Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

25 KASIM 2022

24 Kasım 2022 Perşembe 19:12
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz çok yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!


ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Les créatures / Yaratıklar
(Yönetmen: Agnes Varda / 1966)

Le Boucher / Kasap
(Yönetmen: Claude Chabrol / 1970)

Dans la ville blanche / Beyaz Kentte
(Yönetmen: Alain Tanner / 1983)

Jean de Florette
(Yönetmen: Claude Berri / 1986)

Un coeur en hiver / Ayazda Bir Yürek
(Yönetmen: Claude Sautet / 1992)

 


Vizyonda bu hafta (25 Kasım 2022)
Üçü yerli yapım olmak üzere toplam yedi yeni filme ev sahipliği yapıyor bu hafta!
Luca Gudagnino’nun yeni filmi ‘Kemikler ve Her Şey’, Ali Abbasi imzalı karanlık dram ‘Kutsal Örümcek’ ve Russell Crowe’un yönetip, başrolü üstlendiği ‘Tehlikeli Oyun’ haftanın notlarımız arasında yer alan yapımları.

KEMİKLER VE HER ŞEY
-Yeme de yanında yat!-

Korku öğeleri içeren romantik dram, İtalyan auteur Luca Guadagnino imzalı! ‘Melissa P.’, ‘ Io sono l’amore/ Benim Adım Aşk’, ‘A Bigger Splash / Sen Benimsin’, ‘Call Me by Your Name / Beni Adınla Çağır’, ‘Suspiria’ gibi dikkat çeken filmleriyle son dönemin en sıkı sinemacılarından biri haline gelen Guadagnino, ilk aşkın büyüsünü, kanlı canlı bir öteki olmak temasıyla harmanlayarak anlatıyor bu kez.
Dünya prömiyerini gerçekleştirdiği Venedik Film Festivali’nden ‘En İyi Yönetmen – Gümüş Aslan’ ve Marcello Mastroianni En İyi Genç Oyuncu’ ödülleriyle ayrılan çarpıcı yapım, Camille DeAngelis’in romanından David Kajganich tarafından uyarlanmış beyazperdeye. Filmin ödüllü ve son derece başarılı genç aktrisi Taylor Russell’a, günümüzün belki de en çok aranan aktörü olan, hızla yükselen yıldız Timothée Chalamet ve usta aktör Mark Rylance eşlik ediyorlar. Michael Stuhlbarg, Chloë Sevigny ve emektar aktris Jessica Harper, nitelikli oyuncu kadrosunun öne çıkan diğer isimleri.
Toplum dışına itilse de hayatta kalmayı bir şekilde başaran Maren, ‘yamyam’ canavar kimliği ile gerçek bir ötekidir! Kendi gibi kan koklayan bir canavar olan, hayattan umduğunu bulamamış Lee ile arasında bir aşk filizlenir genç kzın. Bu ilk aşkın yine bir canavar olan üçüncü ayağı ise gizemli ve yaşlı Sully’dir. Maren ile Lee ilk karşılaşmalarının ardından birlikte gizli, ıssız yollardan, tuzaklarla dolu karanlıklardan durak durak geçerek 80’li yılların son günlerinde Ronald Reagan döneminin derin ABD’sini bin beş yüz kilometre boyunca kat ederler. Ne var ki hayata tutunmak ve normal bir yaşam sürmek için sarf ettikleri çabalara rağmen uzayıp giden yollar, onları kendi kapkara geçmişlerine ve aşkın vereceği o son büyük sınava doğru savurur.
Olayların geçtiği dönemin politik yapısını, derin ABD’nin netameli ruh halini, katmanlı ve ayrıntılı biçimde öyküsüne yediren Guadagnino filmi, gerçeküstü gibi gözüküp, sahici olanı aynı anda duygusal biçimde perdeden koltuğa enjekte etmeyi başarmış yine. Öteki olmanın tedirgin edici, ürperten yalnızlığı, olanca yoksunluğuyla üşümek, kaçmak, bağımlı olmak, tutunma mücadelesi ve ilk aşkın ölmezliği! ‘Bandıra bandıra ye doyamazsın tadıma’ diyen yapısıyla, çok sert sahnelerine rağmen oldukça zarif anlar barındıran son derece naif bir film orijinal adıyla ‘Bones and All’! Mutlaka izleyin. (3,5 / 5)  


