25 ŞUBAT 2022
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. İki yıla yakın zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık!
Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi. Klasik film önerilerine devam edeceğiz! 2022 hepimize önce sağlık getirsin. Gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
La caduta degli dei / Lanetliler
(Yönetmen: Luchino Visconti / 1969)
Profuma di donna / Kadın Kokusu
(Yönetmen: Dino Risi / 1974)
C'eravamo tanto amati / Birbirimizi Öyle Çok Sevmiştik Ki
(Yönetmen: Ettore Scola / 1974)
Un borghese piccolo piccolo / Küçük Burjuva Bir Adam
(Yönetmen: Mario Monicelli / 1977)
Fantozzi
(Yönetmen: Luciano Salce / 1975)
Vizyonda bu hafta (25 Şubat 2022)
Beşi yerli yapım olmak üzere Şubat’ın son haftası beraberinde on yeni film getiriyor!
‘Cyrano de Bergerac’ın Joe Wright imzalı yeni uyarlaması ‘Cyrano’, Christoffer Boe’nın yönettiği romantik dram ‘Smagen af sault / Bir Tutam Açlık’ ve Emre Erdoğdu’nun yazıp yönettiği yerli dram ‘Beni Sevenler Listesi’, haftanın notlarımız arasında yer alan yenileri…
CYRANO
-Aşk ve gurur!-
‘Cyrano de Bergerac’, On yedinci yüzyılda yaşamış Parisli şair, oyun yazarı ve silahşor Savinien Cyrano de Bergerac’ın gerçek hayat öyküsünden esinlenilerek Fransız şair ve oyun yazarı Edmond Rostand (1868 – 1918) tarafından 1897 yılında yazılmış ünlü bir sahne eseridir. Kılıcının gücü kadar, cesareti, etkili ve güzel konuşması, en önemlisi de ‘burnunun’ büyüklüğü ile de tanınmış bir silahşordur Cyrano! Çocukluğundan beri tanıdığı güzel Roxanne’a olan aşkını, burnunun iriliği nedeniyle duyduğu endişe yüzünden dile getirememiştir. Yeni yetme yakışıklı silahşor Christian da Roxanne’a âşıktır; ne var ki aşkını genç kadını etkileyecek kadar güzel kelimelerle ifade edemeyeceği için suskun kalır. Roxanne ise Christian'ı görüp beğenir ve bir ağabey olarak bildiği Cyrano’dan bu genç adamla irtibatlarını sağlamasını rica eder. Cyrano, duygularını perde arkasından olsa da Roxanne’a bu yakışıklı silahşor aracılığıyla aktarabilmek için, Christian’a farklı bir öneride bulunur: Cyrano bütün aşk mektuplarını yazacak ve ikili buluşmalarda suflör görevini üstlenecektir.
‘Cyrano de Bergerac’ karakterinin en belirgin yönü, güçlülerle mücadele cesareti, ahlaki kaygıları ve hitabet gücüdür. Öte yandan zeki ve cesur olmasına rağmen çirkinliğinden ve onu engelleyen gururundan ötürü acı çeken ana karakteriyle bu eser, çeşitli nedenlerle toplumun dışladığı kişilere ve ezilenlere yakılmış bir ağıttır da! Cyrano, günümüzde Don Kişot ve Hamlet düzeyinde, örnek ve önemli bir karakterdir.
1897’den beri dünya üzerinde defalarca sahnede sergilenen ve perdeye yansıyan eserin en önemli ve popüler iki beyazperde uyarlaması ‘Cyrano de Bergerac’ ismiyle izlediğimiz 1950 ve 1990 tarihli yapımlardır. 1950’de Michael Gordon’un yönettiği uyarlamada Cyrano’ya, usta aktör José Ferrer hayat verirken, 1990 tarihli Jean-Paul Rappeneau imzalı filmde ana karakteri bir diğer usta isim Gérard Depardieu canlandırır. 1987 tarihli ‘Roxanne’ ise Fred Schepisi’nin yönettiği ve klasik romantik hikâyeye bol mizah unsuru yerleştiren çağdaş bir uyarlamadır. ‘Cyrano de Bergerac’ karakterinde yine usta bir aktör olan Steve Martin’i izleriz.
