Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

28 EKİM 2011

27 Ekim 2011 Perşembe 22:11
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Bu hafta vizyona giren beş filmden dördü notlarımız arasında! Basın gösterimine katılamadığım bilimkurgu gerilim “Zamana Karşı”nın ise birçok meslektaşım tarafından başarılı bulunduğunu belirteyim. Haftanın iki yerli yapımı “Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm” ile “Anadolu Kartalları”nın gişe yarışı merak ediliyor. “Sinemadan Çıkmış İnsan” olarak kalmaya gayret edin. Çünkü sokak, sinemadan çıkmayanlarla dolu! Herkese iyi seyirler.


BEHZAT Ç. SENİ KALBİME GÖMDÜM
Hatırı sayılır bir hayran kitlesi kazanan ve bağımlılık yaratan TV dizisi “Behzat Ç.”, beyazperde macerasına, Antalya Altın Portakal’da gerçekleşen prömiyeri sonrasında start veriyor. Bir Ankara Polisiyesi olarak doğup, sadece Ankaralılar’ın değil, farklı kuşaklara ait birçok izleyicinin gönlünü fetheden dizi, Emrah Serbes adlı genç yazarın kaleminden doğmuş farklı bir polisiye.
Bizim ülkemize özgü bir dokusu olduğu kesin her şeyden önce. Kahramanları, başta baş komiser Behzat Ç. olmak üzere, cinayet masasının diğer elemanları, Hayalet, Harun ve Akbaba, çevrelerindeki diğer karakterlerle birlikte, hayatın oldukça içinden, yaşayan, samimi, sıcak kahramanlar. Kusurları, sevapları, düşleri, kavgaları, hayatla alıp veremedikleri, zayıflıkları, iyi ve kötü yanlarıyla, etten kemikten birer ‘insan’ hepsi. TV dizisi, yazarın “Her Temas İz Bırakır” adlı romanından yola çıkılarak çevrilmiş ve diziyi Serdar Akar imzalamıştı. Beyazperde macerası ise, yazarın ikinci romanı “Son Hafriyat”tan uyarlanmış perdeye. Emrah Serbes’in bizzat uyarladığı senaryoyu, yine Serdar Akar yönetiyor. Ana kahramanlar değişmemiş. Sadece dizinin kötü adamı Nejat İşler, yerini Tardu Flordun’a bırakmış. Olay yeri inceleme amiri olarak izleyeceğimiz Cansu Dere ve ‘kolsuz Ahmet’ rolünde karşımıza çıkacak olan Hakan Boyav, ‘Behzat Ç’nin yeni isimleri olarak dahil olmuşlar kadroya. Geçmişe uzanan bir intikam öyküsü etrafında gelişen film, kurbanlarını canlı olarak gömen seri katil Red Kit’le karşı karşıya getiriyor kahramanlarımızı. Behzat Ç ve arkadaşları, attıkları her adımda kendilerinin peşinde olduğunu düşündükleri Red Kit’i araştırdıkça, daha derin gerçeklerle yüz yüze geliyorlar. Erdal Beşikçioğlu’na Altın Portakal’da ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü kazandıran yapım, beyazcamdaki duruşu ve alışkanlıklarını perdeye de taşımış. Sinema filmi, ‘üzerinden çıkartılıp atılması güç’ televizyon dizisi ruhunu barındırıp, sinema keyfi vermese de, son tahlilde izlenir olmayı başarıyor. İçerdiği kara mizah, gizem üstü aksiyon, yerel değinileri ve dizi izleyicileri için ‘artık aileden olmuş’ ana kadronun ‘tanıdık’ performanslarıyla hafif bir ‘avantür’ olarak adlandırabilecek polisiye, hayranları için olası bir serinin müjdesini de veriyor.


İKİLİ OYUN
Oyuncu kadrosuna, “3:10 to Yuma”, “Wanted” gibi senaryoları keleme almış senarist-yönetmenine, üstün körü göz gezdirilen öyküsüne bakınca, ilk intiba olarak; sıkı bir film olduğu düşünülür “The Double”ın. Dağ, fare doğurmuş oysaki. Sözünü ettiğimiz bütün ‘olumlu’ görünüşlere aldanmamak gerek. Soğuk savaş yıllarına ve Amerikalıların Sovyet korkusuna geri dönüp bakan aksiyon-gerilim, vasatın oldukça altında seyrediyor. Suni ve epey zorlama bir dönüşüm, gizli bir ‘aleni sürpriz’ ve inanılması güç, mantıksız öyküsüyle sırıtıyor başrolünü Richard Gere ve Topher Grace’in paylaştıkları yapım. ‘Harvard’da mantık ve istatistik derslerinde uyumadım’ diyalogu, öyküde yer alan ilkokul bir mantığına ve deli saçması hipoteze bakınca epey güldürüyor. Harvard’ın itibarını sarsan film, ikili oynayan ajanların fink attığı ABD’nin savunma ve güvenlik konularında ‘Allaha emanet’ olduğunu ilan ediyor. Ama asıl amacı bu değil kesinlikle. Oldukça ciddi tonuyla, gerçek bir ‘komedi’ye dönüşüyor, Richard Gere’ın, takındığı babacan tavırlarıyla bildik kısık kısık bakıp, nadiren gülümsediği ‘İkili Oyun’. Birçok benzeri varken, örneğin 1987 tarihli Roger Donaldson imzalı Kevin Costner’ın başrolü üstlendiği ‘No Way Out’ varken, akılda kalıcı hemen hiçbir
‘an’ı olmuyor yapımın.


ANADOLU KARTALLARI
Ömer Vargı’nın yönettiği film, Türk Hava Kuvvetleri’nin tanıtım filmi gibiydi her şeyin ötesinde. Yapım notları arasında, ‘Hava Kuvvetleri’nin 100. kuruluş yıldönümü kapsamında gerçekleştirilen “Anadolu Kartalları”’ yazısını görünce; tamam dedim, budur! Öyküden ve senaryodan söz etmenin hemen hemen imkânsız olduğu film, bütün emeklere rağmen sinema filmi değil, tanıtım filmi olmuş. Öyküyü besleyecek hemen hiçbir oluşa yer verilmemiş. Ortada bir grup ana kahraman var ama onların karşısında bir düşman, ne bileyim, herhangi bir çatışma noktası, karşıtlık yaratacak hiçbir unsur ve karakter yok. ‘Savaş pilotu olmak zorlu bir eğitim gerektirir’ ve ‘uçarken seni ardında bekleyecek sevdiklerin olması gerekir’ diyor perdedeki film. Aksi takdirde uçamıyorsun. Gerçek hava çekimlerine emek ve para harcanmış. Görüntü yönetimi de işini yapmış.
Oyunculuk ise yine kötü noktalarından filmin. Özge Özpirinçci, kötü kadronun en iyisi olarak göze çarpıyor. Televizyon ekranında gördüğümüz beyaz cam oyuncularının beyazperde macerası, ‘olmamış’ bir iş olarak duruyor! Bu filmin benzer uluslararası örnekleri geliyor akla sonra. 1986 tarihli “Top Gun”, “Anadolu Kartalları”nın yanında ne denli yeni ve modern duruyor oysaki!
2006 tarihli “Flyboys / Kahraman Pilotlar” ne denli sinema! Meseleyle ilgili Howard Hughes külliyatı varken bir de. 1930 tarihli “Hell’s Angels” örneğin. 1942 tarihli Michael Curtiz filmi “Captains of the Clouds”, Henry Hathaway imzalı 1944’de çekilmiş “Wing and a Prayer”, 1949’da Henry King’in yönettiği “Twelve O’Clock High” hatta hatta yakın zamana gelirsek 2005 Fransa yapımı “Les chevaliers du ciel / Gökyüzü Savaşçıları” ve daha türe-alt türe ait bir sürü film izlenseymiş, ne denli faydalı olurmuş yaratıcı takım için. Filmin genelinde, gerçeklik ve inandırıcılık, oldukça suni ve zorlama. Son tahlilde; gerçek ve inandırıcılık üzerine inşa etmek istediğiniz sinema filmi, ‘sinema’ kokmalı. Aksi takdirde bir kurumun tanıtımı oluyor perdeye yansıyan veya özelliksiz bir ticari ürün.


JOHNNY ENGLISH’İN DÖNÜŞÜ
“Mr. Bean” olarak tanıyıp sevdiğimiz Rowan Atkinson, 2003 yılında bir James Bond parodisi olan “Johnny English”le karşımıza çıkmış, sakar ve salak ajan karakteriyle bir kez daha güldürmüştü bizi. Sekiz yıl aradan sonra gelen devam filminde, MI7’nin yetenekli! ajanı, Çin başkanına düzenlenecek suikast girişimini engellemeye ve ajanlar dünyasındaki komploları çözmeye uğraşıyor. Türlü saçmalık ve olmayacak sakarlıklarla, Pembe Panter’in Müfettiş Clouseau’suna öykünen ve James Bond külliyatıyla dalga geçen sevimli komedide Rowan Atkinson’a, Gillian Anderson, Rosemund Pike ve Dominic West eşlik ediyorlar. Başbakanla yapılan toplantı esnasındaki koltuk ayarı ve İngiltere Kraliçesi’nin, ajanımızın alışageldik vahim hatası yüzünden bütün suçlarının cezasını çektiği sahneler gerçekten güldürüyor. Son jenerikleri izleyip, salonu en son terk eden gerçek sinemaseverlerdenseniz, sürpriz bir bonus olarak sunulan mutfak sahnesinin de keyfini sürebilirsiniz!

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar