28 EKİM 2022
Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz çok yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
Laura / Kanlı Gölge
(Yönetmen: Otto Preminger / 1944)
Mildred Pierce / Ömre Bedel Kadın
(Yönetmen: Michael Curtiz / 1945)
The Postman Always Rings Twice / Postacı Kapıyı İki Defa Çalar
(Yönetmen: Tay Garnett / 1946)
The Ghost and Mrs. Muir
(Yönetmen: Joseph L. Mankiewicz / 1947)
Imitation of life / Zehirli Hayat
(Yönetmen: Douglas Sirk / 1959)
Vizyonda bu hafta (28 Ekim 2022)
Sadece biri yerli yapım olmak üzere toplam yedi yeni filme ev sahipliği yapıyor Ekim ayının son haftası!
Mizahi unsurlar da içeren korku-gerilim ‘Bodies Bodies Bodies / Katil Kim’, haftanın notlarımız arasında yer alan tek filmi.
KATİL KİM
-Ölümcül oyun!-
Hollandalı aktris Halina Rejin’in ikinci uzun metraj yönetmenlik denemesi, Kristen Roupenian’ın öyküsünden uyarlanmış perdeye. Mizahi yaklaşımları olan, korku-gerilimin çok sevilen ‘slasher’ alt türüne dahil edebileceğimiz yapım, ‘Scream’ tadında bir tanıdık his de bırakıyor bünyede. Adım adım karmaşık cinayetler ve ‘katil kim’ bulmacasını çözmeye çalışıyorsunuz.
Yirmili yaşların başındaki bir grup zengin genç, şehirden uzak, bir arkadaşlarının görkemli aile evinde, bölgeye yaklaşan kasırga sırasında eğlenecekleri bir parti planlarlar. İçki ve uyuşturucu katkılı partide oynadıkları ‘Katil Kim?’ adlı oyun, adına yakışırcasına, beklenenden oldukça farklı şekilde gelişecektir… Amandla Stenberg, Maria Bakalova, Rachel Sennott, Chase Sui Wanders, Pete Davidson, Myha’la Herrold ve kıdemli aktör Lee Pace’in rol aldığı genç isimlerden oluşan oyuncu kadrosu; başarılı, ‘hakiki’ performanslar sergiliyorlar.
Z kuşağının ve günümüz bencil, sorumsuz tüketim toplumunun hicvini de yapan ‘slasher’, merak ve şüpheyi son dakikalara kadar diri tutmayı başarmış bir şekilde. Birbirlerini uzun zamandır tanıyan arkadaşların partiye getirdikleri iki sürpriz konuğun, uzun bir müddet ‘şüphenin’ odağında yer aldıkları öykü, içerdiği ters köşe oluşlarla; tür filmlerinde bünyeye sinen o yavan ‘aynılık’ hissini öteliyor! Cinli, şeytanlı korku filmlerinin salonları esir aldığı günümüzde, türün müdavimleri için hoş bir sürpriz olarak nitelenebilir. (3 / 5)
Haftanın diğer yenilerine bakacak olursak…
‘Force Majeure / Turist’ ve ‘Square / Kare’ ile tanıdığımız İsveçli Ruben Östlund’a 2017 tarihli ‘Kare’nin ardından ikinci Altın Palmiye’sini kazandıran yapım, ‘Triangle of Sadness / Hüzün Üçgeni’, ironi içeren bir dram! Cannes fatihi olarak adlandırabileceğimiz yönetmenin yeni filminde başlıca rolleri, Thobias Thorwid, Harris Dickinson, Charlbi Dean ve usta aktör Woody Harrelson üstleniyorlar. Manken bir çift, bir grup milyarderin olduğu bir gemi tatiline dahil olurlar. Zenginlik ve şatafatın eksik olmadığı gemide yolcuların, büyük fırtına vurgunundan, korsan baskınına kadar başlarına gelmeyen kalmaz. Yolculuğun sonu ise hiyerarşinin ve sınıfsal rollerin tekrar yazıldığı bir hayatta kalma oyununa dönecektir.
