26 ŞUBAT 2016
Vizyondaki yeni film sayısı altı. Parlak bir hafta olmasa da, ‘seyirlik’ yapımlar mevcut. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elin sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.
MISIR TANRILARI
Yunan asıllı bir ailenin çocuğu olarak Mısır’da doğan ve Avustralya’ya yerleşip vatandaşı olan Alex Proyas, 1994 tarihli ‘The Crown / Ölümsüz Aşk’ ile tanınmıştı. Ardından 1998’de yazıp yönettiği ‘Dark City / Karanlık Şehir’ filmiyle, kendine hatırı sayılır bir hayran kitlesi yarattı Proyas. Fütürist, post modern ve distopik öykülerle dikkat çeken ‘yaratıcı’ sinemacı, 2004 yapımı ‘I, Robot / Ben, Robot’ ve 2009 tarihli ‘Knowing / Kehanet’in ardından hiçbir şey çekmedi ve derin bir sessizliğe gömüldü. Fantastik macera ‘Gods of Egypt / Mısır Tanrıları’, Proyas’ın dönüşünü müjdelediği için ayrı bir öneme sahip. Ölümlü bir insan olan Bek, cesur bir aşıktır. Genç ve güzel Zaya’yı deliler gibi sevmektedir. İnsanlar, eski Mısır’ın Tanrıların yönettiği dünyasında yaşamlarını sürdürürlerken, karanlıklar tanrısı Set’in dönüşüyle birlikte, Tanrılar cephesinde her şey karışık bir hal alır. Mısır’ın ve halkın, yönetimi ele geçiren zalim ve acımasız Set’in elinden tek kurtuluş umudu; genç hırsız Bek ve hava tanrısı Horus olacaktır. Tanrılar, insanlar, gizemler ve tamamıyla eski Mısır mitolojisine dayanan hikayesiyle son derece sürükleyici bir filmle dönüyor Alex Proyas. Mitolojik karakterler hariç, öykünün son derece tanıdık olması ve özellikle küçük izleyiciler de düşünülerek hafifletilmesi, filmin zayıf eli olsa da, Proyas dokunuşuyla yaratılan hayal dünyası ve kırılma anlarındaki kimi incelikler, filmin baştan sona, ilgiyle izlenmesini sağlıyor. Avustralyalı genç oyuncu Brenton Thwaites’e, karizmatik aktörler Danimarkalı Nikolaj Coster-Waldau ve İskoçyalı Gerard Butler eşlik ediyorlar. Proyas’ın gedikli oyncusu Rufus Sewell ve diğer ustalar Geoffrey Rush ve Bryan Brown’ın yanı sıra, Elodie Young, Abbey Lee ve Courtney Eaton, kadronun öne çıkan diğer isimlerini oluşturuyorlar. Bilgisayar efektleriyle bezeli anlatı, sıkılmayacağınız; iki saatlik bir serüven vaat ediyor. (3 / 5)
AŞK VE GURUR + ZOMBİLER
Jane Austen’in ilk olarak 1813’te yayımlanan romanı ‘Gurur ve Önyargı’, edebiyatın klasikleri arasındadır. Austen’in kalem aldığı ikinci roman olan eser, orijinal adıyla ‘Pride and Prejudice’, beyazperdenin, aynı zamanda televizyonun da çok sevdiği ve her on yılda bir izleyiciyle buluşturduğu özel klasiklerden biridir. 19. Yüzyılın bu çok sevilen ve her daim ilgi çeken klasiği, bu kez aksiyon katkılı ve bir korku-gerilimle deforme edilmiş biçimde yansımış perdeye. 1976 doğumlu ABD’li senarist ve yazar Seth-Grahame Smith’in, Jane Austen’in ölümsüz eserinden yola çıkarak yazdığı aynı adlı romandan perdeye uyarlanan filmin senaryosu, aynı zamanda yönetmen koltuğunda oturan Burr Steers imzalı. İlk filmi 2002 tarihli ‘Igby Goes Down’la dikkat çeken Steers’ın, bu dikkat çekici başlangıcı sürdürememiş olduğunu ve kendisinden beklenen kariyer hamlesini bir tülü atamadığını not düşmek gerek! ‘Aşk ve Gurur ve Zombiler’, Austen’ın roman kahramanlarını, insan beyin yiyerek dehşet saçan, ölümsüz zombilerle harmanlamış. Bennet ailesinin beş kızı da yetenekli birer zombi avcısıdır. On dokuzuncu yüzyılda, önlenemeyen bir virüs, etkilediği canlıyı, zombiye çevirirken, beş kız kardeş, sadece ölümcül zombilerle değil, kendi duygusal dünyalarıyla da mücadele halindedirler. Ağırlıklı olarak İngiliz oyuncuların yer aldığı yapımın başrollerini Lily James ve Sam Riley üstleniyorlar. Jack Huston, Douglas Booth, Bella Heathcote, Ellie Bamber, Millie Brady, Suki Waterhouse, kadronun öne çıkan diğer isimleri. Usta İngiliz aktör Charles Dance ve güzel aktris Lena Headey, kadronun misafir kontenjanını oluşturuyorlar. ‘Elizabeth / Kralçe Elizabeth’ filmiyle Oscar adayı olan İngiliz görüntü yönetmeni Remi Adefarasin, filmin en çok dikkat çeken ve en başarılı ismi. Özellikle genç nesli hedef alan ve Austen’ın ünlü eserini, deforme ederek, günlük ‘hız’ ve ‘anlam yetersizliğine’ uygun, ‘abur-cubur / fast food’ bir filme dönüştüren yapım, kendini fazlasıyla ciddiye almasaymış, bir nebze daha ilginç olabilirmiş kuşkusuz. Eseri sulandıran ve popüler kılma gayretindeki uyarlama roman ve dolayısıyla film, içerdiği ‘komedi’ de karar kılsaymış, daha bir özel ve dikkat çekici hale gelebilirmiş. Tür kırması, nerede duracağını ve nereye ait olacağını kestiremediği veya üzerine pek düşünmediği için vasat olmakla yetinmiş. Finali itibariyle bir devam filmine göz kırpan türler karmaşası, adında iddialı biçimde yer alan zombilere de, biraz haksızlık etmiş öte yandan. (2 / 5)
HESAPLAŞMA
Çok yere bağlanabilecek, varabilecek öyküden ve yıldız oyunculardan yana sıkıntısı olmayan yapım, sonuca gidemiyor maalesef. Orijinal adıyla ‘Misconduct’, atmosfer yaratma, kurgu ve senaryoda ciddi sıkıntıları olan bir film. Japon asıllı sinemacı Shintaro Shimosawa, ilk yönetmenlik denemesinde, pek parlak bir gelecek vaat etmiyor özetle. Sarkmalar, devamlılık hataları, senaryodaki matematik - ki buna, izleyiciyi tatmin etmeyen ve bir türlü ‘oturmayan’ entrika ile geçiştirilmiş karakterleri dahil edebiliriz – yabancılaşma durumu yaratıyor perdeyle, salon arasında. Bir yüzü, kimliği yok filmin kabaca! Herhangi bir filmde bir araya gelmesi zor yıldızlar, yetenekli olduğu belli, ‘gözü’ olan bir görüntü yönetmeni ve tanıdık olmasına rağmen, eli ayağı düzgün bir fikir bulmuşken, bütün bunları heba etmek de çok kolay değil hani! New Orleans’da, prestijli bir hukuk firmasında çalışan genç avukat, çalışkan ve oldukça hırslıdır. Bebeklerinin kaybı sonrasında, eşiyle aralarına ‘mesafe’ girmiş ve evin ortalık yerine, atlatılması güç bir travma yerleşmiştir. İlaç endüstrisinin dev ama karanlık firmalarından birinde çalışan ve şirketin patronu ile birlikte yaşayan eski kız arkadaşı, genç avukatı arayıp, hayatına girdikten sonra, filmin hemen bütün karakterleri için netameli ve tehlikeli bir süreç de başlamış olur. Hiç kimse masum değildir ve hırs ölümcül olabilir diyen gerilimli dram, bir türlü ‘oturtamadığı’ entrika ‘meselesini’, başarıyla sürdürüp, nihayete erdiremiyor. Anthony Hopkins ve Al Pacino gibi dev aktörlere, başrolü üstlenen Josh Duhamel ile birlikte üç güzel ve yetenekli aktris, Malin Akerman, Alice Eve ve Julia Stiles eşlik ediyorlar. Kim jee-woon imzalı, ‘I Saw the Devil / Şeytanı Gördüm’ adlı Güney Kore yapımı kanlı canlı gerilimin başrol oyuncusu Byung- hun Lee’nin de kadroya bonus olduğu film, özellikle oyuncu kadrosuyla vaat ettiği heyecan ve umudu maalesef yerine getiremiyor. Afişindeki ve açılış jeneriğindeki anlık acaba sorusuna rağmen, dağ, fare doğuruyor son tahlilde! (2 / 5)