Gururu yüzünden hayatı ve aşkı ıskalayan cesur adam Cyrano’nun yeni uyarlaması yaman İngiliz sinemacı Joe Wright imzası taşıyor! ‘Pride & Prejudice / Aşk ve Gurur’, ‘Atonement / Kefaret’ ve ‘Anna Karenina’ gibi güçlü edebiyat uyarlamalarıyla zihne yerleşen Joe Wright, dokuzuncu uzun metrajı olan ‘Cyrano’da Edmund Rostand’ın orijinal eserine sadık kalmış tabi fakat asıl olarak Erika Schmidt tarafından sahneye uyarlanan müzikali taşımış perdeye. Yeni uyarlamada ‘Cyrano’ bir cüce olarak çıkıyor karşımıza bu kez ve ünlü karakteri ‘Game of Thrones’ adlı popüler TV serisiyle dünyaca tanınan usta aktör Peter Dinklage canlandırıyor. (Peter Dinklage’i 2003 tarihli Tom McCarthy filmi ‘The Station Agent / Hayatın İçinden’ adlı enfes dramda ‘Finbar’ karakterinde tanıyan bizler için bu müthiş aktörü ‘Cyrano’ karakterinde izlemenin bir sürpriz teşkil etmediğini belirtmek gerek)
Peter Dinklage’e, 2019 yapımı karanlık dram ‘Swallow’da dikkatleri üzerine çeken Halley Bennett, ‘Roxanne’ karakterinde eşlik ederken, Kelvin Harrison Jr. ve usta oyuncu Ben Mendelsohn kadronun diğer önemli isimleri olarak çıkıyorlar karşımıza. ‘En İyi Kostüm Tasarımı’ dalında Oscar adayı olan müzikal romantik dram, Kuzey İrlandalı yetkin görüntü büyücüsü Seamus Mc Garvey’in titiz görüntü yönetmenliğiyle de artı değer kazanıyor. Özellikle yakın plan çekimler, hikâyenin duygusal tarafını ve ana karakterlerin içselliğini iyice ön plana çıkarıyor. Savaşta cephedeki askerlerin sevdiklerine veda bölümü antolojik olmuş! Bütün bunların yanında hikâyenin bilinirliği, etkileyiciliğini azaltmıyor. Aşk, gurur, fedakârlık ve vicdan gibi önemli meseleleri, ‘insan’ ve ‘dönem’ portrelerine taşıyan öykü, gerçek aşkın ‘ruhla’ ilgili olduğunun altını bir kez daha çiziyor ve edebiyat-sinema buluşmasının ne denli önemli olduğunu da yeniden anımsatıyor. (4 / 5)
BİR TUTAM AÇLIK
-Birkaç yıldız için…-
Danimarka’dan çıkagelen duygusal dram, ‘Reconstruction / Yeniden Sev Beni’, ‘Allegro’ gibi ‘yaman’ filmleriyle tanıdığımız senarist-yönetmen Christopher Boe imzası taşıyor. Vatandaşı usta senarist Tobias Lindholm’le birlikte kalem aldıkları senaryo, ‘yemek/lezzet’ meselesine tutkulu bir çiftin Danimarka’nın en iyi lokantasını açıp, sektörün zirve değeri Michelin yıldızına ulaşmak uğruna yaptıkları fedakârlıklar ve duygusal dünyaları üzerine…
Danimarka’nın en iyi şefi olup alabildiğince çok Michelin yıldızına sahip olmak isteyen hırslı Carsten ve kendini sektöre adamış Maggie, iki çocuk sahibi ve birbirlerini seven bir çifttirler. Carsten’e mutfağın ‘dertleri’, hayatın sorunlarından daha ciddi görününce, Maggie, yalnız ve ihmal edilmiş hisseder ve genç şef adayı Frederik ile duygusal bir yakınlaşmaya girer. Çiftin sahip oldukları lokantaları ve erişmek zorunda hissettikleri Michelin yıldızının yanında iki çocukları ve yitirmemeleri gereken sahici duyguları da vardır!