Usta Japon yönetmen Hirokazu Koreeda, Cannes’de ‘En İyi Aktör’ ve ‘Ekümenik Jüri’ ödüllerini kazanan Güney Kore yapımı dramı ‘Broker / Bebek Servisi’nde, yine kan bağı olmayan sıradışı bir aileyi mercek altına alıyor. Kore ve Japonya’da evlat edinilmek üzere terk edilmiş bebeklerden yola çıkan öyküde iki adam bebeklerin bırakıldığı ‘bebek kutusu’ndan karaborsada satmak için bir bebek çalıyorlar. Bebeğin annesi bir süre sonra geri dönerek terk ettiği bebeğe en uygun ailenin bulunması için iki adamla birlikte yollara düşüyor. Sevgi, aile, kimlik, ahlâk ve hayat seçimlerimizi ele alan Koreeda, duygusal sıcaklığını, mizahi yaklaşımını hiç kaybetmeyen son filminde de, karakterlerini hiç yargılamadan şefkatle gözlemliyor, tıpkı 2018 yapımı filmi ‘Shoplifters / Arakçılar’da olduğu gibi. Filmin başrollerinden birini üstlenen usta aktör Song Kang-ho, Cannes Film Festivali’nde ‘En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazanan ilk Koreli oyuncu oldu.
Daniel Stam imzalı korku-gerilim ‘Prey for the Devil / Şeytan Kapanı’nda başlıca rolleri Jacqueline Byers, Virginia Madsen, Colin Salmon ve Ben Cross paylaşıyorlar. 25 yaşındaki rahibe Ann, geçmişte annesine musallat olan ve gençliği boyunca kaçtığı şeytanla yeniden yüzleşmek zorunda kalır. Vatikan tarafından Amerika ve dünyanın farklı ülkelerinde açılan, şeytani güçlerle mücadele eden bir okulda gözlemci olur. Ancak çok kısa zamanda Ann’in diğer tüm öğrencilerden farklı bir güce sahip olduğu ortaya çıkar.
Aktris kimliğiyle tanıdığımız Frances O’Connor’un yazıp yönettiği ilk uzun metrajı ‘Emily’, biyografik bir dram. Otuz yaşında hayata veda eden, edebiyatın en ünlü, esrarengiz ve kışkırtıcı yazarlarından biri olan Emily Bronte’nin hayat öyküsü. Dünya, Emily Bronte’den duygularını, düşüncelerini, hayallerini paylaşmamasını, itaatkar olmasını, fikirlerini söylememesini ister. Ancak Emily, hayatı çılgıncasına yaşamak, sesini duyurmak istemektedir. Filmde, kendi sesini bulan ve edebiyat klasiği ‘Uğultulu Tepeler’i yazan asi ve uyumsuz Emily’nin, Charlotte ve Anne ile sert ve tutkulu kız kardeşlik ilişkisi, Weightman’e olan ağrılı, yasak aşkı ve idolleştirdiği başına buyruk kardeşine olan ilgisine tanık oluyoruz. ‘Emily Bronte’yi Emma Mackey canlandırırken, Oliver Jackson-Cohen, Adrian Dunbar, Fionn Whitehead, Alexandra Dowling ve Gemma Jones filmin diğer önemli rollerini üstleniyorlar.
Almanya-Avusturya ortak yapımı animasyon ‘Moonbound / Aya Sihirli Yolculuk’, Ali Samadi Ahadi imzalı. Küçük kız kardeşini kurtarmak için galaktik bir yolculuğa çıkan genç kahramanın öyküsü.
Cenk İzgören’in yönettiği ‘Kafes:İki Savaş Arasında’da başlıca rolleri yine Cenk İzgören, Açelya Elmas, Murat Aslan ve Merve Ateş üstleniyorlar. Yetiştirme yurtlarında büyüyüp askerliği sırasında gazi olan eski bir kafes dövüşçüsünün öyküsü.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!
TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl öncesine, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.
Vizyonda bu hafta (28 Ekim 2011)
Bu hafta vizyona giren beş filmden dördü notlarımız arasında! Basın gösterimine katılamadığım bilimkurgu gerilim ‘Zamana Karşı’nın ise birçok meslektaşım tarafından başarılı bulunduğunu belirteyim. Haftanın iki yerli yapımı ‘Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm’ ile ‘Anadolu Kartalları’nın gişe yarışı merak ediliyor. ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ olarak kalmaya gayret edin. Çünkü sokak, sinemadan çıkmayanlarla dolu! Herkese iyi seyirler.
BEHZAT Ç. SENİ KALBİME GÖMDÜM
Hatırı sayılır bir hayran kitlesi kazanan ve bağımlılık yaratan TV dizisi Behzat Ç.’, beyazperde macerasına, Antalya Altın Portakal’da gerçekleşen prömiyeri sonrasında start veriyor. Bir Ankara Polisiyesi olarak doğup, sadece Ankaralıların değil, farklı kuşaklara ait birçok izleyicinin gönlünü fetheden dizi, Emrah Serbes adlı genç yazarın kaleminden doğmuş farklı bir polisiye. Bizim ülkemize özgü bir dokusu olduğu kesin her şeyden önce. Kahramanları, başta başkomiser Behzat Ç. olmak üzere, cinayet masasının diğer elemanları, Hayalet, Harun ve Akbaba, çevrelerindeki diğer karakterlerle birlikte, hayatın oldukça içinden, yaşayan, samimi, sıcak kahramanlar. Kusurları, sevapları, düşleri, kavgaları, hayatla alıp veremedikleri, zayıflıkları, iyi ve kötü yanlarıyla, etten kemikten birer ‘insan’ hepsi. TV dizisi, yazarın ‘Her Temas İz Bırakır’ adlı romanından yola çıkılarak çevrilmiş ve diziyi Serdar Akar imzalamıştı. Beyazperde macerası ise, yazarın ikinci romanı ‘Son Hafriyat’tan uyarlanmış perdeye. Emrah Serbes’in bizzat uyarladığı senaryoyu, yine Serdar Akar yönetiyor. Ana kahramanlar değişmemiş. Sadece dizinin kötü adamı Nejat İşler, yerini Tardu Flordun’a bırakmış. Olay yeri inceleme amiri olarak izleyeceğimiz Cansu Dere ve ‘kolsuz Ahmet’ rolünde karşımıza çıkacak olan Hakan Boyav, ‘Behzat Ç’nin yeni isimleri olarak dahil olmuşlar kadroya. Geçmişe uzanan bir intikam öyküsü etrafında gelişen film, kurbanlarını canlı olarak gömen seri katil Red Kit’le karşı karşıya getiriyor kahramanlarımızı. Behzat Ç ve arkadaşları, attıkları her adımda kendilerinin peşinde olduğunu düşündükleri Red Kit’i araştırdıkça, daha derin gerçeklerle yüz yüze geliyorlar. Erdal Beşikçioğlu’na Altın Portakal’da ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü kazandıran yapım, beyazcamdaki duruşu ve alışkanlıklarını perdeye de taşımış. Sinema filmi, ‘üzerinden çıkartılıp atılması güç’ televizyon dizisi ruhunu barındırıp, sinema keyfi vermese de, son tahlilde izlenir olmayı başarıyor. İçerdiği kara mizah, gizem üstü aksiyon, yerel değinileri ve dizi izleyicileri için ‘artık aileden olmuş’ ana kadronun ‘tanıdık’ performanslarıyla hafif bir ‘avantür’ olarak adlandırabilecek polisiye, hayranları için olası bir serinin müjdesini de veriyor.
İKİLİ OYUN
Oyuncu kadrosuna, ‘3:10 to Yuma’, ‘Wanted’ gibi senaryoları keleme almış senarist-yönetmenine, üstün körü göz gezdirilen öyküsüne bakınca, ilk intiba olarak; sıkı bir film olduğu düşünülür ‘The Double’ın. Dağ, fare doğurmuş oysaki. Sözünü ettiğimiz bütün ‘olumlu’ görünüşlere aldanmamak gerek. Soğuk savaş yıllarına ve Amerikalıların Sovyet korkusuna geri dönüp bakan aksiyon-gerilim, vasatın oldukça altında seyrediyor. Suni ve epey zorlama bir dönüşüm, gizli bir ‘aleni sürpriz’ ve inanılması güç, mantıksız öyküsüyle sırıtıyor başrolünü Richard Gere ve Topher Grace’in paylaştıkları yapım. ‘Harvard’da mantık ve istatistik derslerinde uyumadım’ diyalogu, öyküde yer alan ilkokul bir mantığına ve deli saçması hipoteze bakınca epey güldürüyor. Harvard’ın itibarını sarsan film, ikili oynayan ajanların fink attığı ABD’nin savunma ve güvenlik konularında ‘Allaha emanet’ olduğunu ilan ediyor. Ama asıl amacı bu değil kesinlikle. Oldukça ciddi tonuyla, gerçek bir ‘komedi’ye dönüşüyor, Richard Gere’ın, takındığı babacan tavırlarıyla bildik kısık kısık bakıp, nadiren gülümsediği ‘İkili Oyun’. Birçok benzeri varken, örneğin 1987 tarihli Roger Donaldson imzalı Kevin Costner’ın başrolü üstlendiği ‘No Way Out’ varken, akılda kalıcı hemen hiçbir dakikası olmuyor yapımın.
ANADOLU KARTALLARI
Ömer Vargı’nın yönettiği film, Türk Hava Kuvvetleri’nin tanıtım filmi gibiydi her şeyin ötesinde. Yapım notları arasında, ‘Hava Kuvvetleri’nin 100. kuruluş yıldönümü kapsamında gerçekleştirilen ‘Anadolu Kartalları’ yazısını görünce; tamam dedim, budur! Öyküden ve senaryodan söz etmenin hemen hemen imkânsız olduğu film, bütün emeklere rağmen sinema filmi değil, tanıtım filmi olmuş. Öyküyü besleyecek hemen hiçbir oluşa yer verilmemiş. Ortada bir grup ana kahraman var ama onların karşısında bir düşman, ne bileyim, herhangi bir çatışma noktası, karşıtlık yaratacak hiçbir unsur ve karakter yok. ‘Savaş pilotu olmak zorlu bir eğitim gerektirir’ ve ‘uçarken seni ardında bekleyecek sevdiklerin olması gerekir’ diyor perdedeki film. Aksi takdirde uçamıyorsun. Gerçek hava çekimlerine emek ve para harcanmış. Görüntü yönetimi de işini yapmış. Oyunculuk ise yine kötü noktalarından filmin. Özge Özpirinçci, kötü kadronun en iyisi olarak göze çarpıyor. Televizyon ekranında gördüğümüz beyaz cam oyuncularının beyazperde macerası, ‘olmamış’ bir iş olarak duruyor! Bu filmin benzer uluslararası örnekleri geliyor akla sonra. 1986 tarihli ‘Top Gun’, ‘Anadolu Kartalları’nın yanında ne denli yeni ve modern duruyor oysaki! 2006 tarihli ‘Flyboys / Kahraman Pilotlar’ ne denli sinema! Meseleyle ilgili Howard Hughes külliyatı varken bir de. 1930 tarihli ‘Hell’s Angels’ örneğin. 1942 tarihli Michael Curtiz filmi ‘Captains of the Clouds’, Henry Hathaway imzalı 1944’de çekilmiş ‘Wing and a Prayer’, 1949’da Henry King’in yönettiği ‘Twelve O’Clock High’ hatta hatta yakın zamana gelirsek 2005 Fransa yapımı ‘Les chevaliers du ciel / Gökyüzü Savaşçıları’ ve daha türe-alt türe ait bir sürü film izlenseymiş, ne denli faydalı olurmuş yaratıcı takım için. Filmin genelinde, gerçeklik ve inandırıcılık, oldukça suni ve zorlama. Son tahlilde; gerçek ve inandırıcılık üzerine inşa etmek istediğiniz sinema filmi, ‘sinema’ kokmalı. Aksi takdirde bir kurumun tanıtımı oluyor perdeye yansıyan veya özelliksiz bir ticari ürün.
JOHNNY ENGLISH’İN DÖNÜŞÜ
‘Mr. Bean’ olarak tanıyıp sevdiğimiz Rowan Atkinson, 2003 yılında bir James Bond parodisi olan ‘Johnny English’le karşımıza çıkmış, sakar ve salak ajan karakteriyle bir kez daha güldürmüştü bizi. Sekiz yıl aradan sonra gelen devam filminde, MI7’nin yetenekli! ajanı Çin başkanına düzenlenecek suikast girişimini engellemeye ve ajanlar dünyasındaki komploları çözmeye uğraşıyor. Türlü saçmalık ve olmayacak sakarlıklarla, Pembe Panter’in Müfettiş Clouseau’suna öykünen ve James Bond külliyatıyla dalga geçen sevimli komedide Rowan Atkinson’a, Gillian Anderson, Rosemund Pike ve Dominic West eşlik ediyorlar. Başbakanla yapılan toplantı esnasındaki koltuk ayarı ve İngiltere Kraliçesi’nin, ajanımızın alışageldik vahim hatası yüzünden bütün suçlarının cezasını çektiği sahneler gerçekten güldürüyor. Son jenerikleri izleyip, salonu en son terk eden gerçek sinemaseverlerdenseniz, sürpriz bir bonus olarak sunulan mutfak sahnesinin de keyfini sürebilirsiniz!
Vizyonda bu hafta (28 Ekim 2016)
Farklı seçenekler sunan, gayet düzgün altı yeni filmin merhaba dediği yeni vizyon haftası, sinefillerin yüzünü güldüreceğe benzer. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. Herkese iyi seyirler.
JULIETA
Yedinci sanatın ustalarından Pedro Almodóvar, yirmi birinci uzun metraj kurmacasında, bildik ‘duyarlıklarının’ izini sürüyor yeniden. Başı sonu son derece klasik olan ve gücünü belki de bu sağlam ve ödünsüz kafa tutuştan alan film, bir beyaz dizi naifliği taşısa da, ‘insan’ olmanın asgari paydasını anımsatıyor izleyicisine. Usta İspanyol, tanıdık ‘hassasiyetlerini’ sürdürüyor yine. Bir kadının, bir insanın his dünyasına bu denli samimi yaklaşmak. İnsanın ta yüreğine sokulmak ve hissettiklerinden taviz vermeden, küçük harfli bir mütevazilikte anlatmak öyküsünü… Duygusal dram, 2013’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Kanadalı yazar Alice Munro’nun üç kısa öyküsünden yine Almodóvar tarafından uyarlanmış perdeye. Ellili yaşlarını devirmeye hazırlanan ve sevdiği adamla birlikte, Madrid’den yeni bir yaşama başlama adına Portekiz’e taşınma hazırlığı yapan Julieta, sokakta tesadüfen karşılaştığı genç kadınla olan konuşmasının ardından, kentte kalmaya karar verir ve geçmişinin gizemi beliriverir perdede. Kadın karakterlerin zenginliği, içtenliği ve gerçekliği, duygu yüklü filmin imzasının neden Almodóvar’a ait olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bize. Cannes’de Altın Palmiye için yarışan ve ülkesi İspanya’nın ‘en iyi yabancı film’ dalında Oscar adayı olan ‘Julieta’da, Emma Suarez, Adriana Ugarte, Inma Cuesta ve yönetmenin kadim oyuncusu Rossy de Palma, önemli rolleri üstleniyorlar. Hayatın ve duyguların kırılma noktalarını, bütün kadınları şefkatle kucaklayarak mercek altına alma gayretindeki usta sinemacı, düz görünen ama epeyce derine inen ve oradan yukarıya bakan bir film çekmiş yine. Kırılmış kalpleri onarmak adına, can acıtmayan bir pansuman duruyor perdede. (4 / 5)
HESAPLAŞMA