KUTSAL ÖRÜMCEK
-Çıkışsız karanlık-

Kendine biçtiği misyonla, kutsal Meşhed kentini (Şii imamların sekizincisi olan İmam Rıza’nın türbesinin burada olması sebebiyle İran’ın en kutsal şehridir ve İmam Rıza’ya atfen ismi, şehadet yeri anlamına gelen Meşhed’dir) ‘ahlâksız ve namussuz’ sokak kadınlarından temizlemeyi hedefleyen ‘saygın’ vatandaş ve aile babası Said’i izliyoruz. Hasta ruhlu adamın işlediği vahşi cinayetler ülke çapında dehşet saldığında bir kadın gazeteci olayı kendi olanaklarıyla araştırmaya karar verir. Feci gerçekler açığa çıktığında, katilin birçokları tarafından kahraman olarak görüldüğü anlaşılır ve adaleti sağlamak artık çok zordur! 2000’de Meşhed’de seks işçilerini hedef alan bir seri katilin eylemleri ve mahkeme sürecinin gerçek hikâyesinden esinlenen film, ataerkil temelde kadın düşmanlığını ve İran’ın ikiyüzlü politik tavrını hunharca eleştiriyor.
‘Shelley’ ve ‘Border / Sınır’ filmleriyle tanıyıp sevdiğimiz İran asıllı Ali Abbasi’nin Danimarka-İsveç-Almanya-Fransa ortak yapımı yeni filmi, ‘Altın Palmiye’ adayı olduğu Cannes’den ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülü ile dönmeyi başarmıştı. Danimarka’nın Oscar aday adayı olan sansasyonel yapımda başlıca rolleri Zar Amir-Ebrahimi ve Mehdi Bajestani üstleniyorlar. İyi yazılmış, çok iyi yönetilmiş kapkara öykü; özellikle iki başrol oyuncusunun üstün performanslarıyla zihne takılıp kalıyor!
Cinsel ayrımcılık, tutucu baskılar, ikiyüzlü politik tavırlar, sistemin zehirlediği küçük, sıradan insan ve nesilleri zehirlemiş ‘öteki’ düşmanlığı! Güvenin iyice azaldığı bir ortamda adalet arayışı, vicdan ve dehşet yüklü, umutsuz, kapkara bir finalle kapanan tavizsiz anlatı! Sert, cesur, düşündürücü, ezcümle yılın en dikkat çeken filmlerinden biri ‘Kutsal Örümcek’. Çarpıcı yapıma kayıtsız kalmayın. (4 / 5)


