26 ŞUBAT 2010
02 Nisan 2011 Cumartesi 18:58
Bu haftanın film sayısı 6. Basın gösterimi düzenlenmeyen Deli Dumrul: Kurtlar Kuşlar Alemi dışındaki beş film notlarımız arasında yer alıyor. Zülfü Livaneli´nin ´´Veda´´sı, Ata Demirer´li şık komedi ´´Eyyvah Eyvah´´ haftanın yerli filmleri. Peter Jackson imzası taşıyan ´´Cennetimden Bakarken´´, Tony ödüllü ünlü müzikalin beyazperde versiyonu ´´Nine´´ ve Clint Eastwood´un yeni filmi ´´Invictus´´, zengin programın öne çıkan üç filmi. İyi seyirler!
VEDA
Zülfü Livaneli´nin yazıp yönettiği ´´Veda´´, ´ölüme meydan okuyan bir kuşağın hikâyesi´ olarak tanıtılıyor. Reklamı, ´beklenen Atatürk´ filmi olarak yapılan ´´Veda´´, Atatürk´ün yaveri ve silah arkadaşı Salih Bozok´un anılarına dayanıyor. Perdede izlenen ´hızlandırılmış bir Atatürk ve yakın çevresi´ öyküsü. Aslında resmi tarihin dışında bir şey söylemeyen, özellikle Atatürk´ün hayatındaki kadınlara, annesi Zübeyde hanıma, eşi Latife ve Zübeyde hanımın ikinci eşi Ragıp bey´in yeğeni olan Fikriye hanımlara değinen biyografik hikâye, Bozok´un bakış açısıyla anlatılmış. Tarihin kırılma noktalarına, yani; kurtuluş savaşına, cumhuriyetin kuruluşuna, devrim ve inkılâplara gerektiği kadar değinmeden, hatta Atatürk´ün kişilik oluşumundaki özel ve sosyal etkenleri ortaya koymadan ´alelacele´ çekilmiş intibası uyandıran film, eksik ve yetersiz. Düşünün bir; her türlü fedakârlığı göstererek, canları pahasına bir savaş vermiş, bir ülkeyi, cumhuriyeti yoktan var etmiş kişi ve koca bir kuşağın öyküsünü, bir an bile duygulanmadan izliyorsunuz. Yeni bir bakış açısı ve bilgi içermeksizin, yüksek amaç ve idealler peşinde koşan çok önemli isimler ve bir ulusun öyküsü, yavan bir biyografide nefes almak zorunda bırakılmış. Sinan Tuzcu, Dolunay Soysert, Serhat Mustafa Kılıç, Ezgi Mola ve Özge Özpirinççi´nin başlıca rolleri üstlendiği tarihi dramın müzikleri de Zülfü Livaneli imzası taşıyor. Müzik çalışmasının öykünün üzerine çıktığı film, gerekli atmosferi sağlamayı başaramıyor. Sinema büyüsünden uzak yapım sonrası, insan; artık iyi anlatılmış, orta eğitim ders kitaplarından farklı bir Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet ve Atatürk filmi izlemek istediğini idrak ederek ayrılıyor salondan.
EYYVAH EYVAH
Trakyalı klarnetçi Hüseyin´in yolu, hiç tanımadığı babasını bulmak için geldiği İstanbul´da, gece kulüplerinin prensesi Firuzan ile kesişir. Senaryosunu Ata Demirer´in yazdığı ve ilk filmi ´´Döngel Kârhanesi´´nden tanıdığımız Hakan Algül´ün yönettiği komedi, gerçekten güldürüyor. Başrolleri Ata Demirer ve Demet Akbağ´ın paylaştıkları sevimli, sıcak film, son dönemde ´komedi´ adına izlediğimiz averaj altı birçok yapıma adeta ders veriyor. Salt küfüre başvurmadan, bayağılığa kaçmadan güldüren, hatta kahkaha attıran yapım, iyi yazılmış, iyi oynanmış ve iyi yönetilmiş. Durum ve karakter komedisinden, absürd bir maceraya yol alan yapım, anlık ´gag´larla daha da güçleniyor. Özellikle güncel ´google´ (Bunu mu demek istediniz?) esprisi karın ağrıtacak cinsten. Trakyalı dört müzisyen arkadaşın deniz kenarında kurdukları çilingir sofrasını aydınlatan ağaç dalına asılmış ´lüks´, düzeyli mizaha ´özel, içsel bir hüzün´ katan ince bir ayrıntı olarak kalıyor hafızada. Devam filmi için açık bir kapı bırakan popüler sinemanın bu düzgün örneğinde emeği geçen herkesi kutlamak gerek.
CENNETİMDEN BAKARKEN
Görkemli prodüksiyonların yaratıcısı Peter Jackson, farklı bir işle karşımızda. Yaratıcı sinemacı, kapkara bir sevgi ve umut filmi çekmiş! Sürülen bir hayatın ve o sona erdikten sonra devam eden hemen her şeyin filmini… Hayatın, ölümün, acının, yalnızlığın, aşkın, kabullenişin filmini. Orijinal adıyla ´The Lovely Bones´, Alice Sebold´un aynı adlı romanından uyarlanmış beyazperdeye. Romanı, genç yaşta başına gelen kötü bir olay sonucu yazan Sebold´un satırlarının, izlenenden farklı olduğunu söylüyor okuyanlar. Peter Jackson´sa, ´herhangi bir romanın sinema uyarlaması, sadece o romanla ilgili bir hatıradır´ cevabını vermiş eleştirilere. Tartışılabilir. Tartışmaya kapalı olan nokta ise filmin sarsıcı etkisi. ABD´nin doğu eyaletlerinden Pensilvanya´nın bir banliyösünde yaşayan14 yaşındaki Susie´yi tanıyoruz. Seri katil olan komşusu bay Harvey tarafından öldürülüyor. Ürkütücü sakinliğiyle evinin bodrumunda ´içini dinleyen´ hasta bir adam, Bay Harvey.
Bu dünya ve öbür dünya arasındaki bir yerden bir zamanlar nefes alıp verdiği yeri, sevdiklerini, katilini izliyor Susie. Başka hiçbir şeye benzemeyen bir acıyla kahrolan ailesini, annesini, babasını, kardeşini izliyor. Adaletin, kaderin, cezanın sonuçlarını bekliyor. Çıkacağı o son yolculuk için içinin tamamen rahatlamasını, geride hiçbir soru işareti kalmamasını, sevdiği çocuğa ilk öpücüğü vermeyi örneğin… Aradaki yer veya ´diğer taraf´ tasvirinde hiçbir dini sembol kullanmayan yapım, inanç ile arasına kesin bir mesafe koymuş. Stanley Tucci´yi Oscar adayı yapan ´Bay Harvey karakteri´ ve ´´Kefaret / Atonement´´ ile Oscar adayı olmuş 94 doğumlu Saoirse Ronan´ın yürek burkan bir performansla canlandırdığı genç kurban Susie, müthişler… Çılgın ve gerçekçi anneanne rolündeki Susan Sarandon´da öyle… Tuhaf bir deneyim Jackson´ın filmi. Öfkelendiren, çaresizlik ve hüznü ta en içinizde duymanıza neden olan, ruhunuza kapkara bir elle dokunurken, bir yandan da olmayacak biçimde sonradan hissedeceğiniz bir umut veren, müthiş görselliği ve sarsıcı yanıyla uzun süre sizle kalan bir film. Oruç Aruoba´nın ´de ki işte´ kitabındaki şu satırları sanki: ´Yaşam, rüzgârın titrettiği yaprakların hışırtıları ardından çağıran bir ses gibi: Çabucak yitiveren, anlaşılamadan söylediği.´
NINE
Maury Yeston, Fellini´nin ´´8 ½´´unu izlediğinde çok etkilenmiş ve kısa zamanda bir takıntı halini almış onun için film. 1973´te Yale´de öğrencilik yaparken yazmış ´´Nine´´ adlı müzikali. ´´8 ½´´a müzikal tatlar eklemiş ve ´´Nine´´ çıkmış ortaya. Broadway´in bu ünlü müzikali, Tony ödüllerine ambargo koymuş. Oyunu beyazperdeye taşıyan isim, ´´Chicago´´ ve ´´Bir Geyşa´nın Anıları´´ ile tanınan Rob Marshall. Senaristlerse, Michael Tolkin ve 2008´de aramızdan ayrılan usta sinemacı Anthony Minghella. Ünlü bir yönetmenin duygusal sorunları, geçmişi, endişeleri, yaşadığı ruh fırtınaları, ilişkileri, eşi, metresi, annesinin hayali, çocukluk günlerinin ilk kadını, hırslı bir muhabir, sırdaşı ve kostümcüsü, ilham perisi, platonik aşkı ve başrol oyuncusu… Yaratıcılık, özel hayat, ruhtaki kaos ve sanatın sanatçıya endişe salgılayan büyüsü… Danie Day-Lewis´in İtalyan aksanıyla canlandırdığı usta yönetmen Guido Contini ve hayatındaki bütün kadınlar: Judi Dench, Marion Cotillard, Penélope Cruz, Nicola Kidman, Kate Hudson, Fergie… Müzikalin enfes şarkılarının çoğu, usta oyuncular tarafından seslendirilmiş… Koreografisi, genel yapım tasarımı, müziği, oyuncuları ve çok ince duyarlılığı ile rafine, öz bir yapım ´´Nine´´. Birçok kayıp tadı yeniden almak için…
YENİLMEZ
Dev yönetmen Eastwood´un yeni filmi adını, İngiliz şair William Ernest Henley (1849- 1903)´nin 1875´te yazdığı ve ´´A Book of Verses´´ adlı kitabında yer alan aynı adlı şiirinden alıyor: Invictus. Bu şiir Rudyard Kipling´i de etkilediği gibi, hayatının büyük bölümünü (tam 27 yıl) küçücük bir hücrede geçiren Güney Afrikalı lider Nelson Mandela´nın da içine işlemiş. ´Kaderimin hâkimi benim, ruhumun kaptanı benim´ dizeleriyle sona eren şiir, Clint Eastwood´un, ´yenilmez, fethedilemez´ anlamları taşıyan ´´Invictus´´una çokça esin vermiş. Film, gerçek bir öyküyü, daha doğrusu tarihi gerçekleri yansıtıyor perdeye. 1989-95 tarihleri arasında The Independent gazetesinin Güney Afrika büro şefi olan John Carlin´in ´´Playing the Enemy: Nelson Mandela and the Game that Made a Nation´´ adlı kitabından perdeye uyarlanan filmde, mahkumiyetinin ardından Güney Afrika´nın ilk siyahi devlet başkanı olan Nelson Mandela´yı usta aktör Morgan Freeman canlandırıyor. Güney Afrika Rugby Milli Takımı´nın kaptanı ´Francois Pienaar´ rolünü ise Matt Damon üstlenmiş. Apartheid rejimi sonrası, ayrımcılığın ortadan tamamen kalkması ve Güney Afrika´nın gerçekten bir araya gelmesini sağlamak için neredeyse tamamı beyazlardan kurulu ulusal Rugby takımıyla omuz omuza veren Mandela ve takım kaptanı Pienaar´ın birbirlerini anlama çabası üzerinden bir ülkenin-milletin yeniden tek vücut olma hikâyesi izlediğimiz. Tarihi ve biyografik dram, Eastwood´un çoğu neredeyse birer başyapıt olan filmleri kadar etkileyici ve iyi değil ama belli bir kalitenin üzerinde. Eastwood damgası taşıyan her iş gibi standart üstü. Fakat söyledikleri slogan düzeyinde kalan, çok iyi çekilmiş bir tanıtım filmi gibi ´´Yenilmez´´ bir açıdan. Biraz fazla romantik, yüzeyde kalan, ´sisteme ait´ bir hali var sanki. Yaşanan gerçekleri, hafif ve tozpembe ele alan, kolaycılığa kaçmış, meseleye tamamen batıdan bakan bir metin yansımış perdeye. Yine de, etkili, duygu dolu, iki usta aktörüyle iki Oscar adaylığı için yarışan, kusursuza yakın plastiğiyle popüler, izlenir bir iş ´´Invictus´´.
MURAT ERŞAHİN
VEDA
Zülfü Livaneli´nin yazıp yönettiği ´´Veda´´, ´ölüme meydan okuyan bir kuşağın hikâyesi´ olarak tanıtılıyor. Reklamı, ´beklenen Atatürk´ filmi olarak yapılan ´´Veda´´, Atatürk´ün yaveri ve silah arkadaşı Salih Bozok´un anılarına dayanıyor. Perdede izlenen ´hızlandırılmış bir Atatürk ve yakın çevresi´ öyküsü. Aslında resmi tarihin dışında bir şey söylemeyen, özellikle Atatürk´ün hayatındaki kadınlara, annesi Zübeyde hanıma, eşi Latife ve Zübeyde hanımın ikinci eşi Ragıp bey´in yeğeni olan Fikriye hanımlara değinen biyografik hikâye, Bozok´un bakış açısıyla anlatılmış. Tarihin kırılma noktalarına, yani; kurtuluş savaşına, cumhuriyetin kuruluşuna, devrim ve inkılâplara gerektiği kadar değinmeden, hatta Atatürk´ün kişilik oluşumundaki özel ve sosyal etkenleri ortaya koymadan ´alelacele´ çekilmiş intibası uyandıran film, eksik ve yetersiz. Düşünün bir; her türlü fedakârlığı göstererek, canları pahasına bir savaş vermiş, bir ülkeyi, cumhuriyeti yoktan var etmiş kişi ve koca bir kuşağın öyküsünü, bir an bile duygulanmadan izliyorsunuz. Yeni bir bakış açısı ve bilgi içermeksizin, yüksek amaç ve idealler peşinde koşan çok önemli isimler ve bir ulusun öyküsü, yavan bir biyografide nefes almak zorunda bırakılmış. Sinan Tuzcu, Dolunay Soysert, Serhat Mustafa Kılıç, Ezgi Mola ve Özge Özpirinççi´nin başlıca rolleri üstlendiği tarihi dramın müzikleri de Zülfü Livaneli imzası taşıyor. Müzik çalışmasının öykünün üzerine çıktığı film, gerekli atmosferi sağlamayı başaramıyor. Sinema büyüsünden uzak yapım sonrası, insan; artık iyi anlatılmış, orta eğitim ders kitaplarından farklı bir Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet ve Atatürk filmi izlemek istediğini idrak ederek ayrılıyor salondan.
EYYVAH EYVAH
Trakyalı klarnetçi Hüseyin´in yolu, hiç tanımadığı babasını bulmak için geldiği İstanbul´da, gece kulüplerinin prensesi Firuzan ile kesişir. Senaryosunu Ata Demirer´in yazdığı ve ilk filmi ´´Döngel Kârhanesi´´nden tanıdığımız Hakan Algül´ün yönettiği komedi, gerçekten güldürüyor. Başrolleri Ata Demirer ve Demet Akbağ´ın paylaştıkları sevimli, sıcak film, son dönemde ´komedi´ adına izlediğimiz averaj altı birçok yapıma adeta ders veriyor. Salt küfüre başvurmadan, bayağılığa kaçmadan güldüren, hatta kahkaha attıran yapım, iyi yazılmış, iyi oynanmış ve iyi yönetilmiş. Durum ve karakter komedisinden, absürd bir maceraya yol alan yapım, anlık ´gag´larla daha da güçleniyor. Özellikle güncel ´google´ (Bunu mu demek istediniz?) esprisi karın ağrıtacak cinsten. Trakyalı dört müzisyen arkadaşın deniz kenarında kurdukları çilingir sofrasını aydınlatan ağaç dalına asılmış ´lüks´, düzeyli mizaha ´özel, içsel bir hüzün´ katan ince bir ayrıntı olarak kalıyor hafızada. Devam filmi için açık bir kapı bırakan popüler sinemanın bu düzgün örneğinde emeği geçen herkesi kutlamak gerek.