‘Tumbleweeds’, ‘Miracle / Efsane’, ‘Pride & Glory / Zafer ve Gurur’, ‘Warrior / Büyük Dövüş’ filmleriyle tanınan Gavin O’Connor’ın yönettiği aksiyonu yüksek suç dramının senaryosu, Bill Dubuque imzası taşıyor. İyi yazılmış ve yönetilmiş filmin başrolünde Ben Affleck’i izliyoruz. Anna Kendrick, Jon Bernthal’ın yanı sıra üç usta isim; J.K. Simmons, Jeffrey Tambor ve John Lithgow, filmin iddialı oyuncu kadrosunun diğer yıldızları. İki kardeşten otizm hastası olan Christian Wolff, bir matematik dehasıdır. Yıllar içinde kendine bir yol seçip, küçük bir kasabada bulunan orta halli muhasebe bürosunda gizlenen adam, dünyanın en tehlikeli suç örgütlerinin paralarını aklamakta, onların muhasebe işlerini yönetmektedir. Hazine Bakanlığı’na bağlı suç birimi, gizemli adamın peşindeyken, Christian robotik teknolojilerle ilgili, kötü kokuların duyulduğu bir şirket ile çalışmaya başlar. Tempolu, aksiyonu ve entrikası yüksek film, ilk sahnesinden, finale dek nefessiz izleniyor. Sert bir aksiyonun omuz başında beliren duygusal ton, bilinmezi çok bir denklem yansıtıyor perdeye. ‘Atonement / Kefaret’ ve ‘Anna Karenina’ ile iki kez Oscar adayı olmuş görüntü yönetmeni Seamus McGarvey’in kamerası yine birinci sınıf. Ben Affleck’in ve güçlü oyuncu kadrosunun da katkısıyla sezonun türündeki iyi örneklerinden biri olarak zihne kazınıyor; yalın orijinal adının yakıştığı ‘The Accountant’. (3,5 / 5)
DOKUZUNCU HAYAT
Dokuz yaşındaki Louis Drax, kısacık hayatı boyunca büyük, ölümcül kazalar atlatmıştır. Dokuzuncu kazası ise önce ölüm sanısı, ardından derin bir komayla noktalanır. Annesi ve babası ile beraberken, şüpheli biçimde uçurumdan yuvarlanarak soğuk denize düşen Louis, morgda geçirdiği dakikaların ardından sürpriz biçimde hayata dönünce, ünlü çocuk nörolojisti Dr. Pascal, çocuğu hayata döndürmek için kolları sıvar. Oğlunun yanından ayrılmayan üzgün anne Natalie ile yakınlaşan Dr. Pascal, psikiyatrist Dr. Perez’in de yarımıyla gizem ve tehlike dolu gerçeği ortaya çıkarmaya çalışacaktır. ‘Haute Tension / Yüksek Tansiyon’, yeniden çevirim ‘The Hills Have Eyes / Tepenin Gözleri’, ‘Mirrors / Aynalar’, ‘Piranha 3D’, ‘Horns / Boynuzlar’ gibi sert gerilimlerle adını duyuran Fransız sinemacı Alexandre Aja imzalı gizemli gerilim, Hitchcock ‘suspense’ini, farklı duyarlıklarla incelikli bir dramı ihmal etmeden perdeye taşımış. Liz Jensen’in filmin orijinal adı olan aynı adlı romanı ‘The 9th Life of Louis Drax’dan uyarlanan yapımın başlıca rollerini, Jamie Dorman, Sarah Gadon, Aaron Paul, Oliver Platt ve başarılı küçük oyuncu Aiden Longworth paylaşıyorlar. Gerilimi ihmal etmeden kapkara öyküsünü, farklı dramatik unsurlarla süslüyor sezonun sürprizlerinden olan film. Usta yönetmen Anthony Minghella’nın (1958-2008) aktör oğlu Max Minghella’nın yapımcıları arasında olduğu gerilimin görüntü yönetimi ve yapım tasarımı da birinci sınıf. Ters köşe oluşlara sahip tür kırması, ‘şüphe’ unsurunu asla ötelemeden yekten, ‘filmimiz karadır abiler’ diyor. (3,5 / 5)
EKŞİ ELMALAR
