25 MART 2022
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. İki yıla yakın zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık!
Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi. Klasik film önerilerine devam edeceğiz! 2022 hepimize önce sağlık getirsin. Gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
Aparajito
(Yönetmen: Satyajit Ray / 1956)
Mouchette
(Yönetmen: Robert Bresson / 1967)
Suna no onna / Kumların Kadını
(Yönetmen: Hiroshi Teshigahara / 1964)
Cet obscur objet du désir / Arzunun Şu Karanlık Nesnesi
(Yönetmen: Luis Buñuel / 1977)
La vraie nature de Bernadette
(Yönetmen: Gilles Carle / 1972)
Vizyonda bu hafta (25 Mart 2022)
Mart ayının son haftası, sadece biri yerli yapım olmak üzere toplam altı yeni filme ev sahipliği yapıyor!
Haftanın üç yeni yapımı, Kenneth Branagh’ın yazıp yönettiği yedi dalda Oscar adayı olan ‘Belfast’, Ferzan Özpetek imzalı duygu yüklü ‘La Dea Fortuna / Şans Tanrıçası’ ve aksiyona romantik komedi ekleyen Sandra Bullock’lu ‘The Lost City / Kayıp Şehir’ notlarımız arasında!
BELFAST
-Bu kez sert değil, hafif ‘Irish’-
‘Shakespeare’ uyarlamalarının önemli ismi Kenneth Branagh’ın yazıp yönettiği ‘Belfast’, Kuzey İrlanda’nın başkentinde, Katoliklerle Protestanlar arasındaki gerilimin gitgide arttığı 1960’ların hemen sonunda, dokuz yaşındaki Buddy’nin ve ailesinin hikâyesi! Bir büyüme öyküsü aslında Belfast bir bakıma. Diğer yandan da Kuzey İrlanda’nın en büyük ve simge şehrine, oranın toprağına, insanlarına samimi bir güzelleme!
Branagh’ın çocukluğundan otobiyografik anlar da içeren ‘bizim mahalle’ öyküsü, bir çocuğun ve bir şehrin sevgi, kayıp, neşe, kahkaha, müzik ve kargaşa dolu günlerini anlatan oldukça duygusal bir film. 60’ların sonunda, 1969’da tırmanan siyasal gerilimden aslan payını alan Belfast’ta geçen bir aile, olgunlaşma, dostluk, aşk ve sevgi hikâyesi izlediğimiz. ‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Yönetmen’ ödülleri dahil toplam yedi dalda Oscar adayı olan yapım, Akademi ödüllerinin genetiği adına kusursuz malzemeler içeriyor kuşkusuz!
Kuzey İrlanda sorununu ansiklopedik olarak öncelikle açalım… Problem, Kuzey İrlanda’da süren ve çeşitli zamanlarda İrlanda Cumhuriyeti, İngiltere ve ana kara Avrupa’ya yayılan etnik, milliyetçi çatışmalardan doğmakta! ‘The Troubles’ dönemi 1960’ların sonunda başladı ve yaygın görüşe göre 1998 Belfast Anlaşması ile sona erdi. Ancak şiddet eylemleri o zamandan beri ara sıra sürdü! En temel sorunlar, Kuzey İrlanda’nın anayasal durumu ve iki ana topluluk arasındaki ilişkilerdi. Çoğunlukla Protestan cemaatine mensup olan birlikçiler ve sadakatçiler, genelde Kuzey İrlanda’nın Birleşik Krallık’ın bir parçası olarak kalmasını istiyorlardı. Öte yandan çoğunlukla Katolik cemaatine mensup olan İrlandalı milliyetçiler ve cumhuriyetçiler, Birleşik Krallık’tan ayrılıp, birleşik bir İrlanda’ya katılmak amacındaydılar. İlk gruptakiler genelde kendilerini