CENNETİMDEN BAKARKEN
Görkemli prodüksiyonların yaratıcısı Peter Jackson, farklı bir işle karşımızda. Yaratıcı sinemacı, kapkara bir sevgi ve umut filmi çekmiş! Sürülen bir hayatın ve o sona erdikten sonra devam eden hemen her şeyin filmini… Hayatın, ölümün, acının, yalnızlığın, aşkın, kabullenişin filmini. Orijinal adıyla ´The Lovely Bones´, Alice Sebold´un aynı adlı romanından uyarlanmış beyazperdeye. Romanı, genç yaşta başına gelen kötü bir olay sonucu yazan Sebold´un satırlarının, izlenenden farklı olduğunu söylüyor okuyanlar. Peter Jackson´sa, ´herhangi bir romanın sinema uyarlaması, sadece o romanla ilgili bir hatıradır´ cevabını vermiş eleştirilere. Tartışılabilir. Tartışmaya kapalı olan nokta ise filmin sarsıcı etkisi. ABD´nin doğu eyaletlerinden Pensilvanya´nın bir banliyösünde yaşayan14 yaşındaki Susie´yi tanıyoruz. Seri katil olan komşusu bay Harvey tarafından öldürülüyor. Ürkütücü sakinliğiyle evinin bodrumunda ´içini dinleyen´ hasta bir adam, Bay Harvey.
Bu dünya ve öbür dünya arasındaki bir yerden bir zamanlar nefes alıp verdiği yeri, sevdiklerini, katilini izliyor Susie. Başka hiçbir şeye benzemeyen bir acıyla kahrolan ailesini, annesini, babasını, kardeşini izliyor. Adaletin, kaderin, cezanın sonuçlarını bekliyor. Çıkacağı o son yolculuk için içinin tamamen rahatlamasını, geride hiçbir soru işareti kalmamasını, sevdiği çocuğa ilk öpücüğü vermeyi örneğin… Aradaki yer veya ´diğer taraf´ tasvirinde hiçbir dini sembol kullanmayan yapım, inanç ile arasına kesin bir mesafe koymuş. Stanley Tucci´yi Oscar adayı yapan ´Bay Harvey karakteri´ ve ´´Kefaret / Atonement´´ ile Oscar adayı olmuş 94 doğumlu Saoirse Ronan´ın yürek burkan bir performansla canlandırdığı genç kurban Susie, müthişler… Çılgın ve gerçekçi anneanne rolündeki Susan Sarandon´da öyle… Tuhaf bir deneyim Jackson´ın filmi. Öfkelendiren, çaresizlik ve hüznü ta en içinizde duymanıza neden olan, ruhunuza kapkara bir elle dokunurken, bir yandan da olmayacak biçimde sonradan hissedeceğiniz bir umut veren, müthiş görselliği ve sarsıcı yanıyla uzun süre sizle kalan bir film. Oruç Aruoba´nın ´de ki işte´ kitabındaki şu satırları sanki: ´Yaşam, rüzgârın titrettiği yaprakların hışırtıları ardından çağıran bir ses gibi: Çabucak yitiveren, anlaşılamadan söylediği.´
NINE
Maury Yeston, Fellini´nin ´´8 ½´´unu izlediğinde çok etkilenmiş ve kısa zamanda bir takıntı halini almış onun için film. 1973´te Yale´de öğrencilik yaparken yazmış ´´Nine´´ adlı müzikali. ´´8 ½´´a müzikal tatlar eklemiş ve ´´Nine´´ çıkmış ortaya. Broadway´in bu ünlü müzikali, Tony ödüllerine ambargo koymuş. Oyunu beyazperdeye taşıyan isim, ´´Chicago´´ ve ´´Bir Geyşa´nın Anıları´´ ile tanınan Rob Marshall. Senaristlerse, Michael Tolkin ve 2008´de aramızdan ayrılan usta sinemacı Anthony Minghella. Ünlü bir yönetmenin duygusal sorunları, geçmişi, endişeleri, yaşadığı ruh fırtınaları, ilişkileri, eşi, metresi, annesinin hayali, çocukluk günlerinin ilk kadını, hırslı bir muhabir, sırdaşı ve kostümcüsü, ilham perisi, platonik aşkı ve başrol oyuncusu… Yaratıcılık, özel hayat, ruhtaki kaos ve sanatın sanatçıya endişe salgılayan büyüsü… Danie Day-Lewis´in İtalyan aksanıyla canlandırdığı usta yönetmen Guido Contini ve hayatındaki bütün kadınlar: Judi Dench, Marion Cotillard, Penélope Cruz, Nicola Kidman, Kate Hudson, Fergie… Müzikalin enfes şarkılarının çoğu, usta oyuncular tarafından seslendirilmiş… Koreografisi, genel yapım tasarımı, müziği, oyuncuları ve çok ince duyarlılığı ile rafine, öz bir yapım ´´Nine´´. Birçok kayıp tadı yeniden almak için…
YENİLMEZ
Dev yönetmen Eastwood´un yeni filmi adını, İngiliz şair William Ernest Henley (1849- 1903)´nin 1875´te yazdığı ve ´´A Book of Verses´´ adlı kitabında yer alan aynı adlı şiirinden alıyor: Invictus. Bu şiir Rudyard Kipling´i de etkilediği gibi, hayatının büyük bölümünü (tam 27 yıl) küçücük bir hücrede geçiren Güney Afrikalı lider Nelson Mandela´nın da içine işlemiş. ´Kaderimin hâkimi benim, ruhumun kaptanı benim´ dizeleriyle sona eren şiir, Clint Eastwood´un, ´yenilmez, fethedilemez´ anlamları taşıyan ´´Invictus´´una çokça esin vermiş. Film, gerçek bir öyküyü, daha doğrusu tarihi gerçekleri yansıtıyor perdeye. 1989-95 tarihleri arasında The Independent gazetesinin Güney Afrika büro şefi olan John Carlin´in ´´Playing the Enemy: Nelson Mandela and the Game that Made a Nation´´ adlı kitabından perdeye uyarlanan filmde, mahkumiyetinin ardından Güney Afrika´nın ilk siyahi devlet başkanı olan Nelson Mandela´yı usta aktör Morgan Freeman canlandırıyor. Güney Afrika Rugby Milli Takımı´nın kaptanı ´Francois Pienaar´ rolünü ise Matt Damon üstlenmiş. Apartheid rejimi sonrası, ayrımcılığın ortadan tamamen kalkması ve Güney Afrika´nın gerçekten bir araya gelmesini sağlamak için neredeyse tamamı beyazlardan kurulu ulusal Rugby takımıyla omuz omuza veren Mandela ve takım kaptanı Pienaar´ın birbirlerini anlama çabası üzerinden bir ülkenin-milletin yeniden tek vücut olma hikâyesi izlediğimiz. Tarihi ve biyografik dram, Eastwood´un çoğu neredeyse birer başyapıt olan filmleri kadar etkileyici ve iyi değil ama belli bir kalitenin üzerinde. Eastwood damgası taşıyan her iş gibi standart üstü. Fakat söyledikleri slogan düzeyinde kalan, çok iyi çekilmiş bir tanıtım filmi gibi ´´Yenilmez´´ bir açıdan. Biraz fazla romantik, yüzeyde kalan, ´sisteme ait´ bir hali var sanki. Yaşanan gerçekleri, hafif ve tozpembe ele alan, kolaycılığa kaçmış, meseleye tamamen batıdan bakan bir metin yansımış perdeye. Yine de, etkili, duygu dolu, iki usta aktörüyle iki Oscar adaylığı için yarışan, kusursuza yakın plastiğiyle popüler, izlenir bir iş ´´Invictus´´.
MURAT ERŞAHİN