Yılmaz Erdoğan, yazıp yönettiği ve başrolü üstlendiği yeni filminde, bir ailenin duygusal öyküsü üzerinden, ülke tarihinin otuz yılına değiniyor. Yalnız bu kez fazla düz, yüzeyde gezinen ve tanıdık bir resim duruyor karşımızda. ‘Kelebeğin Rüyası’nın gerisinde bir film olmuş duygu yüklü dram. Yetmişli yıllarda Hakkari’de Belediye Başkanı olan Aziz Özay, muhteşem bir elma bahçesi içindeki evinde, geleneklerden beslenen sorgulanmaz kuralları, katı prensipleri ve evlilik çağına gelmiş üç güzel kızıyla birlikte yaşamaktadır. 90’lı yılların sonunda Antalya’da son bulan öykü, üç genç kadının aşkları, aileleriyle olan ilişkileri, gündelik hayat ve ülkenin siyasi ve sosyo-ekonomik gelişmeleriyle sarmalanmış. Yeterli olmayan bu yan gelişmeler, öykünün içindeki doğallığı bir parça zedeleyerek, fazla tanıdık oluşları takıyor zihne. Romantik ve duygusal tonu ağır basan yeni bir ‘Vizontele’ adeta ‘Ekşi Elmalar’. Üç kız kardeşi canlandıran Farah Zeynep Abdullah, Songül Öden ve Şükran Ovalı gerçekten çok başarılılar. Devrim Yakut, Fatih Artman, Şükrü Özyıldız, Caner Cindrouk, Ersin Korkut ve usta aktör Cezmi Baskın, başarılı oyuncu kadrosunun diğer isimleri. Titiz, yapım tasarımıyla, temiz çekilmiş film, eli ayağı düzgün bir popüler sinema örneği olarak duruyor karşımızda öte yandan. (2,5 / 5)
KUBO VE SİHİRLİ TELLERİ
Küçük, sıradan bir kasabada yaşayan Kubo, insanlara origami sanatını da kullanarak, hikayeler anlatmaktadır. Sakin hayatı, geçmişten gelen kötü bir ruh tarafından bozulur. Çıktığı zorlu yolculukta, geçmişin gizemi de aydınlanacaktır. ‘Coraline / Koralin ve Gizli Dünya’, ‘ParaNorman’ ve ‘The Boxtrolls / Kutu Cüceleri: Yaratıklar Aramızda’ gibi önemli yapımların ardından, ünlü animasyon stüdyosu Laika’nın yeni filmi karşımızda! Stop-Motion tekniğiyle çekilen ve üç boyutlu olarak perdeye yansıyan yeni Laika filmi, sürükleyici ve duygusal bir serüven. Bir canavara tekrar insanlığını hatırlatan ve ‘ne mutlu bana ki, bencil değilmişim’ dedirten öykü, küçük, sevimli Kubo’nun hikayesini, ait olduğu dünyanın ruh hali ve yerel gelenekleriyle taşıyor perdeye. Ozanların, hikaye anlatıcılarının önemini ve insanın maddiyattan ve ölümsüzlükten çok gerçek, küçük insanın hikayesine gereksinim duyduğunu, yumuşacık anımsatan öykü, bütün naif güzelliği yanında; üst düzey biçimi, dolayısıyla teknik kalitesiyle de dikkat çekiyor. Şık animasyonun, bublajlı olarak perdeye yansıyacak olması, orijinal seslendirme kadrosunda yer alan Charlize Theron, Ralph Fiennes, Brenda Vaccaro, Rooney Mara ve Matthew McConaughey gibi usta isimlerin performanslarından, bizleri mahrum bırakacak olması gerçeğini düşürüyor akla. The Beatles’ın ölümsüz üyelerinden George Harrison bestesi olan efsane şarkı ‘While My Guitar Gently Weeps’, Regina Spektor yorumuyla filme ayrı bir anlam katıyor! Travis Knight imzalı epik serüvenin, sadece haftanın değil, sezonun en iyilerinden olduğunu belirtmek önemli! (4,5 /5)
Haftanın, notlarımız arasında yer alamayan tek filmi ise, usta sinemacı Majid Majidi imzalı İran yapımı ‘Muhammad: The Messenger of God / Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’. Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in yaşamının ilk dönemini ele alıyor üç saat süreye sahip tarihi biyografi. Herkese tekrar iyi seyirler.
MURAT ERŞAHİN