TEHLİKELİ OYUN
-Oyunda kalmak üzerine!-

Aksiyon katkılı suç öyküsü, yıldız oyuncu Russell Crowe’un üçüncü uzun metraj yönetmenlik denemesi! Aynı zamanda başrolü de üstlenen Crowe’a, günümüzün bir başka yıldızı Liam Hemsworth ve müzisyen kimliğiyle de bilinen RZA eşlik ediyorlar. Avustralya çetesinin oyuncu kadrosunda yer aldığı yapım, Sydney’de çekilmiş! Teknoloji sektöründe kendine bir servet edinmiş kumarbaz Jake Foley’in, çocukluk arkadaşlarına ev sahipliği yaptığı büyük ödüllü poker gecesinde, sırlar ve sürprizler eşliğinde bir hesaplaşma yaşanır! 
Kumarı hayatından asla çıkarmayan ve kansere yakalanıp, önünde az zamanı kalmış olan milyarder Jake Foley, eski dostlarını asla unutamayacakları bir gece için evine davet eder. Müthiş para ödüllü oyuna katılmak için tek şart, herkesin, en özel sırlarını ‘yalansız’ ortaya dökme mecburiyetidir! Oyun ilerledikçe, davetliler oynadıkları oyunun kendi hayatları hakkında olduğunu keşfederler. Davetsiz misafirlerin eve düzenledikleri baskın ise başka gelişmeleri tetikler.
Kapitalizm ve sanat üzerine kimi ince eleştirileri de mizahı yüksek biçimde öyküsüne ekleyen yapım, duygusal bir ton da içeriyor. Velhasıl çorbaya dönüşmüş muhteviyat, yönetim sorunlarıyla birleşerek, metnin ve iyi oyuncularla dolu kadronun önemini yitirmesine sebep olmuş diğer yandan! Çok fazla soru sormazsanız, öykü beklentiyi belli bir çizgide tutarak kendini bir şekilde izletiyor. (2,5 / 5)

Haftanın diğer yenilerine bakacak olursak!
Japonya yapımı aksiyon katkılı animasyon ‘One Piece Film: Red’, bir manga uyarlaması! Müzik adası Elegia’da, dünyanın en iyi sanatçısı olarak bilinen ama daha önce yüzü hiç görülmemiş olan Uta, ilk canlı konserini verecek ve hayranlarına kendini gösterecektir. Dünyanın dört bir yanından konsere gelen hayranların arasında Luffy ve Hasır Şapka Korsanları da vardır. Yönetmen Gorô Taniguchi.
Yönetmenliğini Ömer Faruk Sorak’ın üstlendiği ‘Kendi Yolumda’, müzisyen kimliğiyle tanıdığımız Athena Gökhan’ın öyküsü. Gökhan’ın kendini Adana’nın zorlu mahallelerinde büyüyen bir tamirci çırağı olarak gördüğü rüya. Gökhan Özoğuz’a, Gökçe Bahadır ve Ferit Aktuğ eşlik ediyorlar.
‘Mihrez 2: Cin Padişahı’, Ahmet Arslan’ın yönettiği bir korku denemesi. 2015 yılında gösterime giren ‘Mihrez: Cin Padişahı’nın devam filminde başlıca rolleri Levent Çakır, Zülfü Hamit Altın ve Hande Göktepe paylaşıyorlar.
Engelli bir çocuğun uçma hayalinin gerçekleşmesi için uğraş veren arkadaş çevresinin ve hayaline ulaşmayı bekleyen çocuğun öyküsünü konu alan dram ‘Poşetten Kanatlar’ı, Mustafa Özer yönetmiş. Şevki Özcan, Gülnihal Demir ve Jale Ak, oyuncu kadrosunu oluşturan isimler. 
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!

İyi seyirler herkese!

 


TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl öncesine, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

 

Vizyonda bu hafta (25 Kasım 2011)

Bu hafta vizyon gören altı film arasında oldukça önemli, merakla beklenen yapımlar var. Çağan Irmak’ın yeni filmi ‘Dedemin İnsanları’nın basın gösterimine, Malatya Film Festivali’nde bulunduğum için iştirak edemedim. Yakın gelecekte telafi edeceğim. Üç boyutlu korku-gerilim ‘Mahzen’ içinse basın gösterimi düzenlenmedi. Diğer yapımlar ise notlarımız arasında. Terence Malick imzalı ‘Hayat Ağacı’, sadece haftanın ve sezonun değil, son yılların önemli filmlerinden biri kanımca. ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ı çok uzun süre içinizde yaşatmanız dileğiyle iyi seyirler!