SENARİST
Gizem yüklü, politik bir gerilim iddiasıyla karşımıza çıkan yerli yapım, vaat ettiği gizem ve derinliğin çok uzağında seyrediyor. Neyi nasıl dediğini kendi de kestirememiş bir film Hulusi Orkun Eser’in yazıp yönettiği ‘Senarist’. Siyasi kitaplar kaleme alan Adem, tanınmış bir yazardır. Yaşanan gerçeklikler üzerine samimi ipuçlarının içinde olduğu ‘senarist’ adlı bir kitap yazar. Kitap, bütün yayınevlerinden geri döner ve basılması engellenir. Boşa çıkan çabalarının getirdiği maddi ve manevi sonuçlarla ağır bir bunalım yaşarken, eline geçen gizemli bir not ve kendisini takip eden yabancılar, Adem’i, bambaşka bir gerçekliğin içine atacaktır. Bir yazarın, kendi üzerinde oynanan oyunun sırrını çözmeye çalışması, yukardaki açıklamayla, filmde karşımıza çıkandan daha ilginç ve sürükleyici oldu kesinlikle. Türe ve meseleye dair alt türler karmasına ait herhangi dört-beş film iyice izlenip, hazmedilseymiş, daha iyi bir film çekilebilirmiş sanki. ‘Senarist’, salondan çıkınca anında unutulmaya terk edilmesi gereken filmler sınıfına giriyor. Başrolde, M. Asım Tuncay Aynur’un yer aldığı yerli yapımda diğer önemli rolleri, Mustafa Uzunyılmaz, Halis Bayraktaroğlu, Dilara Büyükbayraktar, Ebru Sarıtaş ve Murat Parasayar üstleniyorlar. Erdemliler Birliği, İlluminati durumları, iç ve dış mihraklar, Kâmûsu’l-Muhît sözlüğü, ‘Matrix’yen göndermeler, yetersiz yeşil perde sahneleri, dağınık yapı ve seksen altı dakikalık bir öğrenci anlatısı. Bir de şu meşhur ‘Dolby Atmos’ deneyimine değinmek gerek. Filmin tanıtımlarında bu deneyim şöyle tarif ediliyor: “‘Dolby Atmos’ (360 derece sound) sistemi, son teknoloji ve kaliteye sahip processor ve hoparlörlerden oluşuyor. Alışılageldik sistemlerin haricinde tavanda da surroundlar ve subbasslar bulunuyor ve ‘ses’ izleyeni tamamı ile içine alıyor. Bu eşsiz ses deneyimi Türkiye’de çok az sayıda filme özel olarak uygulandı.”. İyi, güzel de; değil Atmos, ne olursa olsun, eğer çektiğiniz film; mesele, öykü, anlatı, atmosfer ve biçim olarak zayıfsa, ‘ses’in filme olan etkisi, izleyeni hiç mi hiç ilgilendirmez. Film çekecek, üstelik üzerine Dolby Atmos ses deneyimi ekleyecek maddi gücünüz varsa, ne meselenin, ne biçimin, neyi; nasıl anlattığınızın hiçbir önemi yoktur durumunun dersi duruyor perdede. Amaç bunun tersi olmalı oysa… Herkesin film çekmek gibi ‘ciddi’ bir işe soyunmasına gerek yok! (0,5 / 5)
Haftanın notlarımızda yer alamayan iki filmine gelirsek; Hüseyin Eleman’ın yönettiği ‘Çağrılan’ adlı korku filmi ile Şili yapımı gizemli korku örneği ‘The Stranger / Yabancı’ korku-gerilim türünü sevenler için iki ayrı seçenek oluşturuyorlar. Tekrar iyi seyirler. MURAT ERŞAHİN