26 NİSAN 2013
Haftanın yeni film sayısı dokuz. Notlarımızda ise altı film yer alıyor. İzleme şansı bulamadığımız üç yapım; Charles Dickens’ın ölümsüz eserinin, İngiliz sinemacı Mike Newell imzalı yeni beyazperde versiyonu ‘Büyük Umutlar / Great Expectations’, geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nin ‘Belirli Bir Bakış / Un Certain Regard’ bölümünde jüri özel ödülü kazanan, Bosnalı Aida Begic’in yönettiği ‘Çocuklar / Djeca’ ve Gani Rüzgar Şavata’nın yapımcılığını üstlendiği, Arafat Şavata ile Mustafa Delazy’nin yönettikleri ‘Qüfür’. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elinden sıkı tutup, yanınızdan ayırmamaya daha fazla özen gösterin, sokakların tıka basa sinemadan çıkmayanlarla dolu olduğu günümüzde… Herkese iyi seyirler!
LANETLİ KAN
Hollywood’a adım atan iki Güney Koreli usta yönetmen var. Kim Ji-woon’un Schwarzenegger’li ‘The Last Stand / Geçit Yok’unu geçtiğimiz hafta izledik. Bu hafta ise, ülkemizdeki ilk gösterimi, 32. İstanbul Film Festivali’nde gerçekleşen ‘Stoker / Lanetli Kan’ çıkacak karşımıza. Yönetmeni ise, ‘Oldboy / İhtiyar Delikanlı’ ile bağımlılık yaratan bir diğer usta Koreli Park Chan-wook. ‘Yeni Dünya’daki ilk filminde, popüler TV dizisi ‘Prison Break’in yıldızlarından Wenthford Miller’ın yazdığı senaryoyu yönetiyor Park Chan-wook. ‘Hitchcock’ usulü bir gerilim olan öykü, Hitch ustanın 1943 tarihli ünlü filmi ‘Shadow of a Doubt’ını referans almış. O filmde, Joseph Cotten’ın canlandırdığı Charlie amca karakteri, İngiliz aktör Matthew Goode’nin canlandırdığı ‘Charles Stoker’ karakterine dönüşmüş. India, babasını kaybettiği trafik kazası sonrası, duygusal açıdan hasarlı annesi ile baş başa kalmıştır. Anne-kızın hayatına aniden giren sürpriz konuk ise, India’nın varlığından bile haberi olmadığı öz amcası Charlie olur. Büyüleyici, karizmatik ve gizemli bu yabancı (!) ile ne kadar çok ortak noktası olduğunu ise zamanla anlayacaktır genç kız. İşin aslı, öykü ve senaryoda olağanüstü olan pek bir şey yok. Olağanüstü olan Park Chan-wook’un, gösterişçi değil, gerçekten gösterişli ve meydan okuyan yönetmenliğinde. Bu kadar mı egemen olabilir bir yönetmen öyküsüne. Bu kadar mı ‘yönetmen eli’ olabilir bir yapımda. Adeta şov yapmış Güney Koreli, ilk ABD macerasında. Zarif bir biblo gibi yaklaşmış elindeki ‘sıradan’ öyküye. Son derece netameli ve özellikli bir evren yaratmış. Kurduğu tuhaf atmosferi, itinayla süslemiş ve stilize bir gerilim çıkmış ortaya. Epey karanlık yerlere çekilebilecek, dramatik yanı güçlü sert bir film “Lanetli Kan”. Iskalanması, bir sinemasever için saçma ve yanlış olur. Israrla önerilir. (3,5 / 5)
ACI REÇETE
Her seferinde, ‘bu benim son filmim’ diyen Steven Soderbergh, inatla film çekmeyi sürdürüyor. Yönetmenlik koltuğundan kalkmaya niyetli değil gibi şimdilik. Kalkmasın da! Yeni filmiyle şu günlerde Cannes’de yarışacak. Geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nde ‘Altın Ayı’ için yarışan ters köşe dramın senaryosu, Scott Z. Burns imzalı. Bir psikiyatrın kapısını çalan genç kadın, aldığı ilaçlar, yan etkiler, beklenmedik bir cinayet ve gelişen olaylar. Soderbergh, bildik ustalığıyla son derece rahat ve egemen anlattığı öyküde, ciddi sürprizlerle şaşırtıyor izleyicisini. Jude Law, Rooney Mara, Catherine Zeta-Jones ve Channing Tatum, kadronun yıldız isimleri. İlaç sektörüne söyleyeceklerini, ani bir u dönüşüyle başka oluşlara kıran ve son tahlilde; izleyiciyi beklenenden daha yüzeyde gezdiren yapım, içi dopdolu olmasa da, usta bir yönetmenin elinden çıktığını belli ediyor yine de. Sıkılmadan ve ilgiyle izleniyor. (3 / 5)
İNTİKAM BENİM
Ailesi katledilen, kendi de ölümün kıyısından dönen Victor, intikam yemini eder ve ailesini hedef alan suç örgütünün içine sızar. Bu sırada, kırılgan komşusu Beatrice ile tanışır. Geçirdiği ve dış görünüşünü değiştiren trafik kazasının sorumlusu olan alkolik sürücüden intikam almak istemektedir Beatrice. İki insan kader birliği yaparlar. Aralarındaki yakınlık ise, aşka dönüşür. Aksiyona yoğun bir duygusallık ve romantizm ekleyen yapımın öyküsü, son derece klişe. Başarılı olan, sağlanan atmosfer ve biçim. ‘Ejderha Dövmeli Kız / Män som hatar kvinnor’ filmiyle tanıdığımız Danimarkalı yönetmen Niels Arden Oplev imzalı filmde başrolleri, ‘aksiyonda ben de varım’ iddiasını parlatan Colin Farrell ile yönetmenin çıkış filminin yıldızı Noomi Rapace paylaşıyorlar. Terrence Howard, F. Murray Abraham, Dominic Cooper ve usta aktris Isabelle Huppert, diğer önemli rolleri üstlenmişler. Kısacık bir rolde ise, ölümsüz karizma Armand Assante’yi görmek, sanırım filmin en hoş sürprizi. Öyküde herhangi bir numara olmasa da, yönetmen bir İskandinav atmosferi yaratmış, yeni dünyanın tam ortasında. Fakat Amerikanvari suç hikâyesinin ve onun içindeki karakterlerin gerçekleri, kurulan atmosferde epey sırıtıyor. Başka bir realite ve düzlem yaratılmış. Romantizm ise inandırıcı. Özellikle Rapace, öksüz yüzü ve duruşuyla son derece ikna edici. İntikam biçimleri, öfke, aşk, yeniden başlamak, aile, affedebilmek ve geride kalanlar… Eksilerine rağmen, kendine göre bir tonu ve hüznü var filmin; belirtmek gerek. (2,5 / 5)
YÜK
İlk gösterimini, 19. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde yapan ve ‘Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda yer alan “Yük”, usta yönetmen Erden Kıral imzası taşıyor. Kıral’ın senaryosunu, gerçek bir öyküden yola çıkarak kaleme aldığı dram, işlediği bir cinayet sonrası madene saklanan bir adamın ve içinde yok olduğu ‘kendi gerçeğinin’ hikâyesi. Pişmanlık, korku, suç, vicdan, ceza, tutku, çaresizlik, aşk ve yoksunluk. Kahramanlarının ruh halleri gibi, gel-gitler eşliğinde, düşler ve halisünasyonlarla vücut bulan öyküde, güçlü bir oyuncu kadrosu var. Nadir Sarıbacak, Tansu Biçer ve Tülin Özen. Zonguldak’ta gerçek mekânlarda, maden işçileriyle çekilmiş filmin titiz görüntü yönetimi, Feza Çaldıran imzalı. Başarılı atmosfer, sanki bazı ‘önemli kırılma anları eksikmiş hissi’ veren öykünün önüne geçiyor. Yeraltındaki gerçeğin üşüten hallerine, ruh altı yalnızlıklarına, yoksunluk ve çaresizliğin kekremsi tadına, tutkunun doğasına, gerçeğin buğulu yanılsamalarına tanıklık etmek isteyenler için ilginç bir deneyim. Hissiyat sineması öte yandan Erden Kıral’ın filmi. Görmekten öte duyumsamak gerekiyor. (3 / 5)
KUMA