 

HAYAT AĞACI
Aynı gezegende nefes alıp verdiğimizi düşününce, ruhumu kaplayan mutluluğun sebebi olan insanlardan biri Terence Malick. Dışarısının tekdüzeliğinden, bayağılığından uzaklaştıran, kendimi iyi hissettiren bir dost sanki. Medyada, popüler kültürün, çılgın kapitalizmin iletişim araçlarında, hemen hiçbir yerinde görünmeyen, korkunç kalabalığa mesafeli dev sinemacı, 1943 doğumlu olmasına ve ilk uzun metrajı ‘Badlands’i 1973’te yönetmesine rağmen, sadece beşinci uzun metrajıyla ziyaret ediyor beyazperdeyi. 78 tarihli ‘Days of Heaven’dan sonra yirmi yıl sinemaya ara veren Malick, nadasa yatırdığı derin ve zengin meselelerini bir kez daha sinemalaştırmış. Yedinci sanatın yaşayan en büyük isimlerinden olan usta, Cannes’den Altın Palmiye ile dönen yeni filmi ‘Hayat Ağacı’nda 1950’lerin Amerika’sına götürüyor bizleri. Aslında öykünün merkezinde yer alan anlatı 50’lerde geçmekte. Film, gezegenin oluşumuna, ilk canlıya, dinozorlara ve nihayet günümüze kadar uzanıyor. Tanrıya ve varoluşa da tabii. Nelere değinmiyor ki dev yönetmen? Başlangıca, yüreğimizi kaplayan acıya, bilinmezden yola çıkılan noktaya, canlının evrimine, ilk ışığa, mutlu olmak için sevmek gerektiğine, en çok nefret ettiğimizin en çok sevdiklerimiz olduğu gerçeğine, bir ömür boyu söyleyememeye söyleyeceğini, mesafeleri kısaltamamaya en sevdiğinle, barışmaya, bilime, teolojiye, anne şefkatine, örselenmiş çocuk yüreklerine, öfkeye, acımasızlığa, masumiyetin yitirilişine, çocuksu zalimliğe, ilk aşka, nefrete, kaybolmuşluğa, hayal kırıklıklarına, vicdana, cinselliğe, yürekteki kara noktaya, kaybolmuşluğa, başarısızlıklara, umutsuzluğa, yenilmişliğe, doğum ve ölümün gerçekliğine, tanrıya ve tanrısız kalmışlığa, insanın zavallılığına, acımaya, ifade etmeye, yok olmaya ve yok olsak da hep yaşıyor olmaya… İnsanın haritasına. Çok başka bir şey ‘The Tree of Life / Hayat Ağacı’. İyi ki sinema var dedirten bir yedinci sanat kanıtı. Modern hayatın çıkmazında kaybolmuş yetişkin Jack karakterinde Sean Penn ve düşlerine ulaşamamanın faturasını en sevdiklerinden çıkaran despot baba rolünde Brad Pitt çok iyiler. Anne rolündeki Jessica Chastain ve genç Jack’i canlandıran Hunter McCracken ise tek kelimeyle şahaneler. Mc Cracken, yürek burkan enfes bir performans sergilemiş Malick’in yazıp yönettiği başyapıtta. Varoluşun, insanı sarıp sarmalayan karanlık, muhlak ama aynı oranda mucizevi bilinmezliği. Yaralayan, düşündüren, hatta çok düşündüren, çok zengin okumalara sahip, aşırı duyarlı, dopdolu, şiir gibi bir film perdedeki. Karşımıza arada bir, hatta nadiren çıkıp bizi umutlandıran, insan olduğumuzu fark edip, tarifsiz kederlere sürükleneceğimiz o sanat eserlerinden biri. Öte yandan, Tezer Özlü’nün başyapıtı ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ gibi gerçek ve yaralayıcı Malick’in çocukluk günleri anlatısı…

 

ZİRVEYE GİDEN YOL
George Clooney, dördüncü kez oturduğu yönetmen koltuğundan, iyice sınanmış, kendini ispat etmiş, ciddi bir yönetmen olarak kalkıyor. Son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim; gayet iyi, temiz, sağlam bir film ‘Zirveye Giden Yol’. Dürüst ve iyi işlenmiş politik dram, Alan J. Pakula, Sydney Pollack ve bütün bir geç 70’ler Amerikan sinemasına saygılarını sunuyor. Bir seçim kampanyasının iç yüzüyle baş başa bırakıyor bizi Clooney. Beau Willimon’un ‘Farragut North’ adlı sahne oyunundan perdeye uyarlanan öykü, politikanın alışageldik kirli, acımasız ve karanlık yüzünü, başkanlık seçimleri sırasında dönen mide bulandırıcı gelişmeler eşliğinde işliyor. İnsanlıktan çıkaran tavizler, güvensiz, kaygan bir zemin ve güç için feda edilecek hemen her şey. İhanet, yalanlar ve komplolar arasında, baştan aşağı hırs ve hesapla sıvanmış varolabilme savaşı… Usta oyunculukla yıldızlık kavramını buluşturan zengin kadrosuyla dikkat çeken filmde Ryan Gosling, özellikle göze batıyor. George Clooney, Philip Seymour Hoffman, Paul Giamatti, Marisa Tomei, Evan Rachel Wood ve Jeffrey Wright, perdeye yansıyan karanlık resme can veriyorlar. Alexandre Desplat’ın filmin tonuna eşlik eden müziği, yine filme artı değer katan etmenlerden. Açık söylemek gerekirse, perdede izlediklerimizin ardından, gerçeğin boyutunun daha acımasız ve kat be kat kötücül olduğunu fark ediyoruz. Clooney’in öyküsünün gerçek hayattan daha saf, daha masum olduğu tartışmasız gibi. Politikanın kirli iç çamaşırları, kapkara, tamamen umutsuz bir itirafa dönüşmüş perdede. İzleyip, anımsadıklarımızın ardından şu gerçek saptamayı geçiriyoruz içimizden: ‘Amerika seçim kampanyalarında ne olursan ol, stajyer olma!’ 

 

TEHLİKELİ İLİŞKİ
Bedensel deformasyonla sarmalanmış zihinsel korkular, problemler ve içimizde, derinde bir yerlerde bizi kemirmeyi sürdüren ‘kapkara bir içsel düşman’. Filmlerinde sıklıkla, zihin-beden ilişkisine ve bu ikilinin gizemli mekanizmasına değinen Kanadalı usta sinemacı David Cronenberg, yeni filminde psikanalizin netameli sularında yüzerken, farklı bir dostluk, aşk ve tutku öyküsü anlatıyor. Psikanaliz denince hemen akla gelen isimler. Psikoanalitik kuramın yaratıcısı Avusturyalı nörolog Sigmund Freud (1856-1939) ve analitik psikolojinin kurucusu İsviçreli psikiyatr Carl Gustav Jung (1875-1961). Bir de birçok kaynakta ilk kadın psikanalist olarak yer alan Rus kökenli Sabina Spielrein (1885 -1942). Freud ve Adler ile birlikte ‘derinlik psikolojisinin’ üç büyük kurucusundan biri olan Jung, yirminci yüzyılın başlarında, Zürih yakınlarındaki ünlü bir klinikte psikiyatrist olarak çalışmakta. Geçmişinden gelen sorunlarla yaşamakta zorlanan yeni hastası Sabina’yı, büyük hayranlık beslediği Sigmung Freud’un metoduyla tedavi etmeyi deniyor. Ama Sabina ile arlarında, evliliğinde olmayan cinsel bir çekim mevcut ve farklı bir kimya. Tutku dolu bir kimya bu. Bütün tutkular gibi tehlikeli de. Bu arada kliniğe hasta olarak gelen, daha doğrusu babası tarafından gönderilen Avusturyalı psikanalist Otto Gross (1877-1920) kafasını daha da çok karıştırıyor Jung’un. Sonraları anarşizmi seçecek olan ve ‘vahanın yanından geçiyorsan suyundan da içmelisin’ diyen Gross’a hak veren Jung, Sabina’ya tutkulu bir aşkla bağlanıyor. Freud ile aralarındaki baba-oğul ilişkisi ise, önce farklı teoriler, görüşler, ardından da etik problemler nedeniyle gün geçtikçe zayıflayıp, yok oluyor. Hatta iki düşman haline geliyor iki yakın dost. Cronenberg, psikolojik analizlerinde maneviyattan, mitlerden, astrolojiden yararlanan Jung ile insan bedeninin gerçekliğini yücelten Freud arasındaki gerilimli ilişki çerçevesinde, bir dönem filmi yapmış aslında. Aşk-tutku-bilim-inanç-dostluk kavramları arasında çıldırmakta olan bir gezegenin resmini çekmeye çalışmış. Kanlı bir dünya savaşının hemen öncesi, savaşın ayak seslerini, ırkçı-ayrımcı Avrupa kıtasını, sınıfsal farklılıkları, küçük burjuvanın ahlaki değerlerini, yenidünyaya taşınan vebanın nedeninin insan olduğu esprisiyle sarmalamış. Dokunduğu her yeri, her şeyi yok eden, aç, küstah, takıntılı ve meraklı insanın ruh altı portresi bir bakıma ‘Tehlikeli İlişki’. Birbirleriyle savaşan metotların, öğretilerin, insanların arasında yaşanan duygulara incelikle bakan dram, Keira Knightley, Michael Fassbender, Viggo Mortensen ve Vincent Cassel’li, yani görkemli bir kadroyla vücut bulmuş. John Kerr’in ‘A Most Dangerous Method’ adlı kitabından ve 1988 tarihli ‘Tehlikeli İlişkiler / Dangerous Liaisons’ la Oscar kazanmış usta senarist Christopher Hampton’un ‘The Talking Cure’ adlı sahne oyunundan bizzat Hampton tarafından uyarlanan, bir dolu usta ismin bir araya geldiği filmi ıskalamayın. Psikanaliz tartışmalarıyla yüklü başka bir düzlemde yaşanan bu üçlü ilişki, geçtiği dönem ve uyandırdığı duygu itibariyle, 1962 tarihli Truffaut klasiği ‘Jules et Jim / Unutulmayan Sevgili’yi çağrıştırdı bana öte yandan. 


 

Vizyonda bu hafta (25 Kasım 2016)

İkisi yerli altı yeni filmin merhaba dediği yeni vizyon, farklı beğenilere sesleniyor yine. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.

 

FRANTZ
‘Bu zalim dünya, bütün yalanları kaldırır’ diyor usta sinemacı François Ozon, son derece incelikli yeni filminde. Belki de Ozon’un en olgun, en usta filmi olmuş ‘Frantz’. El yapımı, zarif bir biblo değerinde. Yaşadığımız yerin ne denli vahşi, nobran, bencil, kötücül olduğunun altını çizip, insan olmanın dayanılmaz ağırlığını ve trajedisini taşımış perdeye usta Fransız. Ozon’un, Philippe Piazzo’nun katkısıyla kaleme aldığı senaryo, Maurice Rostand’ın bir oyunundan sinemaya uyarlanmış aslında. Aynı oyunun daha önce de, 1932’de Ernst Lubitsch tarafından ‘Broken Lullaby’ adıyla beyazperdeye aktarıldığının altını çizelim. Ozon, Lubitsch’in filmine, ince dokunuşlarla yedinci sanat adına gerçek bir katkı sağlamış. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’a aday olmuş yapımın başrol oyuncusu Paula Beer, kelimeler ötesi performansıyla; dev aktör Marcello Mastroianni’ye adanmış ‘en iyi genç kadın oyuncu’ ödülünün sahibi olmuştu. Filmekimi’ndeki gösteriminin ardından vizyona giren hüzün yüklü romantik dram, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin hemen ardından geçiyor. Almanya’da küçük bir kasabada açılıyor öykü. Genç Anna, savaşta ölen nişanlısı Frantz’ın mezarına her gün giderek onun yasını tutmaktadır. Bir gün; kasabaya yeni gelen gizemli genç adamın elinde çiçeklerle aynı mezarı ziyaret ettiğini görür Anna. Frantz’ın arkadaşı olduğunu söyleyen Adrien ile dostluk kuran genç kadın, kısa süre içinde hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeğiyle baş başa kalacaktır. Yer yer renklenen siyah beyaz anlatı, Ozon’un sinematografisinde çok başka bir yer bulacak kendine elbette. Dünyanın vahşi egosunu, her yerdeki sıradan faşizmin, küçük insanı yok edişinin acımasızlığını, vicdanın, özürlerin ve suçluluğun anlamını son derece yalın ve net ortaya koyan yapım, Paul Verlaine şiiri ‘Chanson d’automne’ye eşlik eden Chopin ve Tchaikovsky notalarıyla zihne ve yüreğe aynı anda kazınıyor. Son derece kırılgan, duyarlı, o ölçüde ayakları yere basan bir gerçeğin bilinciyle kotarılmış filme kayıtsız kalınmamalı. Bağırmayan, söyledikleriyle ve incelikli biçimiyle içinize işleyen büyük bir film. (4,5 / 5)

 

PASTORAL AMERİKA
Gişe rekortmeni birçok filmden, auteur bağımsızlara dek seksene yakın yapında rol alan İskoçyalı usta aktör Ewan McGregor, yönetmen koltuğuna oturduğu ilk uzun metrajlı kurmacasında, Philip Roth’un 1998’de Pulitzer ödülü kazanan aynı adlı romanına hayat vermiş. John Romano’nun perdeye uyarladığı senaryo, dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapmış, ülkemizde de filmekimi kapsamında izleyiciyle buluşmuştu. 1960’ların toplumsal ve siyasal çalkantılarıyla dağılan ‘mükemmel’ görünümlü Amerikan ailesi ve yaşanan ‘Amerikan rüyası’nın küçük insana maliyeti. Amerika’nın gözbebekleri, kolej kahramanı ve güzellik kraliçesinin güzel kızlarının hayatı, en başta, herkesin parmakla gösterdiği bir rüyayı andırmaktadır. Başarı merdivenlerini hızla tırmanan Seymour ‘Swede’ Levov, güzeller güzeli eşi Dawn ve kekeme kızları Merry, şehirden uzak, sakin bir banliyöde çiftlik hayatlarını sürerlerken yıllar geçer ve 60’ların kaotik ortamında muhteşem görünen her şey, çatırdamaya başlar. Irkçılıktan, Vietnam’a, 1968 olaylarından Watergate’e ABD tarihinin kırılma noktaları ve öykünün belki de odağında yer alan son derece duygusal baba-kız ilişkisinin dinamikleri. Ewan McGregor’un başrolü de üstlendiği trajik dramda kendisine, Jennifer Connely, Dakota Fanning, Rupert Evans, Molly Parker ve David Strathairn gibi güçlü isimler eşlik ediyor. Beyazperdenin nota ustalarından Alexandre Desplat’ın müziği eşliğinde kalp burkan bir yolculuk. ABD’nin politik, tarihi, sosyo-ekonomik anlamda çalkantılı yıllarına içeriden samimi ama o ölçüde acemi, son derece naif bir bakış atıyor Ewan McGregor. İlk filmin acemiliği diyelim buna, her ne kadar kitabın neye ne kadar dokunduğunu bilmeden. Kitabı okumadım şahsen fakat her film, yönetmeninin yorumu ve bakışı olduğundan, elimizdekiyle yetinmek durumundayız ve perdede duran dram, ‘ah ne ince ve farklı olabilirdi her şey’ dileğini duyumsatıyor insana. Kötü değil ama yetersiz. (2,5 / 5)

 

SAVAŞ VADİSİ
Mel Gibson’un 2006 tarihli ‘Apokalipto’dan on yıl sonra, beşinci uzun metrajı için yönetmenlik koltuğuna oturduğu yapım, yaşanmış gerçeklere dayalı bir savaş dramı. Alttan alta; Tanrı, Amerika’yı korusun senfonisi içeren kahramanlık destanı, Amerikan askeri tarihinin onur madalyasına layık görülen ilk vicdani retçisinin hikayesini yansıtıyor perdeye. Japonlarla Amerikalılar arasında, İkinci Dünya Savaşı’nın en kanlı sahnelerini içeren Okinawa Savaşı’nda tek kurşun sıkmadan seksene yakın kişinin hayatını kurtaran sıhhiye eri Desmond Doss’un gerçek öyküsü. Kutsal kitabın, kendisine emrettiği gibi, kimseyi öldürmeyeceksin ilkesinden hareket eden Desmond, orduya gönüllü olarak yazılıp, eğitim sırasında silah kullanmama inadıyla, korkak olarak nitelense de, savaş meydanında gerçek kahramanlığını ne olduğunu tarihin sayfalarına yazdırır. Avustralya-ABD ortak yapımında başrolü Andrew Garfield üstlenmiş. Vince Vaughn, Sam Worthington, Hugo Weaving, Rachel Griffiths ve Teresa Palmer; oyuncu kadrosunun diğer önemli isimleri. Yeni Zelandalı görüntü yönetmeni Simon Duggan’ın birinci sınıf kamerası, özellikle son derece gerçekçi savaş sahnelerini, Beş Oscar’lı Spielberg filmi ‘Saving Private Ryan / Er Ryan’ı Kurtarmak’la aynı kefeye koyduruyor. İyi çekilmiş savaş filmi, kendi türü içinde hatırı sayılır düzeyde olsa da, ne dediği en başında söylenip biten öyküsü ve aynılık içeren özüyle çok etkilemiyor insanı; yine de vicdani ret gibi çok önemli bir meseleyi, tarihsel bir gerçeklikle buluşturması ve itinayla tasarlanması açısından seyre değer. (2,5 / 5)

 

BANA GİT DE
‘Benim ve Roz’un Sonbaharı’ filmiyle tanıdığımız Handan Öztürk’ün yönetmenliğini üstlendiği duygusal dram, varoluş sorgusu için doğuya doğru yolculuk yapan Ali’nin hikâyesini anlatıyor. İlk gösterimini, 23. Uluslararası Adana Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda yapan film, İstanbul’un iyi gitaristlerinden olan Ali’nin, derin bir varoluş bunalımı sonrası, pek çok şeyi geride bırakıp, yola düşmesiyle başlıyor. Yolculuğu sırasında, evinden kaçan Leyal adlı kadınla tanışan Ali, genç kadının peşinde, babaannesinin küçükken kendisine söylediği ‘ölümsüz şarkıyı bulmak için, farklı bir serüven yaşayacaktır. Başrolü Tayanç Ayaydın’ın üstlendiği yapımda, Atiye, Seyyal Taner, Birsen Dürülü, Umut Oğuz ve Rıza Sönmez diğer rolleri üstleniyorlar. Boşlukta ve ‘yolda’ salınan yerli yapım TV filmi ruhu ve estetiği taşıyor. (1,5 / 5)

Murat Şeker imzalı yerli komedi serisinin dördüncü halkası olan ‘Çakallarla Dans 4’ ve korku gerilim örneği ‘The House on Pine Street / Lanetli Ev’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler.

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar