet, sokakları doldurması beklenen! ‘Atları da Vururlar’ durumu yaşanıyor memlekette! Genç, entelektüel olma kaygısında, eğitimsiz ama öğretim almış, radarları açık ama duyarsız çokbilmişlerin, meseleye olan sakat yaklaşımını da unutmamak gerek tabii. Eski, pis, küf kokan salonlarmış da, zaten o salona hiç uğramamış da, orayı tercih eden kimse yokmuş etrafında da, sahte ağlamalar ve hezeyanlar gereksizmiş de… ‘muş ve miş’le süregelen kayıtsızlık süreci, acımasız ‘sistemin’ asıl zaferi zaten. Facebook ve Twitter aracılığıyla bilgi kusması yapmak, asosyal statülere ruh değil ama beden eklemek, ukalalıkta sınır tanımayarak ahkâm kesmek ve gittikçe duyarsızlaşmak, insanlıktan çıkıp bir robota dönüşmek dışında nedir verilen tepki? Az ve öz kalanların uğraşı da sistemin bir kulağından girip, diğerinden çıktıktan sonra üstelik. Sistemin kültür anlayışı ve kültür/sanata olan yaklaşımı da her şeyiyle ortadayken… Eğitimli, kültürlü, şehirli ve duyarlı olanların nefes alabilecekleri alanların her geçen gün azalmakta olduğu günümüzde fast-food hayat tarzını, sığ bir boşluk içinde pazarlayan global sistemin AVM’lerinin bol salonlu konforunda (!) iyi seyirler dilemekten başka ne kalıyor geriye söyleyecek. Sadece, gişeye eğilip; ‘mümkünse sıra başı olsun lütfen’ diyerek alınan biletin ardından, o eski sinema fuayesine adımınızı attığınızda sizi saran büyünün ne demek olduğunu asla bilemeyecek olan genç nesillere yanıyor insanın içi. ‘İkinci Zafer Haftası’ notlu film afişleri adına, ‘sinemadan çıkmış insanların’ yetiştireceği gelecek nesilden, ‘insandan’ yana ümidi kesmemek bir yandan da!
KİBARCA ÖLDÜRMEK
‘Amerika sana her şeyimi verdim ve şimdi bir hiçim.’
Allen Ginsberg
ABD’ye uçan tekmeyle bir saldırı orijinal adıyla ‘Killing Them Softly’! Ne enfes finaldir o! ‘Amerika bir ülke değil, bir işletme’ der mafya tetikçisi Jackie Cogan. Mafya/devlet avukatı ile bir bardadır. Obama, TV’de konuşmaktadır. Özgürlük, demokrasi, kişisel haklar demektedir, umuttan bahsetmektedir. ‘Biz, tek kişiyiz’ der ardından. ‘Bu da, Thomas Jefferson tarafından yaratılan bir mit’ diye devam eder Cogan. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinin yazarı, üçüncü başkan Jefferson’a giydirmektedir şimdi. ‘Jefferson, bir Amerikan azizidir çünkü bütün insanlar eşit yaratıldı demiştir. Sözlerine kendi de inanmamıştır. Çocuklarının kölelik düzeninde yaşamasına izin vermiştir çünkü. Snop, zengin bir beyazdır. Sadece İngilizlere vergi ödemek istememiştir. Süslü kelimeler yazmıştır ve insanlar bu süslü kelimeler yüzünden hayatlarını yitirmişlerdir. O ise, koltuğuna yaslanıp, şarabını içmiştir; evinde çalışan köle kızı becermektedir bir yandan da’. ‘Bu adam’ diye sürdürür Cogan, Obama’yı kastederek, ‘Bir toplumda yaşadığımızı anlatmak istiyor bana. Beni güldürme. Ben, Amerika’da yaşıyorum ve Amerika’da tek başınasındır. Amerika bir ülke değil, bir şirket. Şimdi bana, kahrolası paramı öde!’ ve film kapkara kapanır. 2008’in Amerika’sında geçer öykü. McCane ve Obama kavga etmekte, Lehman Brothers’ın iflası açıklanmakta, kapitalist sistemin cerahati açılan yaradan akmakta, umut sözcüğü, sokaktaki tükenmiş insana bir alay nidası gibi gelmektedir. İlk uzun metrajı ‘Chopper / Kasap’, ardından ‘The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford / Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikasti’ adlı müthiş filmle, ‘başka bir adam’ olduğunu gösteren Yeni Zelandalı Andrew Dominik, Cannes’de Altın Palmiye adayı olan suç dramında, tamamen politik bir öykü anlatıyor. Bir siyasi yergi, kapkara bir dram, adını Cogan’ın insanları öldürme tarzından alan ‘Kibarca Öldürmek’. 1973’te Peter Yates’in yönettiği ‘The Friends of Eddie Coyle’ adlı enfes filmin de uyarlandığı eserin yazarı George V. Higgins’in (1939-1999) ‘Cogan’s Trade’ adlı romanından perdeye aktarılan karanlık ağıt, spesifik olarak 2000’lerin ekonomik çöküş dönemine değil, bütün ABD tarihine ve vahşi kapitalist zihniyete ağır bir eleştiri. Suç dünyası ve onun elemanları sadece birer metafor. En büyük mafya olan devlet, ilk başkandan günümüze topluma söylenen yalanlar, sistem denen doymak bilmez canavar ve kurbanları. Alegorik karakterler, filmde müthiş performanslarla vücut buluyor. Özellikle Scoot McNairy, Ben Mendelsohn ve James Gandolfini unutulmaz anlar yaratıyorlar. Acımasız şirket, öğütmeye devam ediyor!
UÇUŞ
‘Baktım gökte bir kırmızı bir uçak. Bol çelik bol yıldız bol insan’
Sevgi Duvarı / Can Yücel
Filmden akılda kalanlar: ‘Nadine Velazquez, ters dönen uçak, saati göremiyorum, Nadine Velazquez, tanrının eli, dökülen içkilere yazık oluyor, tüh Nadine Velazquez ölerek filmden çıktı, saat kaç göremiyorum…’ Robert Zemeckis vasatın altında uçuyor bu kez! Hani, fazla iyi niyetle vasat bir film ‘Uçuş / Flight’. Tecrübeli bir pilotun hayatı, ‘dağınık’ geçen gecenin sabahında görev aldığı bir uçuş yüzünden değişir. Bütün motorları yanıp, iniş takımları bozulsa da, Denzel Washington’un bildik performansıyla sağ salim yere indireceği düşünülmüş filmin hemen başında, olanca güzelliğiyle arzı endam eden Nadine Velazquez’in nefes kesici katkısı, Zemeckis’in yeni işinin en çok akılda kalan yanı. Hayata, yakınlarımıza, en önemlisi de kendimize yalan söylemememiz gerektiğini, gerçek bir kahraman olabilmek için, kendi gerçeğimizi, aslında kim olduğumuzu kabul etmemizin mecburiyetini vurgulayan yapım, -ara sıra saate bakarak- izletiyor kendini. Damakta kalan tat, keçiboynuzu oluyor yine de. Vicdan, doğruluk, yalanlar, ahlak, bizi kuşatan sistem ve beklentileri üzerine insana dair bir öykü anlatıyor dram. Kader, her şeyi tanrı bilir ve kontrol eder gibi Amerikan tutuculuğuna dair satır başı detayları unutmadan tabii. ‘In God We Trust / Tanrıya güveniyoruz’u hemen her yere sıkıştırarak. Bizse salonu terk ederken, bütün bu değinilere sırt çevirerek, Can Yücel’in deyişiyle, ‘ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi’ diyoruz, son tahlilde!
ÇALINTI HAYAT
‘Sözcükler eylemlerdir!’
Ludwig Wittgenstein
Film içinde film, roman içinde roman… Sözcükler ve karşılıkları. İlk romanıyla edebiyat dünyasına hızlı bir giriş yapıp, büyük başarı ve üne ulaşan yazarın en önemli problemi, ilk romanının çalıntı olduğunu bilmesidir. Bir başkasının eseriyle meşhur olan yazar, bunun bedelini ödemek zorunda kalacaktır. Başka bir yazarın anlatısıyla şekillenen içli bir öykü izlediğimiz. Gerçek ve kurmacanın, garip, yoğun, aldatıcı, büyülü ilişkisi. Sanatta intihal ve hayattaki karşılığı! Gerçeğin karşısında verilen ödünler. Aşk, vicdan, acı ve ‘gerçek’ olarak bilinen oluşları savurup duran acımasız hayat! ‘Eserimi aldın, acılarımı da al o zaman’ diyen adamın isteğini yerine getiren yazarın mahkûm olduğu yalnızlık. Kitaba ayraç olan ‘o kadının’ fotoğrafı. ‘Ne isterdin’ sorusuna verilecek cevaplar… ‘Tron Efsanesi / Tron Legacy’nin öyküsünü yazan, aynı zamanda kırktan fazla filmde rol alan aktör Brian Klugman ve arkadaşı Lee Sternthal’in yazıp yönettikleri dokunaklı dram, içi dolu sözleri; gösterişten uzak, yalın ve etkileyici biçimde yansıtıyor perdeye. Son derece duyarlı, elem ve yalnızlıkla örülmüş bu gayet başarılı ilk filmin yaratıcılarını dikkatle takip etmek gerek!
Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Ocak 2014
BİR HURDACININ HAYATI
‘Yoksulluk kader olamaz, kader değildir!’
Danis Tanovic imzalı zımba gibi bir film. ‘En iyi yabancı film’ Oscar’lı, 2001 yapımı ilk uzun metrajı ‘No Man’s Land / Tarafsız Bölge’ ile 2010 tarihli ‘Circus Columbia / Güzel Bir Hayat Düşlerken’ gibi nitelikli yapımların Boşnak yönetmeni Tanovic, bu yıl Berlin’de üç ödül birden kazanan yeni filmiyle karşımızda. Orijinal adı ‘Epizoda u zivotu beraca zeljeza’ olan yapım, bir doküdram. Saraybosna’ya üç saat uzaklıkta, tanrının unuttuğu küçük kasabada yaşayan yoksul insanlar. Yaşanmış bir olay, Tanovic’i etkileyen. Tutmuş, birebir çekmiş. Hayattan, perdeye. Mujic ailesinin yaşadıklarını, bize aktarmış. Filmde profesyonel oyuncu yok. Aile üyeleri kendilerini canlandırıyorlar. Gerçek aktörlere taş çıkartırcasına. Berlin’de ‘en iyi erkek oyuncu’ ödülünü kazanan Nazif Mujic değil sırf, bütün aile üyeleri şahane! Mucize bir iş, bu film. Gerçek çünkü! Nazif, Senada, Samsa ve Sandra Mujic. Senada, rahminde ölen bebeği yüzünden ölümle pençeleşiyor. Bebeğin hemen alınması gerek. Filme adını veren hurdacı kocası –ki işsizlikten hurdacılık yapıyor Nazif. Yani ne bulursa onu yapacak- ameliyat parasını denkleştiremiyor bir türlü. Sigortaları, hiçbir sosyal güvenceleri yok çünkü. Hayatta olup olmadıkları bile belli değil işin özünde! Yetkililer, para ödenmediği takdirde ameliyatın gerçekleşemeyeceğini söylüyorlar. Bir şekilde bir yolunu buluyor Nazif. Kurtarıyor sevgili eşini ölümün pençesinden. Ama tanrıya yakardığı gibi oluşlar: aksilikler hep yoksulları buluyor! Eve döndüklerinde bakıyorlar, ödenmemiş fatura yüzünden elektrikler de kesik. Onun da bir yolunu buluyor hurdacı. Çalışmayan arabasını parçalara ayırıp, satıyor ve mutlu oluyor Mujic ailesi. Televizyon çalışıyor, ev aydınlanıyor… Küçük harfli mutluluklar, perdeye yansıyan müthiş çaresizliği ve garibanlığı ısıtıyor. Üç kuruşun peşinde geçirilmiş, zor günün sonunda, iki küçük, dünya güzeli kızını öpüp koklamak işte mutluluk! Gerisi boş. Gerisi tamamen hayatın devamı çünkü: sefillik, yoksulluk, her şeyiyle yoksunluk ve imkânsızlık. Ülkesinin gerçeklerini, dünyanın dört bir yanındaki benzer durumu öykülemiş Tanovic. Yaşanmış bir gerçeği, belgeseli kurgulamış ve gerçeğin canlandırması çıkmış ortaya: yüzde yüz bir sinemayla üstelik. Anaç, fedakâr, çalışkan, onurlu, sevgili eş ve güçlü anne Senada’nın, kuzinede pişirdiği börek, küçük kız kardeşlerin leğende açtığı hamur, yakacak odun derdinde, kışın ayazında baltası ve testeresi ile yollara düşen Nazif ve aynı kaderi yaşayan komşuları. Gayri safi milli hasılat ve gayri safi milli mutluktan pay alamayan, kendilerini şehrin uzağındaki zorlu yaşam koşullarına hapseden sistemin tam ortasında, insan oldukları gerçeğini hissetmeye çalışan insancıklar! Müthiş bir dayanışmanın, sınıf bilincinin, fedakârlığın öyküsü anlatılan öte yandan. Bazılarının, ‘kartondan’ mutluluk kavramına inat, gerçekten mutluluk olabilecek, kendi küçük, anlamı büyük oluşlar. Tanovic’in filmini izlerken, bir yandan ülkemiz sineması adına çekilen kimi içi boş örnekler geliyor akla. Neden Tanovic gibi yönetmenlerimiz bir elin parmağını geçmiyor. Aynı yokluk, yoksulluk, yoksunluk hikâyeleri bizde de gırla gitmiyor mu? Ülkenin gerçeklerine sırtını dönmüş, çiçekle, böcekle, ha ha, hi hi ile vakit geçiren bomboş adamlar var ve bunlar sinema yapıyorlar bir şekilde para bulup. Ticaretin başka yolları var, çekin elinizi sinemadan demek geliyor insanın içinden. Yazıklar olsun gerçekten! Tanovic gibilerine de helal olsun! Aşk olsun! Yaşadığımız yerin, başka bir gezegenin cehennemi olduğunu gösteren bu tespit filmine şapka çıkarmamak, yedinci sanatın önemine ve gücüne inanmış biri için hainlik olur! Dünyanın adaletsiz ve zalim yanına tanıklık etmek için bir zorunluluk bu filmi izlemek; bir insanlık görevi!
GLORIA
‘Tutkular kelepçe gibidir yüreğine. Sakın vurma özgür ol sende. Kendini yalnız duy, başkası olmasın. Ne eksiğin ve ne de parçan.’
Gel İstersen / Grup Gündoğarken
Sebastián Lelio imzalı Şili filmi, hüzünle mizahı buluşturan, duygusal bir dram. Kendini, yere sağlam basan bir birey olarak duyumsamanın, zayıf yanlarını törpüleyerek, yeniden güçlü, özgür hissetmenin filmi. Arka planda ise, ülkenin geçmiş kırk yılına ve günceline değinen, politik ve sosyal gerçekler var. Altmış yaşına merdiven dayamış Gloria, yalnız bir kadın. Kendini yalnız hissediyor; kendini yalnız duymak güç çünkü! Şuursuz, bilinçsiz bir halde deviniyor gündelik hayatta. Anlık hazlar peşinde koştuğu bekar partilerinde, barlarda ve müzikhollerde aradığı kendi değil, bir başkası hep! Yine onun gibi ‘aranan’, kendinden biraz yaşlı emekli bir deniz subayı ile ilişkiye giriyor ardından. Bağlanmak istiyor, ilişkinin büyüsüne kapılmak ama… Berlin Film Festivali’nden döndüğü üç ödülden, ‘en iyi kadın oyuncu’ olanını kazanan Paulina García, müthiş bir performans sergiliyor! Arjantinli sinemacı Lucrecia Martel’in şahanesi ‘La Mujer Sin Cabeza / Başsız Kadın’ ve geçtiğimiz aylarda vizyona giren yaman Amerikan bağımsızı ‘Frances Ha’ ile birçok ortak yönü var filmin, mesele bağlamında. Dürüst bir portre resmetmiş Şilili yönetmen. Ülkesinin tarihine çaktırmadan bakarak, bütün acıların; bireyin yüreğinde ve hafızasında açtığı yaralarla ilgileniyor. Özgürlük ve kişilik, en önemli belirleyicisi birey ve insan olabilmenin. Başkası olmadan, bir başına, dans edebilmek örneğin. Kendinin ne güzel olduğunu bilmek, sevmek kendini. Çirkin bir kediyi ya da! Umberto Tozzi imzalı enfes şarkı ‘Gloria’ eşliğinde, kendinizi iyi hissederek ve dans ederek çıkıyorsunuz salondan. Bir yakınınız Gloria. Çok sevdiğiniz, o hür ve güçlü arkadaşınız!
YOZGAT BLUES
Şövalyeler, nüanslar ve diğerleri üzerine…
Belediyelerin açtığı kurslarda öğretmenlik yapan ve inanıp, bildiğinden asla ödün vermeden, AVM’lerde Fransızca şansonlar söyleyen Yavuz, kurstan öğrencisi olan ve marketlerde ürün tanıtımı yapan Neşe ile birlikte, bir iş teklifi üzerine, emektar arabasına atlayıp, Yozgat’a gider. Beklentileri, hayata karşı olan tavırları başka başka olan karakterler eşliğinde, İç Anadolu’nun izole bozkırında bir tutunma, ait olma ve şövalyelik öyküsü. İyi film. Allak bullak ediyor insanı. Mahmut Fazıl Coşkun, ilk filmi ‘Uzak İhtimal’in epey ötesine geçmiş. Taşrada zaman ve yoksunluğun abc’si. Ercan Kesal’ın sahici performansı. Müthiş karakter ‘Yavuz’un orijinal dilde Joe Dassin yorumu: L’été Indien… Bütün oyuncu kadrosu çok iyi. Ayça Damgacı, Nadir Sarıbacak, Tansu Biçer. Çağın ve yaşanan yerin geçer akçe değerleri dışında biri olmak. İmkânsızlığın ve asla mutlu olamayacak olmanın, şövalyeliğin can acıtan resmi. Taşrada akan değil, ‘düşen’ zaman ve insan halleri öte yandan. Yanında, peruğunu çıkararak dolaştığı tek insanın başka arayışları yanında, titiz bir porselen tabak arayışı. Diğerleri başka başka oysa… ‘Gidecek yeri olmayan bir adam aslanları görmeye parka gitti. Aslanlar taştan, o bir insan, nasıl anlaşırlar? Anlaştılar.’ der Behçet Necatigil, ‘Bayram Ziyareti’ adlı canım şiirinde. Böyle bir hissiyatla ayrılıyorsunuz salondan. Önem arz ediyor ‘Yozgat Blues’. İncelikli! Başka bir kente kalkan otobüsün anonsunu bekliyorsunuz Yavuz’la birlikte, üçüncü sınıf bir otobüs şirketinin ofisinde ya da ne bileyim, sonsuza dek, rahatsız koltuklarındasınız, ‘hiçbir yere’ hareket etmeye hazırlanan, yalnızlar turizmin bekleme salonunun.
ÖLÜMSÜZ AŞK
Onca ‘yoksunluk’ varken!
Kurgu kökenli, kısa metraj filmleriyle tanınan, sinemanın her alanına vakıf, bağımsız ruhlu David Lowery’nin yazıp yönettiği hüzünlü dram, ince bir sızı bırakıyor yürekte. Her anlamda gariplik ve çaresizlik üzerine. Bir de gerçek aşk… Realist tona ve görkemli bir sinematografiye sahip, ışığın; adeta başrol oyuncusu gibi kullanıldığı romantizm yoğun yapım. Bir şekilde tür kırması perdede duran. Western var içinde. Kara film var, aşk filmi var. Aslı, çok duygusal bir dram. Sevdiği kadına ve yüzünü görmediği kızına ulaşmak için hapisten kaçan adamın sevdiklerine kavuşma serüveni. Bağımsızların üssü Sundance’da, en iyi sinematografi ödülü kazanan yapımın, Bradford Young imzalı görüntü yönetimi de birinci sınıf. Sonra oyuncu kadrosu. Elem yüklü varoluşunu, perdeden; izleyene nüfuz ettiren Casey Affleck, çok başarılı. ‘Amerikalı Ejderha Dövmeli Kız’ Rooney Mara da müthiş. Kırk yıllık oyuncu gibi döktürüyor, 1985 doğumlu aktris. Filmin soundtrack’ında yer alan hüzünlü şarkı, ‘I Will Go A'wandering No More’u da seslendiren Ben Foster, kırılgan bir şiirden düşmüş gibi. Usta oyuncu Keith Carradine’ı ise özlemişiz. Ne denli iyi bir oyuncu olduğunu unutuyoruz bazılarının… ABD’nin güneyinde, Teksas’da, zaman belirtilmeyen bir tarihte, muhtemelen, 70’li yıllarda geçen öykü, açık bir yarayı kanatırken, garipliği, mahzunluğu, kavuşamamayı, babalık müessesesini, karşılıksız sevmeyi, beklemeyi, umut etmeyi ve gerçek aşkı öykülüyor. David Lowery, takip edilmesi zaruri bir sinemacı. Bağımsız yapım, hüzün yüklü ve son derece kişilikli.
MURAT ERŞAHİN