İç Anadolu’nun bir köyünden, bozkırın kadersizliğinden, kuma olarak Avusturya’nın başkenti Viyana’ya götürülen ve başka bir kadersizliğe hapsedilen gencecik Ayşe’nin öyküsü. Kadınları ve kadınlığı mağdur eden kanayan bir yarayan değinen, bu ciddi meselenin yanı sıra, ahlak, karakter, göçmenlik, yoksunluk, adaletsizlik, tutuculuk, ikiyüzlülük gibi kavram, oluş ve olgulara değinen güçlü dram, 62. Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde açılış filmi olarak yer almıştı. 49. Antalya Altın Portakal’da ulusal yarışma bölümünde yer alacağı açıklanan, buna karşılık, ‘bir yapımın Türk filmi sayılabilmesi için gerekli özellikleri taşımaması’ nedeniyle yarışma dışında kalan dramın yönetmeni, Avusturya vatandaşı olan Umut Dağ. Viyana Film Akademisi’nde öğrenim gören Dağ, aynı arkadaşı; Altın Portakal galibi ‘Güzelliğin On Par’ Etmez’in yönetmeni Hüseyin Tabak gibi; usta sinemacı Haneke’nin öğrencisi. Haneke’den senaryo onayı aldığı söylenen etkileyici dram, meseleye cesur yaklaşımı, söyleyeceğini yekten söylemesi ve yönetmenin öyküye olan hakimiyetiyle dikkat çekiyor. Viyana’yı sadece kuma Ayşe’nin görebildiği kadarıyla görebiliyoruz. Türkiye marketleri, dükkânları, aile ve cemaat içi insanlar, ev içindeki atmosfer ve bitmek bilmez çeki! Gencecik bir insana yüklenen sorumluluklar, imkânsızlık ve kader. Başrolde iki oyuncu var. Kuma rolünde Begüm Akkaya ve evin annesini canlandıran Nihal Koldaş. İki isim de, müthiş birer performans sergilemişler. İnandırıcı, ikna edici ve tamamen gerçekler. Begüm Akkaya ismini ilerde çok fazla duyacağımızdan emin olabilirsiniz. Vedat Erincin, kadronun öne çıkan diğer ismi. Hassas ve derin meseleler üzerine gerçekçi ve cesur bir yapım. Kaçırmayın. (3,5 / 5)
HİLE YOLU
Galasını, 49. Antalya Film Festivali’nde yapan yerli yapım, 19 Ocak 2007’de işlenen ve hâlâ aydınlatılamamış Hrant Dink cinayetine odaklanıyor. Silindiği söylenen güvenlik kamerası kayıtlarında ne olduğundan yola çıkan senaryo, aynı zamanda filmin yönetmeni olan Ersin Kana’nın imzasını taşıyor. Yapımcılığını Hakan Alak’ın üstlendiği politik gerilimin başrolünde Ozan Bilen’i izliyoruz. Ülkemizde pek sık karşımıza çıkmayan politik gerilim türünün bir örneği olan yapımın içi dolu yanları var. Anti kahraman olarak hikâyede yer bulan tetikçiler gözüyle meseleye bakan ve bu ‘zavallı’ piyonların kadersizliği üzerinden ilerleyen yapım, derin suç yapılanmasının iki tetikçisi Korhan ve Murat’ın trajedilerini başarıyla yansıtmış perdeye. Hrant Dink cinayetinden sonra yaşananlar, ‘Ergenekon’vari operasyonlar, perdenin ardındaki suç örgütünün istekleri ve kirli, hileli bir bataklıkta batmamak için çabalayan kurbanlar. Ozan Bilen’e eşlik eden isimler; Serkan Yakan ve Mazlum Kiper. Tetikçilerin öykülerini iyi kıvıran buna karşılık, etki alanını ve yaklaştığı meseleyi derinleştirmekten kaçınan, bunu halledemeyen bir yanı var öte yandan yapımın. Asla kötü değil film ama sanki epey zamandır kovalanan bir fırsat kaçmış hissi kalıyor salondan ayrılırken. Filmin kafası karışık sanki. Söylemek istediklerini toparlayamıyor senaryo. Batıda uzun yıllardır çok iyi örneklerini izliyoruz politik sinemanın. Alan J. Pakula’dan, Sydney Pollack’a, John Frankenheimer’dan, Roman Polanski’ye ve daha birçok ustaya uzanan… Ken Loach’ın 1990 tarihli ‘Hidden Agenda’sı örneğin! Atmosfer ve öykü çatısının daha başka kurulması gerekiyor belki de. Biçimin, öyküyü karşılaması. Hemen herkesin ezber ettiği ‘oluşlardan’, beklentilerden daha öteye gidilmesi. Fakat bizde perdeye pek örneği rastlamayan ‘türde’ bir iş olmasından ve bütün eksiklerinin yanı sıra, meseleye yaklaşımındaki –belki de bilinçli- tercihten dolayı, izlenmesi, üzerinde konuşulup, düşünülmesi gerekli bir çaba olduğunu da belirtmek önemli “Hile Yolu”nun. Bu ekibin yeni işlerini bekleyip, izlemek gerek. (2,5 / 5) MURAT ERŞAHİN