Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

28 OCAK 2022

28 Ocak 2022 Cuma 17:18
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!  
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. İki yıla yakın zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık! 
Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi. Klasik film önerilerine devam edeceğiz! 2022 hepimize önce sağlık getirsin. Gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!


ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

La Grande Guerra
(Yönetmen: Mario Monicelli / 1959)

L’avventura / Serüven
(Yön: Michelangelo Antonioni / 1960)

Indagine su un cittadino al di sopra di ogni sospetto / Her Türlü Kuşkunun Ötesinde Bir Vatandaş Üstüne Soruşturma
(Yön: Elio Petri / 1970)

Il Sorpasso
(Yönetmen: Dino Risi / 1962)

Kaos
(Yön: Paolo & Vittorio Taviani / 1984)

 

Vizyonda bu hafta (28 Ocak 2022)

Ocak ayının son haftası, altısı yerli toplam dokuz yeni filme ev sahipliği yapıyor!
Murakami’nin kısa öyküsünden uyarlanan yaman dram ‘Drive My Car’ ve fantastik tatlar içeren bilimkurgu aksiyon ‘Kaos Yürüyüşü’ notlarımız arasında!


DRIVE MY CAR

-Her yalnız kendi sobasında yanar!-

Özdemir Asaf’ın ‘Yanar sobasında yalnız’ın üşüyen bakışları’ dizesinden çağrışımla attım başlığı; Ryûsuke Hamaguchi’nin yeni filmi ‘Drive My Car’ için. Haruki Murakami’nin ‘Men Without Women’ adlı kısa öyküsünden 180 dakikalık uzun ve yaman bir film çıkarmış Hamaguchi! İçinde bolca Çehov ve varoluş acısı olan dram, aniden kaybettiği eşinin ardından onun acısıyla başa çıkmaya çalışırken, Anton Çehov’un ünlü eserlerinden ‘Vanya Dayı’yı sahneye koymaya hazırlanan yönetmen-aktör Yusuke Kafuku’nun hikâyesi. 
Oyun yazarı olan eşinin kaybından iki yıl sonra Kafuku, Vanya Dayı’yı sahneye koymak üzere Hiroşima’ya bir festivale çağrılır. Festival, kendisine yirmili yaşlarının hemen başında bir kadın şoför tahsis eder. Hem yönetmenin hem de şoförünün kayıplar, yalnızlık, yas ve elemle sarıp sarmalanmış dünyaları kesişir… İnsan doğası, sanat, yalnızlığın kekremsi tadı, ve varoluş denen baş edilmesi neredeyse imkânsız oluş! Galasını yaptığı Cannes’de Altın Palmiye için yarışan, sonuna dek hak ettiği alenen ortada olan ‘En İyi Senaryo’ ve ‘FIPRESCI’ ödüllerini elde eden filmde Hidetoshi Nishijima ve Toko Miura başlıca rolleri üstleniyorlar. 
‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalında Oscar’ın en büyük adayı olan yapım, insanın yaşamın ağır gerçeklerini kaldırabilecek gücü bulup bulamayacağı üzerine içi dolu satır başlarına sahip. Abbas Kiarostami’nin ‘Kirazın Tadı’ ve ‘Rüzgâr Bizi Sürükleyecek’ tadındaki anlatısı eşlik ediyor adeta ‘Drive My Car’a. Çift kapı kırmızı Saab Turbo spor model eşliğinde, bir ‘yaşamaya mecburuz’ meseli! Vazgeçmek, her şeye karşın devam etmek, acıyan yerlerimiz, pişmanlıklar, atalet, kemiren vicdan ve elem dolu bekleyiş… Sanatın tamir edici ve hayatı çekilir kılan gücü, epey zarif yedirilmiş, titiz yazılmış metne! 
Hiç acelesi olmadan, kıvırmadan, bükülmeden, tavizsiz ve net söylüyor cümlelerini bir hayli yoğun dram! Kayıp zamana, yaşanmayan umutlara, bir başına yaşanana yaslara, başa çıkma durumuna, törpülenmiş hayata ve küçük insanın zavallı haline dair etkileyici anlar içeriyor film. 
‘Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de, yaşlılığımızda da, dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orda, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz... Tanrı da acıyacak bize ve biz seninle canım dayıcığım, parlak, güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve dinleneceğiz... İnanıyorum buna dayıcığım, bütün kalbimle, tutkuyla inanıyorum... Dinleneceğiz! Dinleneceğiz! Melekleri dinleyeceğiz, elmas gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştan başa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve hayatımız bir okşama gibi dingin, yumuşak ve tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna! Zavallı, zavallı Vanya dayı, ağlıyorsun... Hayatında mutluluğu tadamadın, ama bekle Vanya dayı, bekle... Dinleneceğiz, Dinleneceğiz...’ Vanya Dayı’nın bu unutulmaz diyalogu ile koymak gerekti noktayı. Mutlaka izleyin! (4,5 / 5)


KAOS YÜRÜYÜŞÜ

-Kafamdaki sesler-

‘A Monster Calls / Canavarın Çağrısı’ adlı romanından uyarlanan 2016 tarihli filmle tanıdığımız yazar ve senarist Patrick Ness’in filme de adını veren çok satan ‘Chaos Walking’ adlı roman serisinin 2008’de yayımlanan ilk kitabı ‘The Knife of Never Letting Go’dan uyarlanmış fantastik tatlar içeren bilimkurgu aksiyonu, Bourne serisinin doğum belgesi olan 2002 yapımı ‘The Bourn Identity’ ile isim yapmış Doug Liman yönetmiş.
Erkeklerin birbirlerinin düşüncelerini sesli biçimde duyabildikleri, kadınsız bir dünyada, Viola adında gizemli bir genç kadının ortaya çıkmasıyla değişen gerçekler… Düşüncelerini saklamakta zorlanan, ortalıkta kafa sesleriyle dolaşan erkeklerin arasında annesiz büyümüş Todd, dünyasına yeni dahil olmuş yabancı kız Viola ile birlikte, kendisine söylenen yalanların sebebini bulacağı soluksuz bir maceraya atılacaktır. Tom Holland ve Daisy Ridley’e eşlik eden isimler, usta aktör Mads Mikkelsen, David Oyelowo, Cynthia Erivo ve Demián Bichir. Yaratıcı isimlere ve oyuncu kadrosuna baktığınızda, ters orantılı bir başarı dikkat çekiyor. Son derece vasat bir film olmuş, künyedeki isimlere bakıp ‘iyi bir yapım’ beklediğiniz ‘Kaos Yürüyüşü’!
Türe ve benzeri öykülere fazladan bir katkı sağlamadan, yeni yetme bir gençlik öyküsünü ortalama dokunuş ve değerlerle perdeye kazandırmış Doug Liman. Bir dolu parlak isim, başta Mikkelsen usta olmak üzere, kariyerlerinden yemişler resmen! En büyük kozu, kadın gücüne ve cesaretine ayrı bir paragraf açıp, güce tapan aslında son derece korkak erkek egemen dünyanın pek iyi bir tarafı olmadığını yeniden anımsatması! Eski ve bildik deyimle, hoşça vakit geçirmek isteyen okul tatilindeki öğrenciler için keyifli olabilir. (2,5 / 5)

Haftanın notlarımız arasında yer alamayan filmlerine bakacak olursak…
Özellikle küçük yaştaki izleyiciye seslenen ‘Xiong Chu Mo: Kuang Ye Da Lu / Ayı Kardeşler: Macera Parkı’ adlı Çin yapımı animasyon, sevimli kahramanlarımızın yeni açılan ‘Vahşi Hayat’ isimli macera parkında yaşadıkları serüvenleri anlatıyor.
Haftanın diğer altı yeni filmi ise yerli yapım! Süleyman Mert Özdemir’in yönettiği ‘Anka’ bir aksiyon dram. Çocukluğunda ailesini bir kaza sonucu kaybeden Murat’ın, yıllar içerisinde bir yandan bu travmayla mücadele ederken öte yandan araba yarışlarında ismini duyurmasını konu alıyor. Ozan Akbaba, Deniz Işın ve Uğur Uzunel başlıca rolleri üstleniyorlar.
Altı ay boyunca bir köyde kalmak zorunda kalan bir pop yıldızının köyde başından geçen olayları konu edinen ‘Yıldızlar Da Kayar’ adlı komediyi Günay Günaydın yönetmiş. Cem Kılış ve Ceyda Olguner’e, usta aktör Cezmi Baskın eşlik ediyor. 
Oğuz Yalçın’ın yönettiği, başlıca rollerini Burçin Bildik, Ferdi Sancar ve Orhan Uslu’nun üstlendikleri komedi türündeki ‘Hadi Be!’ arkadaşları Nizo ve Mıstık yüzünden kendisini olmadık işlerin içinde bulan Tevfik’in öyküsü.
‘İlk Temas’ bir bilim insanının yaşadığı dağ evinde başına gelen birtakım esrarengiz olayları konu alıyor. Atilla Barışer’in yazıp yönettiği bilimkurgu gerilimin oyuncu kadrosunda Bekir Annıak, Bedirhan Barşer, Maksut Kesici ve İrem Akçay yer alıyorlar.
Berkay Berkman imzası taşıyan korku türündeki ‘Gelin’, ruhani bir varlıkla birlikte olduğunu söyleyen ve sürekli gelinlik giyen bir kadını araştırmak için kadının bulunduğu köye giden bir ekibin başından geçenleri yansıtıyor perdeye. İrem Kök, Nejla Kondak, Berkay Berkman, Alp Taş ve Dilan Ural oyuncu kadrosunda yer alan isimler.
Nurullah Yenihan ve Pelin Tuğçe Şen’in birlikte yönettikleri animasyon ‘Kaptan Pengu ve Arkadaşları 2’, yine küçük yaştaki izleyiciler için. Kaptan Pengu önderliğindeki grubun iklim değişikliği, doğal afetlerin artışı, kuraklık, doğal bitki örtüsünde olan kayıp, okyanus ve denizlerdeki yaşamı tehdit eden kirlilik gibi büyük sorunlara değinmesi oldukça öğretici ve eğlenceli ele alınıyor.

İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. İyi seyirler herkese!

 
TARİHTE BU HAFTA

On bir yıl önceye, 2011 yılına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

Vizyonda bu hafta (28 Ocak 2011)

Bu hafta vizyona üç yeni film giriyor. Adına, sinema yazarlarının ve basın mensuplarının geneli için resmi bir basın gösterimi ve gala düzenlenmeyen ‘Kurtlar Vadisi Filistin’ haricindeki diğer iki yapım notlarımız arasında. Herkese iyi seyirler!

BIUTIFUL
‘Güzel’ olan ne kaldı yaşadığımız dünyada? Bu sorunun cevabını vermek zor. ‘Biutiful’ olan şeylerse ne denli az… Meksikalı sinemacı Alejandro González Iñárritu’nun yeni filmi, kahramanı Uxbal’ın kızının ‘İngilizcesinden’ alıyor adını. İspanya’nın Katalan kanadı Barselona’dayız. Messi’nin değil ama Etoo’nun Barselona’sında… Barselona’nın yoksul, kirli arka sokaklarında, bozuk düzen kaldırımlarında geziyoruz. Turistik, steril bir gezi değil bu. Yaşamın tam içinden bir öyküdeyiz. Uxbal’ın önünde iki ay var. Sonra ölecek. Kan işiyor. Karaciğerine sıçramış, prostattan yola çıkan kanser. İki küçük çocuğu var. Git-geller yaşayan problemli bir eşi. Duyarsız, ‘uzak’ bir kardeşi. Kaçak göçmenleri inşaatlarda çalıştırıyor, işlek caddelerde satıcılık yaptırıyor onlara. Elinden geldiğince, olanakları ölçüsünde kolluyor onları. Kaçak göçmenlerin hamisi Uxbal, yasadışı işlerle sağlıyor geçimini. Her şey zorlaşıyor. Avantacı polisler, çıkarcı iş ortakları, doymaz dünya… Vahşet saçan kapitalizmin ‘insan’ı yok saydığı yerde ne kadar güç ayakta kalmak, çocuk büyütmek, herkese, her şeye karşı tek başına olmak… Üstelik gözü arkada kalmak var bir de… Bir de kimselerde olmayan bir yeteneği var Uxbal’ın. Ölülerle konuşuyor. Ayrılmak üzere olan ruhlarla. Onların ‘huzur’la ayrılıp ayrılmadığını söylüyor arkada kalanlara. Biriktirdiği bütün paralar çocukları için. En azından evin bir yıllık kirası için. Hiç tanımadığı babasını görüyor bir de… Ondan kalan yüzüğü kızına veriyor. Sonra, eski günlerden radyoda duyduğu o dalga sesi, rüzgâr sesi, bütün güzel sesler… Başka bir yere gitmek kolay değil. Sahi ne sesler var kulaklarımızda. Örneğin bir şeyler çalardı gerçekten radyoda. Bütün sevdiklerimle dinlerdim. Kimse yok şimdi. Son nefesimde belki yine duyacağım… Bu kez yanında sıkı dostu, ortağı yok Iñárritu’nun. Tek tabanca diyelim. ‘Paramparça Aşklar Köpekler’, ‘21 Gram’ ve ‘Babil’in kesişen hikâyeleriyle sevilen ve imza haline ikiliden senaryo kanadı Guillermo Arriaga’sız bu kez Iñárritu. Fakat Javier Bardem var kameranın önünde. Dev aktör için yazılmış ‘Uxbal’ rolü. Ona dair söyleyecek bir şey yok. Kelimeler ötesi bir performans. Uzakdoğulu, Afrikalı göçmenler, yoksunluk, tabii ki yoksulluk, sefalet, sorumluluk, suçluluk duyguları, affedebilmek, tutku, baba olmak, sevmek, insan olmanın asgari zorunlulukları… Yürek kanatan acı tablolar. Sıfır taviz. Gerçekliğin röntgeni. Gel de ağlama sonra, gel de isyan etme, gel de yaşa…

TRON EFSANESİ
1982’nin ‘Matrix’iydi ‘Tron’… Siberuzay, sanal gerçeklik gibi teknolojik konseptleri görselleştiren önemli bir bilimkurguydu. ‘Tron’un Kevin Flynn adındaki kahramanı, günümüz ‘hacker’larının atalarındandı. Genç bilgisayar dâhisi, dev bir bilgisayar şirketinin ana bilgisayar sistemine girmeyi başarıyor ve şirketin kendi yazdığı programı çaldığını ispat etmeye çalışıyordu. Ama devreye giren ana kontrol programı, kahramanımızı, kendi sisteminin içine, sanal dünyaya hapsediyordu. Artık, bir bilgisayar oyununun içindeydi Kevin Flynn. Tron adındaki bir güvenlik programı sayesinde kendini kontrol eden sistemi yok edip gerçek dünyaya geri dönebilmek için verdiği heyecan dolu mücadele, izleyiciyi koltuğuna çiviliyordu adeta. Bilgisayar teknolojilerinin gündelik hayatın her alanına girdiği günümüz dünyasında ‘Tron’un değeri daha fazla anlaşılmış olacak ki, ikinci film çıktı ortaya. ‘Tron Efsanesi’, Kevin Flynn’ın; babasının kayboluşunun sırrını çözmeye çalışan Sam Flynn’ın öyküsü üzerine kurulu. Günümüz teknolojisinin desteklediği hikâye, aynı ilk film gibi soluksuz izletiyor kendisini. İlk filmin kahramanı Jeff Bridges, gençlik hali ve bugünüyle yine beyazperdede. Garrett Hudlend ve güzel aktris Olivia Wilde, ona eşlik eden isimler. Teknik, görsel ve mesele anlamında içi dopdolu olan ve 80’ler sineması için devrimsel bir ivme olarak adlandırılan ‘Tron’un yeni filmi, günün penceresinden bakılınca ‘hafif’ gözükse de, teknolojik etik ve iktidar-kitle-erk meseleleri üzerine anlamlı cümleler kurmayı başarıyor. Teknolojisi ve biçimi ise gayet düzgün. ‘Gem’ rolündeki Beau Garrett ise dikkat çekici bir ışıltıya sahip. İlk ‘Tron’, Steven Lisberger’in yönettiği ilk uzun metraj kurgusuydu. Yeni filmin yönetmen koltuğundaki Joseph Kosinski’de yönetmenliğe ilk adımı ‘Tron Legacy’ ile atıyor. Bir önemli not da filmin müziği üzerine. Elektronik dans müziğinin başarılı temsilcisi Fransız grup Daft Punk, yapımın fütüristik dünyasını soundtrack çalışmalarıyla zenginleştirmiş. Son tahlilde, üç boyutlu izlenecek aksiyonu yüksek bilimkurgu, ‘banal’ olmayan bir sanallık sunuyor…

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar