29 MART 2013
Haftanın yedi yeni filminden üçü, notlarımız arasında bulunmuyor. ‘Selam’ adlı yerli dram, ‘Alacakaranlık’ serisinin ardından yine ergenleri hedef alan romantizm soslu bilimkurgu macera ‘The Host’ ve 2010 tarihli İspanyol yapımı romantik dram Tres Metros Sobre El Cielo / Aşka Yükseliş… Vizyonun diğer yenileri aşağıdaki satırlarda sizi bekliyor. Bu hafta sonu ile birlikte, baharın müjdecisi 32. İstanbul Film Festivali de start alıyor! Bütün sokak ve caddeler sinemadan çıkmış insanlarla dolsun temennisiyle, herkese iyi seyirler, keyifli festivaller ayrıca!
LANET
Koltuktan sıçratan, saf bir korku denemesi. Tüyleriniz diken diken oluyor ve gerçekten ürküyorsunuz. 2005 tarihli ‘The Exorcism of Emil Rose / Şeytan Çarpması’, derin bir dramla korkuyu buluşturan ilginç bir filmdi. Yönetmen Scott Derrickson’un bu ilk uzun metrajı, ‘ciddi’ bir sinemacıyı işaret ediyordu. Yanılmamıştık. 1951 tarihli aynı adlı orijinal filmin yeniden çevrimi olan 2008 yapımı ‘The Day the Earth Stood Still / Dünyanın Durduğu Gün’, Derrickson’un yeteneğini kanıtlıyordu. Bu kez, bilimkurguyla dramatik unsurları buluşturmuştu başarılı isim. Yeni filmi ‘Sinister / Lanet’ ise, sanırım başarısının doruğa ulaştığı an! Filmin müthiş atmosferi, sizi avucunun içine alıyor adeta. Bir evin içinde dışarı çıkmadan, karanlığın ve filmin fevkalade orijinal müziğinin de etkisiyle tarifsiz geriliyorsunuz! Gerçek suçları araştıran ve onlar üzerine kitaplar yazan bir yazar, on yıl önce yazdığı ve kendisine büyük başarı getiren romanın ardından pek parlak şeyler yazamamanın verdiği sıkıntıyı yaşamakta. Yıllar sonra, bir seri katilin saldığı dehşeti yakından araştırmak ve yeni bir başarı elde etmek için, ailesiyle birlikte yeni bir eve taşınıyor. Tabii, evin karanlık geçmişini ailesiyle paylaşmadan. Evde, geçmişte dehşet dolu bir olay yaşanmış. Evin önceki sahiplerinden dört tanesi, arka bahçedeki ağaca asılmış. Küçük bir kız çocuğu ise kayıp. Taşındıkları evin çatı katında, 8 mm. filmler buluyor yazar. Filmlerde, öldürülen insanların görüntüleri var. 1960’lı yılların başına uzanan bir dizi cinayeti an be an izleyip, araştırırken, ailesiyle birlikte, kendilerini bekleyen acı gerçeğe doğru hızla ilerlediklerini fark edemiyor kahramanımız. Scott Derrickson’un gerçek bir hünerle kurduğu atmosfer, son yılların perdeye uğrayan en başarılı korku filmlerinden birini müjdeliyor. Yazma süreci, yazarlık tutkusu, şahit olmak, hırsın sınırları, elindekinin değerini bilememek gibi dramatik unsurlar, eski bir Babil korku mitinden güç alarak, yeni bir korku efsanesi yaratmayı başarıyor. Ethan Hawke kariyerinin en iyi performanslarından birini sergilemiş. Karanlık ve karanlığın yüreği başrolde belki de. Chris Norr imzalı görüntü yönetimi ve projeyi içi dolu anlamıyla ‘destekleyen’ Christopher Young imzalı müzik, çok şey katmış filme. Bol katmanlı, entelektüel, özgün ve ürkütücü. Son tahlilde kaçmaz! (4 / 5)
HITCHCOCK
