Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

28 ARALIK 2012

27 Aralık 2012 Perşembe 21:51
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Yedi filmlik yeni hafta, 2012’nin son vizyonunu oluşturuyor aynı zamanda! Koca yıl geride kaldı! Yılın son haftasında iki başyapıt çıkıyor karşımıza! Haneke imzalı “Aşk” ve Joe Wright yorumuyla Tolstoy’un ölümsüz klasiği “Anna Karenina”. Kaçırılmaması gerekli filmler! Ang Lee imzalı “Pi’nin Yaşamı” ve yılın çok konuşulan yapımlarından “Kıyamet Günü” de, güçlü haftanın görülesi yapımları! Eee, hep aynı şeyi söyledik bütün yıl. Önümüzdeki yıl da aynı şeyi söyleyeceğiz. Ömrümüz yettikçe hep aynı şey olacak, kalemimizin yazdığı: ‘İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insana iyi bakın. Çünkü sokaklar, sinemadan çıkmayanlarla dolu!’ Herkese iyi seyirler ve mutlu bir yeni yıl dilemeden önce, ‘çam sakızı, yazar armağanı’ mütevazı bir hediyem var! Geçtiğimiz yılı değerlendirme şansı bulacağınız bir en iyiler listesi. Yerli yapım-yabancı yapım ayrımı gözetmeksizin, bana göre 2012’nin en iyi 20 filmi aşağıda! Darağacında olsak bile son sözümüz beyazperde!

2012’NİN EN İYİ 20 FİLMİ

1- AŞK / AMOUR (Michael Haneke)
2- UTANÇ / SHAME (Steve McQueen)
3- KÖSTEBEK / TINKER TAILOR SOLDIER SPY (Tomas Alfredson)
4- MELANKOLİ / MELANCHOLIA (Lars von Trier)
5- FAUST (Alexandr Sokurov)
6- ELENA (Andrey Zvyagintsev)
7- KEVIN HAKKINDA KONUŞMALIYIZ / WE NEED TO TALK ABOUT KEVIN (Lynne Ramsay)
8- MOONRISE KINGDOM (Wes Anderson)
9- ANNA KARENINA (Joe Wright)
10- KİBARCA ÖLDÜRMEK / KILLING THEM SOFTLY (Andrew Dominik)
11- THE MASTER (Paul Thomas Anderson)
12- YER ALTI (Zeki Demirkubuz)
13- TEPENİN ARDI (Emin Alper)
14- SÜRÜCÜ / DRIVE (Nicolas Winding Refn)
15- KATİL JOE / KILLER JOE (William Friedkin)
16- GİZEMLİ KADIN / LA FEMME DU VEME (Pawel Pawlikowski)
17- ŞANSA BAK / 50/50 (Jonathan Levine)
18- SENDEN BANA KALAN / THE DESCENDANTS (Alexander Payne)
19- ÖLÜM DENİZİ / HWANGHAE (Hong jin-Na)
20- AZRAİL’İ BEKLERKEN / POULET AUX PRUNES (Vincent Paronnaud, Marjane Satrapi)


AŞK
Yedinci sanatın ‘has’ ürünlerinden biri. Hayata şöyle bir dönüp bakmak… Seksenlerinde entelektüel bir çift, onları çevreleyen sığınakları. Çocukları, yakın çevreleri ve aralarındaki ilişki. Georges ve Anne. Hayatın korunaklı dört duvarı arasında, bir evin içinde geçen öykü, bütün bir yaşamın anlamı adeta veya yaşamdan geriye kalanın… Cemal Süreya, Turgut Uyar, özellikle Edip Cansever dizeleri tadında Haneke’nin enfes şiiri! Birlikte kalmak, geçmiş-bugün-gelecek, sınıfsal oluşlar, aşk, fedakarlık, karşılıksızlık, boşluk, sona gelip dayanmışlık, önemsizlik, ölüm ve hepsinin ötesinde bir güvercin çırpınışı hayat. Öte yandan bir ‘Rilke’ netliği peliküle sinen. ‘Buraya yaşanacak yer diye geliyorlar. Burası ölünecek yer desem daha doğru.’ Mesafenin asla soğuk kılmadığı sakin ve bilge anlatı. İki dev oyuncu, Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva’nın şefkatle değindiği incelikler. Herkes birer yabancı, en yakınlarımız dahil. Alışkanlıklarımız, tercihlerimiz ve beğenilerimizle yaşadığımız yerde, bizi dışardan koruyan kalemizde yani bir başınayız ve en büyük düşmanla savaşıyoruz işte! Ama yenilmenin de yolları var! Onurlu bir şekilde teslim olmak… Artık dolmayacak koltuklar, nefes alınmayacak odalar, dokunulmayacak piyano, kitaplar; orada duran bir ömür. Birlikte olmanın gücü, aşkın direnci, ölüme inat yine aşk... Yılın değil sadece, upuzun yılların en iyilerinden “Aşk / Amour” (5 / 5)

ANNA KARENINA
Kuşkusuz yılın en çarpıcı filmlerinden biri Joe Wrigth imzalı klasik dram! ‘Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır’ başlangıç cümleli eşsiz eser Anna Karenina, başka türlü güzel durmuş beyazperdede bu kez! Daha önce defalarca perdeye yansıyan Tolstoy’un ölümsüz romanı, dünya döndükçe öneminden en ufak bir parça yitirmeyeceğini, bir kez daha hatırlatıyor herkese. İlk olarak 1877’de basılmış roman, 1870’li yılların imparatorluk Rusya’sında geçer. Devrim öncesi imparatorluğun, insanlarına dağıttığı gayri safi milli mutsuzluk değerlerini barındırır incelikli dev eser. Toplumun üst sınıfından iki aşk öyküsüdür karşımızdaki. Başka türlü ilişkilerdir yaşanan. Moskova, Petersburg ve asilzadelerin yazlık, kışlık malikaneleri… Aristokrasinin ahlak anlayışı ve sosyal hayatta değişmeyen kurallar. Emek ve sevgi ile kazanılmış bir evliliğin mutluluğu ile yasak ama tutkulu bir ilişkinin düş kırıklıklarını karşılaştırırken, aşk, sadakat, tutku, kıskançlık, emek, baskı, otorite, toplum, yalnızlık, tolerans, birey, ölüm, ruhsal dalgalanmalar gibi hayati temalara dokunuruz. Hayatın can acıtan gerçekleri ve sonuna kadar dürüst, gerçekçi bir romantizm! Sonuna gelinmiş bir imparatorluktan insan manzaraları; asla eskimeyecek, değişmeyecek, değerini yitirmeyecek o en önemli ‘kahramanı’ anlatır; insanı! Lev Tolstoy’un enfes eseri, daha önce birçok başyapıta imza atmış Tom Stoppard’ın senaryosu ve Joe Wright’ın müthiş düş gücü ile vücut bulmuş. Teatral ve gerçek olana, yani hayatın içinde var olan bu iki değişkene aynı güçte sarılan ve yarattığı biçimle eserin ruhuna bu denli yakışan bir görsellik sağlayan Joe Wright, son dönem sinemanın en önemli figürlerinden biri olduğunu yeniden hatırlatıyor. 72 doğumlu İngiliz’in filminde “Anna Karenina”yı Keira Knightley, kusursuza yakın biçimde canlandırmış. Küskün koca ‘Karenin’de Jude Law, ‘Vronsky’de Aaaron Taylor-Johnson, filmin kilit karakterlerinden ‘Levnin’de Domnhall Gleeson, ‘Kittye’de Alicia Vikander ve ‘Oblonsky’de Matthew Macfadyen, gerçekten ‘oyunculuk anlamında’ ders niteliğinde performanslar sergiliyorlar. Dario Marinelli’nin perdedeki şaheserin ruhunu yansıtan, filmin attığı her adıma eşlik eden unutulmayacak orijinal müziği, Seamus McGarvey’ın kamerası, filmin genel yapım tasarımı ve sanat yönetimi, övgülerin çok ötesine geçmişler. Yenilikçi uyarlamanın, önümüzdeki upuzun yıllar içinde büyük önem göreceğini düşünüyorum. Filmin biçimini fazla gösterişli bulup, yapılan işin, öykünün önüne geçtiğini ve dağınıklık yarattığını söyleyenlerin, sinema büyüsünün ne olduğunu yeniden düşünmeleri gerek kanımca! Günümüzde, başka türlü, daha gerçek ve mesafeli bir sinemanın yapıldığı ve örneğin benim de pek çok sevdiğim minimalizmin birçok şeyi değiştirdiği doğru. Değişmeyecek şeyin ise yüzde yüz sinema duygusu olduğunu unutmamak gerek. Bir yaratıdan, bir sanat dalından, en önemlisi bir büyüden bahsediyoruz her şeyden önce! “Anna Karenina”, nefes kesici! (4,5 / 5)

Pİ’NİN YAŞAMI
Yaman yönetmen Ang Lee imzalı yapım, Yann Martel’in çok satan aynı adlı romanından, “Finding Neverland / Düşler Ülkesi” ile Oscar adayı olan senarist David Magee tarafından uyarlanmış perdeye. Bir deniz felaketinden kurtulan genç adam, hayatın anlamı ve gücünü keşfedeceği bir ölüm kalım yolculuğu yaşar. Pasifik Okyanusunun ortasındaki bir filikada genç bir insan ile bir kaplanın ilişkisi. Farklı yorumlar ve gerçekler, neyi değiştirir ki? Tim Burton imzalı “Big Fish” ve Tarsem Singh filmi “Düşüş / Tha Fall” çağrışımlarıyla yüklü epik anlatı, son derece gösterişli bir yapım tasarımı içeriyor. Pi’nin gençliğini, perdede ilk rolünü üstlenen Suraj Sharma oynarken, yetişkin Pi’yi, tecrübeli memleketlisi Irfan Khan canlandırıyor. Gérard Depardieu, filmin konuk yıldızı. Zebra, çakal ve orangutan… Anne, denizci ve kötü aşçı… Kimin ve neyin ne olduğu hiçbir şeyi değiştirmez son tahlilde. Süregelen maceradır önemli olan. Bizi, kimliğimizi ve ne olduğumuzu belirleyen. Filmin inanç ve din üzerine fazla satırbaşı yapması, belki de özgün hikâyenin dinamikleri yönünden kaçınılmaz ama verilen referans fazlalığının, bir noktada sıkıcı olduğu kesin. İyi bir film “Pi’nin Yaşamı” büyük resme bakıldığında! Yarattığı hayal kırıklığı ve getirilen eleştiriler ise tartışmaya sonuna kadar açık! Ang Lee’nin çok iyi işleri arasında sırıtan, soru işaretli bir yanı olduğunu söylemek de yanlış olmaz ayrıyeten. (3 / 5)

MEDYUM
2010 tarihli “Toprak Altında / Buried” adlı gerilimi yüksek dramla dikkatleri çeken İspanyol sinemacı Rodrigo Cortés, yazıp yönettiği yeni filmiyle karşımızda! Gizem ve gerilimi yine bol tutulmuş yapım, ‘Alacakaranlık Kuşağı / The Twilight Zone’ adlı ünlü TV dizisinin birçok bölümünü de kaleme alan Amerikalı yazar Richard Matheson’un gizem yüklü romanlarından esinlenmiş. Psikoloji ve fizikle ilgilenen iki bilim adamı, doğaüstü güçleri olduğunu iddia eden sahtekârların maskelerini düşürmek için paranormal olayları araştırmaktadırlar. Gözleri görmeyen efsanevi medyum Simon Silver, yıllar sonra yeniden ortaya çıkıp, şovlarına başladığında, bildiğimiz gerçekler de ters yüz olmaya başlar. Netameli medyumu canlandıran Robert De Niro’nun rol arkadaşları, bir diğer usta Sigourney Weaver ile Cillian Murphy. Toby Jones, Joely Richardson, Elizabeth Olsen ve Arjantinli aktör Leonardo Sbaraglia, yıldızlarla dolu kadronun diğer önemli isimleri. Görmek, inanmak, bilim, fizik kuralları, doğaüstü oluşlar, yalan, gerçek, inanç, algının güvenilmezliği kavramları üzerine düzgün kurulmuş bir öykü duruyor perdede. Gücü ve etkisi sınırlı olsa da, sıkmadan, rahatlıkla izletiyor kendini! (2,5 / 5)

KIYAMET GÜNÜ
2004’te Hint Okyanusu’nda meydana gelen deprem ve ardından oluşan Tsunami sonrası, aralarında birçok yabancı turistin de yer aldığı 300 bin kişinin hayatını yitirmesi, son dönemin en büyük felaketlerinden, doğanın en büyük canavarlıklarından biri olarak yer aldı zihinde! Bölgede yaşanan felaket, Tayland’ın Puket adasını da derinden etkilemişti. Öykümüz bu felaket sırasında geçiyor. Gerçek bir hikâye perdede duran. 2007 tarihli “Yetimhane / El Orfanato” ile tanıdığımız İspanyol yönetmen Juan Antonio Bayona’nın yeni filmi “Kıyamet Günü / The Impossible”, yılın beğenilerin işlerinden biri oldu. Barcelona doğumlu Katalan sinemacı, felaket filmi olarak bildiğimiz düzlemin ötesinde dramatik bir yapı kurmayı başarmış. Gerilim yüklü öyküde, çok iyi çekilmiş, kotarılmış sahneler, planlar, anlar mevcut. Üç çocuklu bir aile, felaket sırasında birbirlerini yitirirler ve gerçek bir ölüm kalım savaşı verirler. Korkuları ve cesaretleri sınanırken, elindekilerin değerini ve sadece yaşıyor olmanın ne demek olduğunu kavramaları için doğanın ölümcül sınavından geçmek zorunda kalacaklardır. Bayona’nın arkadaşı Sergio G. Sánchez imzalı senaryo, şık bir sinemaya sahip. Naomi Watts, Ewan McGregor ve gencecik aktör Tom Holland inandırıcı performanslar sergiliyorlar. Özellikle Tom Holland, oynamaktan ötesini yapıyor, yaşıyor! Hayatta kalma ve mücadele öyküsü buraya kadar çok iyi. Fakat sonlara doğru, hatta finalde başlıyor ‘ama’lar! Dev ‘gel-git’ler sonucu yaşanan felaketten mucize kabilinden kurtulup, birbirlerine ulaşmayı başaran bizim aile, hayat standartları, ekonomik-sosyal statüleri, paralı turistler olmaları yüzünden, devreye giren sigorta şirketi tarafından emniyete alınıyorlar. Aile reisi, bütün aileyi bir araya toplayınca, hayat ve sağlık sigortalarını devreye sokuyor ve felaket bölgesine gelen Zürih Sigorta yetkilisi, ‘artık merak edilecek bir şey olmadığını’, özel bir jetle, hastane uçakla daha doğrusu, Asya’nın en iyi sağlık hizmetini alabilecekleri Singapur’a uçabileceklerini söylüyor aileye. Ailemiz, özel jetlerine, yanlarındaki özel hemşire-hostesle birlikte biniyor ve kendilerini kapitalist özgüvenin emniyetli ellerine teslim ediyorlar. O sırada, jet havalanmışken, bütün film boyunca, insanüstü bir direnç gösteren anne, boşalıyor ve ağlamaya başlıyor! Ellerindekinin, hayatlarının değerini kavrıyorlar ailecek son tahlilde ve kendileri kadar şanslı olmayan-olamayanlar için ‘samimi’ bir üzüntü duyuyorlar. 300.000 kişinin öldüğü felakette, çoğu yerli halk olmak üzere kayıplar ve çekilen acılar, üst sınıf bir ailenin kurtulmasıyla teselli buluyor. Bir sigorta şirketi ve sigortacılık müessesesi tarafından çektirilmiş ‘şık’ bir reklam filmine dönüşüyor, perdedeki etkileyici ve duygusal resim bir anda. İşin gerçek duygusu yitiyor ve tamamen duygusal başka bir gerçeklik beliriyor zihinde! Özel sağlık ve hayat sigortan yoksa ne yapacaksın? İster normal hayatta olsun, ister felaket zamanında; para yine belirleyici faktör oluyor her şeyin sonunda! Can pazarında eşitlenen mücadele hariç tabii! Bu mücadele sırasında, turistleri kurtaran, onlara hayatı yeniden hediye eden yerli halk ise, bir prodüksiyon şirinliği ve kıyağı olarak kullanılmış sanki filmde. Dedik ya, birçok ‘ama’sı var gerçekten çok titiz ve temiz çekilmiş filmin! (2,5 / 5)

DÖNÜŞÜM: HTR2B
Reklam yönetmeni Osman Evre Tolga’nın yazıp yönettiği korku-gerilim denemesi, kontrolsüz şiddet gösterisine dönüşüyor bir müddet sonra! Romero ve ardından açtığı güvenli yoldan ilerleyen birçok ismin -örneğin Alexandra Aja-, çektiği birçok orijinal yapımın –ki kimi şiddet anlamında gövde gösterisi, kimi işin içine siyasi-felsefi-sosyal katmanları da başarıyla katıyor- ardından karşımıza çıkan yerli örnek bir hayli yavan kalıyor! Kobay vahşeti teması, formül sineması olarak karşımızda! Bilimsel araştırmaların hepsinin insanın iyiliği ve gelişimi için olmadığını anlatmak ve toplumdaki şiddetin, dış kaynaklı kötücüllüklerden kaynaklandığını söyleyen vahşet denemesi, bir yaz gecesi, Sarıyer sırtlarında geçiyor. Mutlu bir aile yemeğine hazırlanan toplumun üst sınıf ailelerinden biri, yasa dışı bir klinikten kaçmış ve ilaç deneyleri sonrası mutasyona uğramış bir grup kobayı karşılarında görünce, bir ölüm kalım savaşı vermek zorunda kalıyorlar. Aja’nın yeniden çektiği 1977 tarihli Wes Craven filmi “Tepenin Gözleri / The Hills Have Eyes”tan, George Romero’nun zombilerine, Danny Boyle’un “28 Gün Sonra / 28 Days Later” dan, son dönemin kanlı serisi “Korku Kapanı / Wrong Turn”e ve daha birçok benzer filme ‘benzeyen’ yapım, araya sıkıştırdığı ‘sözde’ politik oluşlara ve vahşetin değişken yüzüne dikkat çekerek, yerli bir şiddet gösterisi olmaya gayret ediyor. Çok kolay bir şey değil tabii, içinde şiddet olan görüntülerin, şiddetin kendisi olması! Bazı anlar mantık dışı, komik ve yavan olsa da, yine de bir deneme yapılmış diyelim, orijinal örneklerinin çok uzağında dursa da! (1 / 5)



Diğer Yazılar