Britanyalı olarak görmekteyken ikinci gruptakiler kendilerini İrlandalı olarak görmekteydiler. Sürece müdahil olanlar arasında cumhuriyetçi ve sadık paramiliterler, Britanya ve İrlanda Cumhuriyeti devlet güvenlik güçleri, politikacılar ve siyasi aktivistler bulunmaktaydı. Çıkan çatışmalarda 3.500’den fazla kişi yaşamını yitirdi. Birçok da ‘sıkı’ film çekildi mesele üzerine… ‘In the Name of the Father’, ‘Crying Game’, ‘Bloody Sunday’, ‘The Wind That Shakes the Barley’, ‘Michael Collins’, ‘Hidden Agenda’, ‘The Long Good Friday’, ‘Hunger’, ‘The Boxer’, ‘The Devil’s Own’, ‘71’, ‘Cal’, ‘Omagh’, ‘Five Minutes on Heaven’, ‘Patriot Games’, ‘Shadow Dancer’, ‘Breakfast on Pluto’ bunlar arasından ilk akla gelenler…
Meseleye içerden ama ‘hafif’, ‘hayatın gücü penceresinden’ ve bir çocuğun gözünden masumane bakan yapım, Branagh’ın müthiş keşfi ve filmin yıldız ismi Jude Hill’in yanı sıra Jamie Dornan, Caitriona Balfe, performanslarıyla, ‘En İyi Yardımcı Kadın’ ve ‘En İyi Yardımcı Erkek’ oyuncu dallarında Oscar adayı olan usta oyuncular Judi Dench ve Ciarán Hinds filmin güçlü kadrosunu oluşturuyorlar. Şimdiye dek 240 ödüle aday olan ve 44 ödül kazanan tarihi ve biyografik dram, Haris Zambarloukos’un titiz görüntü yönetmenliğiyle de öne çıkıyor.
Herkesin aslen komşu olduğu, çamaşır asılı ipler, sokaklarda oynayan çocuklar, kapı önlerinde evlerin duvarına dayanıp sohbet eden dostlar ve kaosla sarmalanmış ‘çıkışsız sokaklarda’ hayatın tazeliği ve ölümün kaçınılmazlığını da hemen yaşam denen sürecin omuz boşuna eklemiş film. Süregelen problemlerin ve hassas durumun asık yüzlü gerçeklerini öteleyip, her türlü ayrımcılığa, kavgaya, gürültüye tavır almış öyküsüyle masalsı bir ortam yaratmış Branagh, sert gerçeklerin yaşandığı zamanlardan… Belfast’lı usta müzisyen Van Morrison’un orijinal film müziği ve çoğunluğu Morrison şarkılarıyla bezenmiş soundtrack’de ilgi çekici! (4 / 5)
KAYIP ŞEHİR
-Kahramanlık müessesesi-
Aaron ve Adam Nee kardeşlerin yönettiği yapım, kelimenin içi dolu anlamıyla tam bir avantür! Aksiyon ve romantizm katkılı macera filminde başrolleri Sandra Bullock ile Channing Tatum paylaşıyorlar. Daniel Radcliffe, Da’Vine Joy Randolph ve misafir oyuncu olarak izleyiciye sürpriz yapan usta aktör Brad Pitt, kadronun öne çıkan diğer isimleri.
Yüzünü fazla göstermek istemeyen, yarattığı sahte ‘mit’ten sıkılmış Loretta Sage, kitaplarının ana kahramanını canlandıran yakışıklı model Alan’ın yer aldığı popüler aşk-macera romanlarını yazmayı sürdürmektedir. Gizli hazineler peşinde nefes kesici koşuşturmalar, egzotik yerler ve aşk… Loretta, Alan ile birlikte yeni kitabının tanıtım turnesinde iken, onu son kitabında yer alan antik kayıp şehrin hazinesine götürebileceğini düşünen eksantrik ve çılgın bir milyarder tarafından kaçırılır. Sadece kitapların sayfalarında değil, gerçek hayatta da bir kahraman olabileceğini kanıtlamak isteyen Alan ise, yazarını kurtarmak için yola koyulur.