Popüler dizi ‘Game of Thrones’un ‘Jamie Lannister’ karakteri olarak tanınan usta aktör Nikolaj Coster-Waldau ve Katherine Greis-Rosenthal’in başrolleri paylaştıkları romantik lezzet öyküsü, beyazperdeye yansıyan birçok benzerinden ‘artı değer’ olarak parlak değil! Hatta aile odaklı korumacılığı ile bazı anlar bir miktar irtifa kaybediyor öykü fakat ormandaki gerilimli anlar bölümü, Agnes Varda’nın 1965 tarihli enfes filmi ‘le Bonheur / Mutluluk’u düşürüyor akla ve hikâyenin ‘aile’ üzerine bu seçimi, bilinçli bir tercih olarak elini güçlendiriyor yönetmenin. Seçimler, asıl olan duygular, öncelikler, fedakârlıklar ve sahici lezzetler üzerine ana akım formülleriyle ilgilenen, ticari yöne de evrilmiş izlenebilir bir film duruyor perdede. Boe’nin bildiğimiz mimari eğilimleri, yetenekli Şilili görüntü yönetmeni Manuel Alberto Claro’nun ustalıklı kadrajlarıyla birleşince şık bir sinematografi de eşlik etmiş oluyor öyküye. (3 / 5)
BENİ SEVENLER LİSTESİ
-Onlardan olmak-
Bağcılar çocuğu Yılmaz, ünlülerin semti Cihangir’de ‘torbacılık’ yapmaktadır. Popüler oyunculara, yönetmenlere, senaristlere, entel dantel takımına uyuşturucu temin edip, onların özel yaşantılarına dahil olan genç adam, müşterilerinin yakın arkadaşı olarak görmektedir kendini. Onlara uyuşturucu temin ettiği müddetçe sevildiğini ve ‘kabul gördüğünü’ düşünen Yılmaz, İstanbul’da başlayan sıkı uyuşturucu operasyonları sırasında satacak mal bulamaz ve artık ‘sevdiklerinin’ hayatına içerden bakamamaya başlar. Tuhaf ve tufeyli bir halde her türlü riski göze alarak, ‘dostları’nın hayati ihtiyaçlarını temin etmek için elinden geleni yapacaktır!
40. İstanbul Film Festivali’nin ‘Ulusal Yarışma’ bölümünden en iyi filme verilen ‘Altın Lale’ ile ayrılan yapımı, ‘Kar’ adlı ilk uzun metrajlı kurmacasıyla tanıdığımız Emre Erdoğdu yazıp yönetmiş. Yine aynı yarışmadan ‘en iyi erkek oyuncu’ ödülüyle ayrılan filmin başrol oyuncusu Halil Babür’e, Ahmet Rıfat Şungar, Sermet Yeşil, Nazlı Bulum ve Hayal Köseoğlu eşlik ediyorlar.
Sosyal ve politik alt metinli, sınıfsal meseleler etrafında dönen bir tespit dramı duruyor perdede. Cihangir takımına keskin bir eleştiri de denilebilir fakat bir yere kadar tabii… Bu böyle, o öyle olmaz dedirten bir şeyler dönüyor zihinde. Kimi boşluklar ve itiraz edilen noktalar. Elini korkak tutan, gideceği yerlerin sınırlarında dolaşıp tornistan eden öykü, samimi bir tona sahip yine de! Dost sandıklarının sadece ‘alışverişte’ arkadaşça davrandıkları, hatta onun dayak yemesi dahil yaşadıklarına tepkisiz ve ilgisiz davranan Cihangir tayfasının listesini son bir muhasebeyle tutan Yılmaz’ın trajedisi, coğrafyanın keskin ve sert gerçekleriyle kesişiyor. Hatta biraz daha sert ve gerçekçi olabilseymiş oluşlar diye geçiyor son jeneriklerde insanın içinden.
Başrol oyuncusu Halil Babür, son derece nüanslı, gayet iyi bir performans sergilemiş. Filmin en öndeki artısı o! Şu popüler isimleri (filmde rol alan yönetmenleri) oyuncu kadrosunda kullanma meselesine gelince… ‘Sen, ben, bizim oğlan’ durumu sektöre aşina olmayan insanlar için hiçbir şey ifade etmez. Diğer karakterler gibi yan karakterler ve figürasyon ekibi de ‘oyunculardan’ oluşmalı sanki. Ait olmak, ‘onlardan olmak’, sınıf atlamak ve hayal ettiğin o dünyanın bir parçası olmak güç; hatta gereksiz! Sınıf bilinci meselesi üzerine ‘işçisin sen işçi kal’ durumu gerçeği o denli ferahlatıcı, tamir edici ki… Yılmaz’ın belki de tek dostu olan mahalleli arkadaşının ona teklif ettiği yardım sahnesindeki o ‘eyvallah’ yok mu! ‘Eyvallah’ dedirtiyor bütün eksikliklerine rağmen perdedekine! Daha cesur, daha sert ve daha gerçek... Emre Erdoğdu’nun üçüncü uzun metrajından beklediklerim bu üç önemli nokta! (3 / 5)
Haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer filmlerine bakacak olursak…
‘Run / Gizli Gerçek’, 2018 tarihli gizem yüklü gerilim ‘Searching / Kayıp Aranıyor’ adlı filmiyle tanıdığımız Aneesh Chaganty’nin ikinci uzun metrajı. Sarah Paulson’un başrolü üstlendiği gerilim, rahatsızlığı sebebiyle evde eğitim gören ve bu izole hayattan çıkma arzusu içinde olan bir genç kızın, annesinin kendisinden bir şeyler sakladığından şüphelenmesiyle birlikte gelişen olayları konu ediniyor.
‘Rec / Ölüm Çığlığı’ serisini imzalayan İspanyol yönetmen Jaume Balagueró’nun yönettiği aksiyonu yüksek macera ‘Way Down / Kasa: Büyük Soygun’, genç bir mühendisin, İspanya Merkez Bankası’nı soyma öyküsünü perdeye taşıyor. Freddie Highmore, Sam Riley, Astrid Bergès-Frisbey, Liam Cunningham ve Luis Tosar sürükleyici yapımın oyuncu kadrosunu oluşturan önemli isimler.
‘Monster Family 2 / Mutlu Canavar Ailesi 2’, Almanya-İngiltere ortak yapımı sevimli bir animasyon. Dünyayı kurtardıktan sonra kendi sıradan hayatlarına dönen mutlu canavar ailesinin onları, rutine girmiş gündelik yaşamlarından kurtaracak yeni bir serüvene yelken açmalarını izliyoruz.
Sinan Biçici’nin yazıp yönettiği romantik yapım ‘Sadece Bir Gece’, bir aldatma sonucu evliliklerinde dönüm noktasına gelen Tamer ve Begüm çiftinin hikâyesi! Tuba Ünsal, Cemal Hünal ve Gürgen Öz başlıca rolleri üstleniyorlar.
‘Fabrika’, COSM imzalı bir yerli korku örneği. Bir fabrikanın gece vardiyasında çalışan Doğuş, üç ustaya çıraklık yapmaktadır. Gece vardiyasında ki ustalar her gece Doğuş’un erkekliği ile dalga geçip eğlenirler. Doğuş ilk başlarda bu duruma aldırış etmese de, bir süre sonra daha fazla dayanamaz ve… Başlıca rollerde Muhammet Kınık, Hakan Alagöz ve Tolga Bengü yer alıyorlar.
Fatih Özcan’ın yazıp yönettiği ‘Mavzer’, de başlıca rolleri Serhat Kılıç ve Ozan Çelik üstleniyorlar. Veysi İç Anadolu’da bir köyde ailesiyle birlikte yaşamaktadır ve bir gün otlattığı koyun sürüsüne bir kurt sürüsü saldırır. Veysi koyunlarının çoğunu kaybeder. Bu olayın üzerine sürüsünü korumak için daha iyi bir silaha ihtiyaç duyar ve bu da tüfeklerin kralı olarak nitelendirilen mavzerdir.
Cemal Aşkın Alpçetin ve Can Yelkenciler’in birlikte yönettikleri korku örneği ‘Lietli: Cin Kabilesi’, bir grup gencin, arkadaşlarının vefat eden ninesinin köyüne gitmeleri sonucu yaşadıkları tuhaf ve korkutucu olayları taşıyor perdeye.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.
TARİHTE BU HAFTA
On bir yıl önceye, 2011 yılına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.
Vizyonda bu hafta (25 Şubat 2011)
25 Şubat haftasının bütün filmleri notlarımız arasında. Oscar’ın iki iddialı adayı, ‘Siyah Kuğu’ ve ‘İz Peşinde’ye başrolünü Russell Crowe’un üstlendiği yeniden çevirim ‘Kaçış Planı’ ve Özcan Deniz imzalı yerli yapım ‘Ya Sonra’ eşlik ediyorlar
SİYAH KUĞU
Nitelikli sinemacı Darren Aronofsky, 2008 tarihli bir önceki filmi ‘The Wrestler / Şampiyon’un kaldığı yerden devam ediyor, zorlu bir dünyanın yarattığı bedensel ve ruhsal deformasyon meselesine. Mükemmeliyetçi Thomas Leroy, ünlü klasik Kuğu Gölü’nü yenilikçi bir uyarlamayla sahneye koymaya hazırlanmaktadır. Genç yetenek Nina, baş balerin olarak ‘Kraliçe Kuğu’yu canlandıracaktır. Yani aynı anda beyaz kuğu ile kötücül siyah kuğu olması gerekmektedir. Ruhen ve bedenen buna hazır mıdır Nina? Hangi kuğudur aynada gördüğü veya içindeki? Korku-gerilime yakın oluşlar, müthiş bir estetik, enfes bir oyunculuk gösterisi, mutlak bir yönetmen egemenliği ve cuk oturtulmuş bir atmosfer… Gerçeği zorlayan fantastik oluşlar, içinde olunması gerekli bir dünyanın bedeni ve tamamen ruhu deforme eden gerekleri, hastalıklı bir büyüme, erginlik öyküsü. Anneden ve anneye tutulan ayna, bir kadın modeli oluştururken, annenin ve çevredeki diğer hemcinslerin etkileri. Karanlık tarafa dönüşen, siyah olana, içte yatan ötekine evrilen bir değişim öyküsü. Belki de hep siyahı taşıyan, siyah olan bir figürün bu nihai gerçeği keşfedişinin meşakkatli öyküsü. Sanatın zorlayıcı, hükmedici, dönüştürücü yanı. Zorunluluğu belki de. Bunun acımasız tarafının yani gerçeğin öteki yüzünün soğukluğu. Beyaz tütü, beyaz puant ama içindeki kanayan tırnak, parmak ve yürek. Mükemmellik takıntısının açtığı yaralar. Bir işkenceye dönüşen mecburiyetler… Natalie Portman’ın çeyrek asırda bir yakalanacak izahı zor oyunculuğuna tanık olmak, gerçek sinemasever için unutulmaz anlar anlamına geliyor. Her zaman çok özel olan Barbara Hershey’in, De Palma’nın 76 yapımı ‘Carrie / Günah Tohumu’nda Piper Laurie’nin canlandırdığı ‘anne’yi çağrıştıran oyunu. Genel anlamda bilinçli bir ‘Carrie’ çağrışımı Aronofsky’den… Sonra Vincent Cassel’in zorlayıcı, kuralına göre yaşayan, ‘gerçek’ karakteri. Mila Kunis’in ayartıcı çekiciliği, engeli, tehdit unsurunu tanımlayıcı rahatlığı… Aronofsky, çok direkt biçimde ‘gerçek bir yönetmen sineması nasıl olur’u çekmiş. Çerçeveye bu denli egemen olabilmek. Ne yaptığına, nasıl yaptığına bir an bile tereddüt etmeden, elindekini bütün tamamlayıcılara hükmederek, müthiş bir zamanlama ve hakimiyetle yansıtmak perdeye. Sanat yönetiminden diyaloglara, sekanslardan son jeneriklere dek, filmin her anına nefesini yaymak. Detaylarda, bakışlarda, bize gösterilen her şeyde karşımıza çıkan buluşlar, kanıtlar, öykü ve mesele. İzlerken, sizi kavrayıp; ne bileyim içinizde ne varsa onu uyandıran bir film bu. İçinizdeki siyah kuğu mu olur, karanlık mı, aydınlık mı, o biraz da yaşadığınız dünyanın pratik gerçeğine ve koşullarınıza bağlı. Aronofsky, yedinci sanatın hakkını veren bir isim olduğunu tekrar göstermiş.
İZ PEŞİNDE
Coen kardeşlerin en çok izlenen, gişede yüzlerini en çok güldüren filmi olmuş ‘True Grit / İz Peşinde’. Sinema yazarı arkadaşım Mehmet Açar’ın benzer tespitine tamamen katıldığımı söylemeliyim: ‘Coen’ler olmasaydı, benim için yaşamın eğlenceli yanı ve çekilirliği ciddi bir yara alırdı’… Kendi kavrayışlarından, tarzlarından ve kendi özel ‘dengelerinden’ ödün vermeden klasik bir westerni yeniden hayata geçirmişler Coen’ler. 1969 tarihli Henry Hathaway imzalı aynı adlı orijinal film, başrolündeki John Wayne’e, Oscar ve Altın Küre’yi kazandırmış, çok sevilmiş ‘Rooster Cogburn’ karakteri, Wayne’i 1975 tarihli karakterin adını taşıyan filmde de yansıtmıştı perdeye. Wayne’in sondan bir önceki filmiydi bu ve yıldız oyuncu tek Oscar’ını bu karakterle kazanmıştı. Dolayısıyla ‘True Grit’ dendiğinde akla hemen John Wayne geliyordu. Bu, Coen kardeşler için bir risk değildi elbet. Onlar, ilk filmin de perdeye uyarlandığı Charles Portis’in kaleme aldığı aynı adlı romanla ilgilenmişler en çok. Bir de bir ‘janr’ olarak klasik western’in mantığıyla. Romanın içindeki karakter ve oluşlarla oynamışlar. Hathaway’in filmi, romanın finali dışında fazla bir şeyi değiştirmemişti. Buna karşılık, Coen’ler, dramatik açıdan bazı değişiklikler yapmışlar. Kendi sevdikleri tarzda bir izlek tutturmuşlar. Fakat bu kez bazı anlar dışında parodiyi ve yaratmayı sevdikleri durumları minimuma indirmişler. Yakaladıkları insanlık halleri, karakterlere yaklaşımları, onların bildik imzalarını yansıtıyor yine perdeye. Zaten orijinal filmi değil, uyarlandığı eserin kendilerini etkilediğini söylüyor iki kardeş. Roger Deakins’in ne çektiğini iyi bilen usta kamerasıyla, kitabın da anlatısına denk düşen kara kış ve gece manzaraları, bazı sahneleri çok özel kılmış. Dönemin ruhu, yapısı ve karakterlerin durumları, kendine ait bir gerçeklik ve dille yansıtılmış. Bundan tabi oyuncuların büyük rolü var. Usta aktör Jeff Bridges, belki de en iyi, en olgun performanslarından biriyle, yeniden dokunmuş, ‘Rooster Cogburn’ karakterine. John Wayne’inkinden daha farklı, daha başka lezzette bir yorum Bridges’ınki… On dört yaşındaki Oscar adayı aktris Hailee Steinfeld’in filme katkısı ise çok çok büyük. O pazarlık sahnesi nedir öyle… Masumiyeti, inatçılığı, yaşından önce büyümenin getirdiği zorlukları, cesareti korkuyu, sorumluluk hissini, eksiksiz üzerine giyinen Steinfeld, Coen’lerin sinemaya sunduğu bir armağan. ‘LaBoeuf’ karakterine leziz detaylar eklemeyi beceren Matt Damon, ‘kötü adam Tom Chaney’de Josh Brolin ve nihayet Barry Pepper müthiş oyunlarla eşlik ediyorlar Bridges ve Steinfeld’e… Kendinden ortaya çıkan bir sevginin, Cogburn’ün kollarındaki Mattie Ross’un, o gerçeğin hüznüyle sarmalanmış ‘zaman bizden uzaklaşıp gidiyor’ tespitinin insancıllığı. Eski, başka şeylerin, daha düz, bizi kandırmayan insanların, dönemin, verdiği sözü yerine getirmenin filmini çekmiş Coen’ler. Aradan geçen upuzun yılların ardından dostunu aramaya gelen tek kollu yabancı kadının kararlı, ne yaptığını bilen ama bir tarafı eksik o yaralı hali… Hepimizin içinde yaşayan o çocuk, o adam. Zamanından önce büyümek zorunda kalmış Mattie Ross. En zor anda yanında olup, onu hayatta tutmak için mücadele eden Rooster Cogburn. İnsanı gayet iyi bilip tanıyan Coen kardeşler, western’in klasik sınırları içinde yine söylemişler istediklerini.
KAÇIŞ PLANI
Ülkemizde, Haziran 2009’da vizyona girmiş Fransız yapımı ‘Pour Elle / Aşk Uğruna’nın Hollywood versiyonunu, Paul Haggis yönetmiş. ‘Sevdiğiniz için neleri göze alırsınız’ sorusuna net bir yanıt vermek isteyen macera yüklü dram, cinayet suçuyla hapishaneye giren eşini, hukuksal çareler tükenince, hapishaneden kaçırma planları yapan bir erkeğin öyküsü. Russell Crowe ve Elizabeth Banks’in başrolleri paylaştığı romantik yanı güçlü yapım, meseleye yaklaşımı ve düşündüren bilinçli ‘es’leriyle, “Crash” ve ‘In The Valley of Elah / Tanrının Vadisinde’ filmleriyle tanıdığımız Oscar’lı senarist-yönetmen Paul Haggis imzası taşıdığını belli ediyor. Orijinal film ise, Fransız moda ve reklam fotoğrafçısı Fred Cavayé’nin ilk uzun metrajıydı. Başrollerini Diane Kruger ve Vincent Lindon’un üstlendikleri yapım, Fransız Oscar’ları olarak bilinen César Ödülleri’nde ‘En İyi İlk Film’ dalında yarışmıştı. Hollywood için asla eskimeyecek çok cazip ‘değerler’ içeren filmin, öyküye katkı ve süre olarak fark edilen eklemelerle perdeye yansıdığını söylemek gerek. Son tahlilde, ‘ne kocalar var be’ dedirten ilginç bir dram.
YA SONRA
Eski ‘prestij’ciler, yeni prestijler peşinde koşmaya devam ediyorlar. Arkadaşı ve meslektaşı Mahsun Kırmızıgül’ün yedinci sanata iddialı biçimde baş koymasının ardından Özcan Deniz de, yönetmenlik denemesi için ‘kamera’ demiş. Deniz’in yazıp yönettiği ve başrolü üstlendiği romantik yapım; Adrian Lyne imzalı 1993 tarihli ‘Ahlaksız Teklif / Indecent Proposal’ filmini andırıyor fena halde. Arabesk bir kolaj vaziyeti söz konusu aslında. Suya tirit durumlar… Araya serpiştirilen toplumsal gerçekçi oluşlar yüzünden kısacık bir ara, Ağrı, Doğu Beyazıt’a da misafir oluyoruz. Adem ile Didem’in evlilikle başlayan maceraları, çalkantılı duygusal durumlarla devam ederken, filmin geneline egemen olan ‘maço’ bakış dikkat çekiyor. Kadının, dolayısıyla erkeğin ve ilişkilerin konumlandırılması oldukça ilginç. Hakiki, sahici olamayan gidişat, bir süre sonra mizahtan uzak; ‘komik’ hallere düşürüyor kendini. İzleyicinin hissetmediği, perdeden koltuğa geçemeyen bir aşk. Filmin finalinde göğe yükselen renkli balonlar gibi her şey… Sinema bir cüret meselesi her şeyden öte. Film çekildi, bitti; ‘ya sonra’ demek gerek her zaman… Bir de şu şarkı. Müzisyen kimliğiyle tanınan Özcan Deniz’in yazdığı şarkının sözlerine gösterilen özen, filmi özetliyor.
MURAT ERŞAHİN