Adının hakkını veremeyen bir film olmuş ‘Hitchcock’. Şüphenin efendisi olan dahi sinemacının, karısı Alma Reville ile ilişkisine odaklanırken, diğer yandan 1960 tarihli ünlü filmi ‘Psycho / Sapık’ın yapım süreci anlatılıyor öyküde. 1959’a gidiyoruz. Alfred Hitchcock, ‘North by Northwest / Gizli Teşkilat’ı henüz bitirmiş, yeni filminin hazırlıklarına başlamıştır. Robert Bloch’un Psycho adı romanından çok etkilenir usta yönetmen. Bu romanı sinemaya uyarlayacaktır. Kariyerinin başyapıtlarından birini hayata geçirirken, bir yandan da her manada ortağı olan Alma ile ilişkisini yola koymaya çalışır. Ama en az çekmeye çalıştığı filmin kahramanı Norman Bates kadar arızalı bir kişiliktir o da! Biyografik dram, Amerikalı kalem Stephen Rebello’nun 1990’da yayımlanan ve ‘Sapık’ın yapım notlarını içeren ‘Alfred Hitchcock and the Making od Psycho’ adlı kitabından uyarlanmış. Adapteyi yapan isim, ‘Black Swan / Siyah Kuğu’nun senaristlerinden biri olan John J. McLaughlin. Yönetmen koltuğunda ise, ilk uzun metraj kurmaca yönetmenlik deneyimini yaşayan iyi bir senarist oturuyor; Sacha Gervasi. Gervasi’yi, ‘The Terminal / Terminal’ ve ‘Henry’s Crime / Suçlu Kim’ adlı nitelikli senaryolarından tanıyoruz. Fakat Gervasi’nin filmi maalesef, son derece netameli, karanlık yönleri olan, hastalıklı dâhinin öyküsünü tam anlamıyla aksettiremiyor perdeye. Biraz ‘güdük’ kalıyor. İçerdiği iddia bambaşka çünkü. Filminizin ismi; ‘Hitchcock’! Bu minvalde, 2012 yapımı bir TV filminden bahsetmemiz gerekiyor. İngiltere-ABD-Güney Afrika ortak yapımı ‘The Girl’den… İngiliz sinemacı Julian Jarrold imzalı dram, Alfred Hitchcock’u, takıntılı olduğu kadınlarla birlikte çıkarıyor karşımıza. Bu kez, 1963 tarihli ‘The Birds / Kuşlar’ ve ustanın 64’de yönettiği ‘Marnie / Hırsız Kız’ filmlerinde başrolü verdiği yeni sarışını Tippi Hedren ile olan ilişkisi duruyor öykünün ortasında. Tabii diğer kadınlarını unutmayalım Hitchcock’un. Aynı ‘Hitchcock’ filminde olduğu gibi, eşi Alma ve asistanı Peggy, ‘The Girl’de de çıkıyorlar karşımıza. Sarışın bir kızı, bir yıldız; aynı zamanda en karanlık tutkusu haline getiren son derece çetrefilli bir ruhun, karanlık bir yana sahip, arızalı sanatçının öyküsü izlediğimiz. Usta sinemacıya ve çevresine yaklaşımıyla, ‘Hitchcock’ filminden çok daha girift, katmanlı ve ustalıklı bir iş olmuş Julian Jarrold imzalı bu TV filmi. Sanatçının öyküsüne yaklaşan iki örneği karşılaştırınca, nitelikli TV filmlerini küçümseme anlayışının da son bulacağını düşündürtüyor elimizdeki doneler. ‘The Girl’de, Hitchcock’a Toby Jones hayat verirken, ‘Hitchcock’ filminde Anthony Hopkins canlandırıyor büyük ustayı. Eşi Alma ise Helen Mirren yorumuyla karşımıza çıkıyor. Scarlett Johansson, Jessica Biel, Toni Collette, Danny Huston, Hitchcock filminin yıldızlarıyken, “The Girl”de, Toby Jones’a, Sienna Miller ve Imelda Staunton eşlik ediyorlar. Fikrime göre, ustanın hakkında bir karara varmak ve iki farklı yaklaşım sonucu bir çıkarım elde etmek için her iki filmi birlikte izleyin derim. Hitchcock, bu hafta sinemalarda. ‘The Girl’ ise, izleyebilecekler için, Digitürk platformunda. ‘Hitchcock’a geri dönelim ve noktayı koyalım. Anthony Hopkins’e uygulanan makyaj ile –ki kanımca aslından son derece uzak bir Hitchcock olmuş- En İyi Makyaj dalında Oscar adayı olduğunu not düşelim filmin. Öyküsünü ve hayata bakışını ele aldığı usta sinemacıyı, gayet yüzeysel ve alelade ele alan, olmamış bir iş son tahlilde. Film, Alma Reville adlı güçlü kadının öyküsü sanki. (2,5 / 5)
MUTLULUK
