26 EYLÜL 2014
Haftanın sekiz yeni filminden altısı, notlarımız arasında. İki yerli yapım, ‘Renkli Türkçe’ ile tanıyıp, sevdiğimiz Ahmet Çadırcı’nın ikinci uzun metrajı ‘Biz Babasız Büyüdük’ ile korku denemesi ‘Siccin’, haftanın diğer yenileri. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. Herkese iyi seyirler!
BEN O DEĞİLİM
‘Hiçbiryerde’, ‘Rıza’, ‘Pus’ ve ‘Saç’ın ardından Tayfun Pirselimoğlu, beşinci uzun metrajıyla, onun; sorular soran, zihni çalıştıran, ezber bozan, yarı loş, netameli, edebiyat ve resimle örülü, derinlikli dünyasını merakla takip eden izleyiciyle buluşuyor. 33. İstanbul Film Festivali’nden en iyi film, en iyi senaryo ve en iyi müzik ödülleriyle ayrılan yapım, Roma Film Festivali’nde de en iyi senaryo heykelciğini elde etmeyi başarmıştı. Kendi halinde, sıradan bir bireyken, bir diğerine, başkasına, ötekine dönüşmek üzerine, yalnızlık ve karanlıkla örülü, güçlü bir öyküsü var ‘Ben O Değilim’in. Bu dönüşümün karşılığında ödenen bedeller, varoluşun netameli dehlizlerinde, kimlikler ve gerçekler hakkında açılan satırbaşları… Yeni bir kimliğe sahip olma çabasındaki adamın, belki de hepimizin ruh altı öyküsü. Bir hastane yemekhanesinde çalışan Nihat, aynı yerde işe başlayan Ayşe’nin tuhaf ilgisi karşısında daha fazla direnmeyip, kendini kadının evinde bulur. Evde karşılaştığı durum ve gerçekler, onu, kesin ve dönüşü olmayan bir değişime yöneltecektir. Ercan Kesal, Maryam Zaree ve Rıza Akın’lı kadro, Pirselimoğlu imzalı hikayede buluşmuş. Öyküsünden, anlatımına, sanat yönetiminden, kurguya, görüntü yönetiminden, müziğe dek, son derece rafine bir yapım “Ben O Değilim”. Ayna karşısında bir başımıza kaldığımız biz, bir başka kimliğin altında olanca cazibesiyle ve çıkışsızlığıyla duran yeni bir başlangıç hissi, öteki olmanın tedirgin kesinliği ve hemen her yanı dolduran kati yalnızlık duygusu. Aslında, hiç olmadığımız bir yerde, iz bırakmak, yeniden başka bir şey olarak varolmak, kekremsi başlangıcın içinde değişmeyen ve asla değişmeyecek oluşları yaşamak ve yine başa dönmek demek belki de insanın kaderi. Güçlü bir edebiyat örneği, perdede vücut bulmuş ve fena halde felsefeye bulaşmış biçimde, kalıcı ve yetkin bir yedinci sanat ürünü olarak çıkıyor karşımıza. Kaçırılmaz. (4,5 / 5)
KUTU CÜCELERİ: YARATIKLAR ARAMIZDA
Üç boyutlu çekilen ilk stop motion animasyon olan, 2009 tarihli Oscar adayı ‘Coraline / Koralin İle Gizli Dünya’nın ve yine Oscar için yarışmış animasyon ‘Paranorman’ın yapımcısı Laika stüdyosu, üçüncü kez, üç boyutlu enfes bir stop-motion animasyona imza atmış. Zenginliğe, lükse ve lezzetli peynirlere takıntılı, Viktoryen dönemin lüks kasabası Peynirkent’te geçen yarı karanlık yarı mizahi, derin ve ilginç bir hikaye. Peynirkent, sevimli Arnavut kaldırımlı sokaklarının altında, geceleri kanalizasyondan çıkarak, en değer verdiği şeyleri, yani çocuklarını ve peynirlerini çalan yaratıkların, Kutu Cücelerinin son derece vahşi canavarlar olduğunu düşünmektedir. İşin aslı Kutu Cüceleri, sırtlarında geri dönüştürülmüş karton kutuları kaplumbağaların kabuklarını taşıdıkları gibi taşıyan, gariban ve öteki haline getirilmiş, toplum dışı bir yeraltı topluluğudur. Yetim bir çocuğu, kendi evlatları gibi yetiştiren Kutu Cüceleri, kendilerini yok etmeye kararlı şeytani bir kötülüğe karşı, müthiş bir mücadele vereceklerdir. Alan Snow’un ‘Here Be Monsters!’ adlı çocuk kitabından perdeye aktarılan el emeği göz nuru, adeta deli işi animasyon, Graham Annable ve Anthony Stacchi’nin ortak yönetmenliğinde çekilmiş. Orijinal seslendirme kadrosunda ise çok önemli isimler var. Ben Kingsley, Jared Harris, Elle Fanning, Toni Collette, Simon Pegg ve Nick Frost, dev kadronun önde gelen isimleri arasında yer alıyorlar. Bir yanı son derece karanlık, o derece de politik, derinlikli bir film var karşımızda. Yaratımı, akla gelmeyecek zahmetlerle dolu stop-motion tekniğini, kurmaca öykülere taş çıkartan, kusursuza yakın bir senaryo ile destekleyen yapım, insanoğlunun kötülüğü, bencilliği, hırsı yanında, faşist sistemlerde, öteki olarak gördüğümüz yabancı ve diğerlerinin, yeraltına zorunlu olarak sürüklenişinin acı öyküsünü işlemiş. Klasik müzikten, resme, edebiyattan, felsefeye, Rönesans kültürünün nimetlerini, katlayarak geliştiren bir topluluğun filmi özetle, orijinal adıyla ‘The Boxtrolls’. En acısı, günümüzün kurak kültür coğrafyasında, çok uzun yıllar daha böyle bir eserin ortaya çıkamayacağı gerçeğini duyumsamak! Haftanın bir diğer kaçırılmaz filmi. (4,5 / 5)
ADALET
2001 tarihli, kaliteli suç filmi ‘Training Day / İlk Gün’ ile hatırı sayılır bir hayran kitlesi elde eden ve tür sinemasında adı kalburüstü isimlerle anılmaya başlanan Antoine Fuqua, yeni filminde yine Denzel Washington ile birlikte. 1985-1989 tarihleri arasında yayımlanan, Richard Lindheim ve Michael Sloan’ın yarattıkları aynı adlı TV dizisinden perdeye uyarlanan aksiyon yüklü suç filminde başrolü büyük bir başarı ile üstlenen usta aktör Denzel Washington’a, yeni neslin yıldızı hızla parlayan ismi Chloë Grace Moretz ve filmin kötü adamı rolünde, Yeni Zelandalı aktör Marton Csokas eşlik ediyorlar. Bill Pullman ve Melissa Leo, misafir oyuncu kontenjanını doldurmuşlar. Robert McCall, gizemli geçmişini çok gerilerde bırakmış, sakin ve sessiz bir hayat sürmekteyken, acımasız Rus mafyasının esiri haline gelmiş gencecik Teri’nin durumuna kayıtsız kalamaz ve verdiği sözden dönerek eski kimliğine merhaba der! Mafyanın başına kesilen bela rolünde, Washington gerçekten inandırıcı bir performans sergiliyor. Adaleti sağlamayı, güçsüzün yanında olmayı ve haksızlığı cezalandırmayı kendine düstur edinmiş kahraman, bir süre sonra adeta ilahi kitaplardan fırlamış bir kurtarıcı figürüne bürünüyor filmde. Kamera, kurgu, oyuncu kadrosu birinci sınıf. Perdeye yüzlerce kez yansımış örneklerden çok farklılık göstermeyen, adaleti sağlayan adam hikayesi, western’e de göz kırpıyor. İşin meraklısına ve tutkununa fazla bir şey demeyen ama kendini rahatlıkla izleten tempolu ve sürükleyici seyirlik, bir seriye dönüşeceğinin sinyallerini vererek sona eriyor. (3 / 5)
TEMMUZ SOĞUĞU
Kapkara korku denemesi ‘Mulberry St’ ile ilk uzun metrajını yöneten, ardından; ‘Stake Land / Vampir Cehennemi’ ve son olarak ürkütücü Meksika filminin ABD versiyonu olan ‘We Are What We Are / Kan Kokusu’ ile perdede, kendine has bir imza olarak yer bulan Jim Mickle’ın yeni filmi, yönetmenin bildik meselelerini ve yaklaşımını içeren zifiri karanlık bir suç dramı. Derin Amerika, karanlık karakterler, gerçeküstüne dönüşen oluşlar, kötülük, iyilik, anti kahramanlar ve tekinsiz bir coğrafyada, ölüm ile yaşam arasında salınan küçük insanın varoluş sıkıntısı. Aslında tür kırması filmler, Mickle’ın yaptığı. Korku sinemasına saygılarını, keskin ve hüzün yüklü bir dramın, omuz başından sunuyor yönetmen. Gerilimi, duygusallıkla harmanlıyor, hayatımıza sokulmuş şiddeti ıskalamadan tabii ki. İçimizde yatan veya bizimle birlikte hemen her yerde nefes alan kötü ile iyinin bitmek bilmez savaşımı… Joe R. Lansdale’in romanından, Mickle ve ilk filminden bu yana yanından ayırmadığı kadim dostu, senaryo ortağı ve başrol oyuncularından Nick Damici’nin senaryosunu kaleme aldıkları filmde, usta oyuncular boy