Çekimleri Dominik Cumhuriyeti’nde gerçekleşen macera filmi, ‘kahraman’ olgusuna mizahi ve aynı oranda gerçekçi yaklaşıyor. Hakiki ve sahte olanın peşinden, aksiyon ve romantizmi ezberlenmiş tabirle bir potada eriterek ilerleyen film, yapımcı ve yönetmen kimliğiyle tanınan Seth Gordon’un orijinal öyküsünden perdeye uyarlanmış. Jonathan Sela’nın görüntü yönetimi birinci sınıf. Filmin orijinal müziğini imzalayan isimse yabancı değil! 2003 yılından bu yana Hollywood’da çalışan Pınar Toprak… Benzerlerinin bünyede yarattığı ‘dejavu’yu ötelediğiniz anda hoşça vakit geçirten bir seyirlik halini alıyor ‘Kayıp Şehir’. (3 / 5)
ŞANS TANRIÇASI
-Birlikte kalabilmek üzerine-
Ferzan Özpetek’in on üçüncü uzun metraj kurmacası, yönetmenin bildik hassasiyet ve hissiyatları üzerinden ilerlerken yine duygu yüklü bir dram izletiyor bize. Annamaria, hastalığıyla ilgili kontroller için bir süre hastanede kalmak zorunda olduğundan iki çocuğunu, çok yakın dostları Alessandro ve Arturo çiftine emanet eder.
Stefano Accorsi, Edoardo Leo ve Jasmine Trinca’ya, Özpetek’in gedikli oyuncusu Serra Yılmaz eşlik ediyor. Özpetek’in genelde birlikte çalıştığı isimler, görüntü yönetmeni Gian Filippo Corticelli’nin kamerası ve Pasquale Catalano imzalı orijinal müzik gayet iyi. Özpetek’in alameti farikası olan Sezen Aksu, ‘Aldatıldık’ şarkısıyla çıkıyor karşımıza yine! Mina ve Diodato’nun seslendirdikleri şarkılar da ‘hoş’ soundtack’da dikkat çekiyorlar. Hayatın içinden anlara, ilişkililere, çiftlere, tatlı-tatsız sürprizlere, ölüme ve hayata götürüyor Özpetek yine bizi. Yönetmenden tanıdık lezzetli, güzel sofraları, sıcak dostluk ve sevgi anlarıyla, birlikte kalabilmek üzerine sıcak ve duygu yüklü bir öykü ‘Şans Tanrıçası’! İyiliğin omuz başında gezinen kötülük, kader, hayatın tatsız sürprizleri buna karşılık, gerçek olan sevgi, dostluk ve vicdan! Köhnemiş bencil aristokrasi ve sınıflar… Hasbelkader birlikte olmak değil, birlikte kalabilmenin değeri! Sevdiklerinize bakıp, gözlerinizi kaparsınız. Gözlerinizi tekrar açtığınızda; onlar daima sizinle olacaklardır!
İtalyan Oscar’ları olarak bilinen David di Donatello ödüllerini Jasmine Trinca ile ‘en iyi aktris’ ve Diadato’nun seslendirdiği ‘Che vita meravigliosa’ ile ‘en iyi şarkı’ dallarında kazanan yapım, Özpetek sinemasını takip edip, sevenlere ve dozunda melodramlara ilgi duyanlara önerilir. (3,5 / 5)
Haftanın notlarımızda yer alamayan diğer yenilerine bakacak olursak…
Martin Bourboulon imzalı tarihi ve biyografik dram ‘Eiffel’, üç yüz metre uzunluğuyla kırk iki sene boyunca dünyanın en yüksek yapısı unvanını koruyan Paris’in demir kulesi Eyfel’in bilinmeyen hikâyesini anlatıyor. Fransa-Belçika-Almanya ortak yapımının başrollerini Romain Duris ve Emma Mackey paylaşıyorlar.