Aşk, var! diyor Doris Dörrie yeni filmi ‘Glück / Mutluluk’ta. İyice olgun bir yönetmen artık Dörrie. Ama yıllar içinde meselelerini törpülemişe benziyor. Gücü ve etkisi sınırlı filmin! Ayakları biraz havada, iyi niyetli bir aşk güzellemesi. Aşka dair sıcak bir masal. Gerçekçi ama sarsmıyor. Bir mülteci ve evsiz bir punk arasındaki gerçek aşk. Ülkesindeki savaş ve acıdan, travmalarla, Batı Avrupa medeniyeti denen aldatmacanın tam ortasına düşen genç kadın ve sokaklarda yaşayan evsiz bir punk oğlan. Birbirlerine aşık oluyorlar. Dostluk, birliktelik, güven, en çok da fedakârlık. Sevdiğin insan için neleri göze alabilirsin? Aşkın özveri olduğu gerçeğinden hareketle, farklı bir suç öyküsü de işlenmiş filmde. Alman yönetmen, tertemiz çekmiş; dünyayı ve insanı saran acıları da eklemiş içine ama doz ayarında sorun yaşamış sanki. Bıçak sırtı oluşlar, acı, gerçek ve keskin dram, kendini finale doğru, romantik komedinin uzlaşılabilir konformizmine bırakıyor! Yine de seyri rahat ve insanın üzerinde bıraktığı his ‘hafiflik’. Bir de aşıksanız eğer, iyi gelir bünyeye. (2,5 / 5)
G.I. JOE: MİSİLLEME
Oyuncaktan film olursa böyle olur… Dev oyuncak firması Hasbro’nun özellikle erkek çocuklar arasında bir salgına dönüşen ‘Transformers’tan tam 20 yıl önce, 1964 yılında piyasaya sürdüğü oyuncak; G.I Joe adını taşıyordu. Piyasaya ilk sürüldüğünde yaklaşık 30 cm. boyu olan, 1982’de 10cm.’lik ebatlara indirilen ve açılımı; Global Integrated Joint Operating Entity (Küresel Bütünleşmiş Çalışma Birimi) olan bu askerler Transformers ile aynı yıl, yani 1984’te TV’de çizgi dizi olarak yerlerini aldılar. 2. Dünya Savaşı’nda Amerikan deniz piyadeleri için kullanılan G.I. Joe terimi, takıma yeni arkadaşların katılımıyla çizgi romanlara da taşındı. Beyazperde için uzun süre bekleyen proje, 2009’da “Mumya” serisinden tanıdığımız Stephen Sommers’a emanet edildi ve Hollywood’un formülünü gayet iyi bildiği aksiyon-bilimkurgu kırması bir macera filmi olarak perdeye yansıdı. Channing Tatum, Marlon Wayans, Saïd Taghmaoui, Christopher Eccleston, güzel aktrisler Sienna Miller ve Rachel Nichols ile Dennis Quaid’in önemli rolleri üstlendiği yapımda usta karakter oyuncusu Jonathan Pryce’da rol alıyordu. Eğlenceli olmasına eğlenceliydi iş ama aşırı militarist yapısıyla, Amerikan ordusunu parlatan ve silah sanayiini yücelten yapım, silahlarla ve savunma teknolojisiyle fazla haşır neşirdi. Bu ilişki, filmin bir seriye dönüştüğünü müjdeleyen 2013 yapımı ikinci bölümle, ‘G. I. Joe: Retaliation / G. I. Joe: Misilleme’ ile kaldığı yerden devam ediyor. Bu kez kadroda yeni bir başrol oyuncusu var: Dwayne Johnson. Bruce Willis ise, ekibi yaratan eski General rolünde ağır abilik yapıyor. Filmin yönetmeni ise ‘Step Up / Sokak Dansı’ serisi ile tanınan Jon M. Chu. 3D izleyeceğimiz film, izleniyor izlenmesine de; yukarıda bahsettiğimiz silah mevzusu yüzünden özellikle küüçük izleyiciler için son derece sakıncalı. 1960’larda Amerikan hükümetinin katkısıyla oyuncak piyasasına sürülmüş G.I. Joe’lar, aynı Action Man’ler gibi özellikle çocuklar için yan etkisi ve hasarı olan kötü bir alışkanlığa yol açabilirler kolaylıkla. Yapım tasarımı ve efektler, aksiyon sahnelerine artı katıyor. İlk filmde, Paris’in simgesi Eiffel Kulesi’nin yıkılmasının insanın içini acıtan ufak bir detay olduğunu belirtmiştik. Bu kez, koskıca Londra’yı harcamış yapımcılar. Bütün herkes ‘devam’ ederken, Londra, nükleer saldırı sonrası, haritadan siliniyor. Son tahlilde, silahla oynamak yerine kitap okuyun diyen filmler tercihimiz tabii. (1,5 / 5)
MURAT ERŞAHİN