göstermiş. Popüler TV dizisi Dexter ile tanınan Michael C. Hall’e, usta aktör-yazar Sam Shepard ile karizmasına erozyon uğratmamış Don Johnson eşlik ediyorlar. Nick Damici ise, kadronun olmazsa olmaz ismi. Teksas’ta küçük bir kasabasının sakinlerinden Richard Dane, gece yarısı evine giren adamı vurur ve adam ölür. Polis, nefsi müdafaa der. Kısa süre sonra, vurduğu adamın babası, eski bir suçlu olan Ben Russel’la tanışır. Tuhaf olan ise, hayatını kaybeden adamın, Ben’in oğlu olmadığı gerçeğidir. Coğrafyanın en derin yerinde, yalanlar, paranoya ve yozlaşma arasında, birbirine can düşmanı olmuş iki adam, bambaşka bir düşmanın peşinde bulurlar kendilerini. Domuz çiftliği sahibi bir maceraperest de ekibe katılınca, sıradan insanlar, adaletin savunucusu olacaklardır. Karanlık sırlar, babalar, oğullar, dile gelmeyen vahşet dolu gerçekler, adına aile dediğimiz bilinmezlik, gizem dolu oluşlar ve dört duvarın dışında sıradan, küçük insanın yolunu gözleyen kötülük. Mickle’ın ne yaptığını çok iyi bilen hamleleriyle, kurduğu müthiş atmosfere destek veren kamera, güçlü oyuncu kadrosu ve zihne çakılan sahneler. Korkudan, suç filmine, gerilimden, duygu yüklü bir drama, türler arasında rahatça ve son derece sağlam bir bilinçle seyahat eden Jim Mickle’ı keşfetmek için ideal bir seçim. (4 / 5)
AŞK TARİFİ
‘What’s Eating Gilbert Grape? / Gilbert Grape’i Ne Yiyor?’, ‘The Cider House Rules / Tanrının Eseri Şeytanın Parçası’, ‘Chocolat / Çikolata’, ‘The Shipping News / Çok Özel Haber’ gibi kalburüstü yapımlarla tanınan usta İsveçli yönetmen Lasse Hallström’ün yeni filmi, yemek ve aşkla yüklü, romantik bir dram. Hindistan’dan, Fransa’ya göç eden Hassan ve ailesi, engin yemek kültürlerini, yeni geldikleri Fransa’da sürdürmek niyetindedirler. Müthiş bir aşçı olup ideali, dünyanın en önemli şefleri arasında anılmak olan genç Hassan, yeni geldiği coğrafyada, aşkı tadacak ve hayatının fırsatını yakalayacaktır. Yemek ve gastronomi üzerine, beyazperdeye yansımış en önemli ve içerikli filmlerden biri orijinal adıyla, ‘The Hundred-Foot Journey’. Richard C. Morais’in kitabından uyarlanan filmde, Hintli oyuncular Manish Dayal ve Om Puri’ye, dev aktris Helen Mirren eşlik ediyor. Fransız ve Kanada asıllı güzel aktris Charlotte Le Bon, kadroya renk katıyor. Michelin yıldızlı lokantalar, şefler, yemek kültürü, aşk ve en lezzetli yemeğin ancak sevgiyle yapıldığı gerçeği. İncelikle bezeli film, olabildiğince romantik aynı zamanda. Aç karnına giderseniz, mide krampları ve ağız sulanması kaçınılmaz. Müziği, temiz görüntüleri ve akıcı öyküsüyle, seyri çok rahat, uçucu ama gerçekten iyi hissettiren bir seyirlik. (3 / 5)
AŞKA DAİR
Aktris ve yönetmen Kat Coiro’nun aklı ve yüreği bağımsız romantik komedisi, ‘kendin olmak’ üzerine sevimli ama etki alanı kısıtlı bir film olmuş. Justin Long ve Evan Rachel Wood’un başrolleri paylaştıkları yapımda, Sienna Miller, Peter Dinklage, Sam Rockwell, Vince Vaughn ve Brendan Fraser, misafir oyuncu olarak öyküye renk katıyorlar. Justin Long ve kardeşi Christian Long’un senaryosunu yazdıkları hikaye, genç bir yazar adayının, hoşlandığı kadını etkilemek adına, internet ortamında başka bir karaktere dönüşmesini ve bunun, en hakiki duygu olan ‘aşk’ üzerindeki etkilerini incelemiş. Sahte internet profilleri, gibi yapmalar, kendine güven duymama, kişilik ve kimlik dertleri, yalnızlık, günümüz değerleri üzerinde gezinerek, yine de en gerçek şeyin aşk olduğunun altını çiziyor film. ‘Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin’ diyor son tahlilde, sınırları belli ama sevimli romantik komedi. (2,5 / 5) MURAT ERŞAHİN