Belçika-Fransa ortak yapımı animasyon ‘Bigfoot Family / Kocaayak ve Ailesi’, kahramanımız Kocaayak ve ailesinin, doğayı korumak için verdikleri mücadeleyi taşıyor perdeye.
Haftanın tek yerli yapımı olan korku türündeki ‘Araf 5: Aile’, büyü meselesi üzerine bir tez yazan üniversite öğrencisi Hande’nin öyküsü.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.
TARİHTE BU HAFTA
Altı yıl önceye, 2016 yılına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.
Vizyonda bu hafta (25 Mart 2016)
Yeni haftanın beraberinde getirdiği altı yeni filmden, üçü yerli yapım. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. Herkese iyi seyirler.
BATMAN V SUPERMAN: ADALETİN ŞAFAĞI
Metropolis halkı, ne tür bir kahramana ihtiyaç duyduğu konusundaki endişeli kararsızlığını sürdürürken, çılgın ve kötücül Lex Luthor, iki süper kahramanı; Superman ve Batman’i birbirine düşürmek için müthiş ve kapkara bir plan yapar. DC Comics’in, beyazperdedeki ‘Marvel’ krallığına yepyeni cevabı olan yapım, popüler Avengers kadrosuna karşılık bir Super League alıştırması olarak dikkat çekici. Cin fikirli Zack Snyder’in stilize ve şık bir tasarımla gerçekleştirdiği aksiyon yüklü fantastik serüvenin senaryosu, David S. Goyer ve Chris Terrio tarafından kaleme alınmış. ‘Batman / Bruce Wayne’i, Ben Affleck, ‘Superman / Clark Kent’i de, Henry Cavill’in canlandırdığı blockbuster’da, psikopat milyarder Lex Luthor rolünde, Jesse Eisenberg, filmin belki de en iyisi olarak çıkıyor karşımıza. Superman’in gazeteci sevgilisi ‘Lois Lane’i ise Amy Adams canlandırıyor. DC Comics’in süperler kadrosundan filme dahil olan ‘Wonder Woman’ rolünde, Gal Gadot rol alırken, Holly Hunter, Diane Lane, Laurence Fisburne, Jeremy Irons ve misafir kontenjanından Kevin Costner, filmin usta isimleri olarak yer alıyorlar kadroda. Snyder’in biçime ağırlık vererek, bazı anlar karanlıktan taviz vermeden kotardığı ve finali itibariyle yeni bir hikayeye evrilen popüler yapımı, açılıştan hemen sonra içine girdiği duraklama ve gerileme periyodunun ardından finale doğru toparlıyor düşük temposunu. Yerinde efektlerin ve ikonik karakterlerin mücadelesinin heyecanı yanında, son tahlilde, Batman mi döver Superman mi? ‘boşluğunun’ hakim olduğu bir öykü kalıyor avucumuzda. Kakafonik bir karambolün eşlik ettiği yüz elli üç dakikalık serüvenin en güzel noktası kuşkusuz, filme eklemlenen Wonder Woman. ‘Fast & Furious / Hızlı Ve Öfkeli’ serilerinden anımsayacağınız İsrailli aktris Gal Gadot, filme şüphesiz apayrı bir manyetizma katıyor. Junkie XL ve usta isim Hans Zimmer imzalı orijinal müzik çalışmasıyla, görüntü yönetmeni Larry Fong’un ne gösterdiğini bilen kamerası, Snyder’ın elini sağlamlaştıran faktörler. THY’nın yapıma olan ekonomik katkısını, filmde rol çalarak sürdürmesi ise, ayrıca dikkat çeken bir ayrıntı. (2,5 / 5)
HATIRALARIN MASUMİYETİ
2006’da Nobel edebiyat ödülünü kazanan Orhan Pamuk, 2008’de yayımlanan ‘Masumiyet Müzesi’ adlı romanıyla aynı adı taşıyan müzeyi, 28 Nisan 2012’de, Beyoğlu’nda ziyarete açar. Aşk ve yazarın İstanbul’u üzerine bir romandır ‘Masumiyet Müzesi’. İstanbullu zengin çocuğu Kemal ile uzak ve yoksul akrabası Füsun’un aşk hikâyesi, Orhan Pamuk’un ruhunda ve zihninde yatan İstanbul görüntüleriyle birlikte, beyazperdeye taşınmış. Grant Gee’nin yönettiği İngiltere yapımı belgeselin senaryosu, Gee ve Orhan Pamuk tarafından kaleme alınmış. Filmde yer alan metin ise yine Pamuk imzalı. Romana, aynı adlı müzeye ve İstanbul’a ait ayrıntılar, dış seslerle yer buluyor perdede. Masumiyet Müzesi, unutulmaz bir aşkın ve İstanbul’un, parçalarına dokunabildiğimiz, onları hissedebildiğimiz rüyaların gerçeğe dönüştüğü müzenin hüzün dolu öyküsü. Müzenin içindeki eşyalar, romana konu olan ve 1970’lerin İstanbul’unda yaşanmış talihsiz aşkın izlerini taşıyor. Film, eşyalardan hareketle şehrin büyülü kimyası, gizemli ve elem dolu ruhuna doğru bir yolculuğa çıkarıyor izleyiciyi. İyi tasarlanmış ve başarıyla çekilmiş film, duygu bakımından büyük boşluklarla yüklü. Orhan Pamuk’un kendi dünyasına ait bir boşluk bu belki de. Örneğin onun hüzün tanımı benimkine uymuyor. Filmin duygusu, içerdiği bol ‘hüzün’le olması gerektiği gibi eşleşmiyor. İstanbul’un kedileri, yerlerini, köpek çetelerine bırakmış. Çok yakın geçmişte, yine İstanbul’un hüznüne ve gizemine dair çekilen Ben Hopkins imzalı ‘Hasret’in elem yüklü melankolisi, ne kadar işliyorsa ruha, bu belgesel; o denli mesafeli ve soğuk. (3 / 5)
HAYATIMIN YOLCULUĞU
Ağırlıklı olarak sırtını iki dev oyuncuya, Robert Redford ile Nick Nolte’ye dayayan yol filmi, aralarına mesafe girmiş iki eski dostun, upuzun bir yürüyüş için bir araya gelmelerini öykülüyor. Yaşanmış ve kitap haline getirilmiş bir doğa yürüyüşü anısından perdeye uyarlanan mizahla süslü yapım, iki ana karakterden biri olan seyahat yazarı Bill Bryson’un filmle aynı adı taşıyan kitabından adapte edilmiş. Ken Kwapis’in yönettiği yol macerası, orta yaşı çoktan geride bırakmış, birbirlerinden tamamen farklı iki eski arkadaşın, dostluklarını yeniden pekiştirme ve hayatlarına anlam katma öyküsü. Sürprizi, gelişmesi fazla olmayan, ağırlıklı olarak iki eski dostun üzerinden yürüyen film, biraz yavan bir lezzet içerse de, sakin gidişat, izleyeni de aynı güzergahta bir yürüyüşe ve benzer bir hesaplaşmaya zorluyor. Hiçbir şey dinlemeyen, başına buyruk hayatın içinde kendini ve gerçeklerini kabul edip, sevme hikayesi, beklentinizi fazla yüksekte tutmadan, iki usta oyuncuyu bir arada izlemek adına ilginç olabilir. İki usta aktrisin, Emma Thompson ve Marry Steenburgen’in de, öyküye ‘usulca’ eşlik ettiklerini belirtmeden geçmemek gerek. (2,5 / 5)
‘Sol Şerit’, ‘Azazil 2: Büyü’ ve ‘Leblebi Tozu’ adlı yerli yapımlar, haftanın notlarımız arasında yer alamayan yenileri. Herkese tekrar iyi seyirler.
MURAT ERŞAHİN