Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

24 ŞUBAT 2023

23 Şubat 2023 Perşembe 12:22
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Çok şiddetli depremler, büyük bir felaket yaşadık! Ülke olarak tarifsiz bir acı içindeyiz! 06 Şubat 2023 saat 04:17’de Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinde 7.7 ve saat 13.24’te Elbistan ilçesinde 7.6 büyüklüğünde iki deprem meydana geldi ve yüreklerimiz yandı. Bütün yurtta ve dış temsilciliklerde yedi gün süreyle millî yas ilan edildi.
Depremden, Kahramanmaraş, Hatay, Adıyaman, Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır, Adana, Osmaniye, Kilis ve Malatya illerimiz etkilendi. Resmi rakamlara göre bu satırların yazıldığı an, kırk iki bini aşkın vatandaşımız hayatını kaybetmişti ve yüz yirmi bini aşkın yaralımız vardı. Dört yüz kırk sekiz bin vatandaşımız bölgeden tahliye edildi. 20 Şubat gecesi ise Hatay’da 6.4 ve 5.8 büyüklüğünde iki bağımsız deprem daha meydana geldi. Altı can daha hayatını kaybederken üç yüze yakın kişi de yaralandı.

Hayatını kaybeden canlarımıza rahmet, yaralılara acil şifalar diliyoruz.
Tek düşüncemiz yaraların bir an evvel sarılması! Gün, yardım, destek ve dayanışma günü! Nerede olursak olalım, depremzedeler için yapabilecek mutlaka bir şeyimiz olmalı! Yüreğimiz yanıyor!
Kelimeler kifayetsiz! Hal böyleyken hemen hiçbir şeyin, bizim işimiz özelinde filmlerin ve vizyonda ne olup olmadığının bir önemi kalmıyor! İnsan deprem bölgesinden uzakta, yatağında yatmaya, bir bardak çay içmeye, neredeyse nefes alıp vermeye utanıyor!
Öte yandan film şirketleri çalışmalarına devam ediyorlar. Sinemalar açık. Her hafta yeni filmler vizyona girmeye devam ediyor. İki haftadır ara verdiğimiz vizyon/film tanıtımlarına işimiz mecburiyeti gereği bu haftadan itibaren yeniden başlıyoruz.

 

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

O Pagador de Promessas
(Yönetmen: Anselmo Duarte / 1962)


Vidas Secas
(Yönetmen: Nelson Pereira dos Santos / 1963)


La Patagonia rebelde
(Yönetmen: Héctor Olivera / 1974)


Últimos días de la víctim
(Yönetmen: Afolfo Aristarain (1982)

Sur / Güney
(Yönetmen: Fernando E. Solanas / 1988)


İkisi yerli yapım olmak üzere, beş yeni film içeriyor 24 Şubat vizyonu!
Notlarımız arasında yer alan haftanın tek filmi ‘Lamborghini: The Man Behind the Legend / Lamborghini: Efsanenin Ardındaki Adam’


LAMBORGHINI: EFSANENİN ARDINDAKİ ADAM
-İmkânsızı istemek-

İtalyan araba üreticisi Lamborghini markasının kurucusu Ferruccio Lamborghini’nin hayat öyküsü! II. Dünya Savaşı sonrasında soyadını taşıyan çok önemli bir traktör ve havalandırma ile soğutma sistemleri üreticisi olan Lamborghini’nin (1916-1993) spor arabalara karşı olan büyük merakı ve hırsı sonucu, her yönü ile Ferrari’den daha iyi olan Lamborghini 350 GT Coupe otomobili yaratmasının gerçek hikâyesi. Ferruccio Lamborghini’nin savaş sonrası askerden döndükten sonra, iş hayatına atılması, ailesi ve emekliliğine dek özel hayatı dahil yaşadığı hemen her şeye yer verilmeye çalışılmış biyografik dramda.
2004 yapımı ‘Crash / Çarpışma’ ile ‘En iyi Orijinal Senaryo Oscar’ını elde eden Bobby Moresco’nun yazdığı ve yönetmen koltuğunda oturduğu filmde ünlü İtalyan araba üreticisini Frank Grillo canlandırıyor. Mira Sorvino, Gabriel Byrne gibi usta isimlerin yanı sıra Romano Reggiani, Hannah van der Westhuysen, Patrick Brennan, Tommaso Basili, Matteo Leoni ve Chiara Primavesi, öne çıkan diğer rolleri üstleniyorlar.
Büyük hayalleri olan genç Ferruccio, soyadının daima yaşayacağını söyleyerek, aile adını kullandığı traktör ve nihayet en büyük tutkusu olan araba üretimine başlar. Hayatının aşkı ile evlenen ve inandığı iş için elindeki her şeyi riske etmekten kaçınmayan Lamborghini’nin hedefi, çıkılabilecek en yüksek yerdir! Ferrari markasının kurucusu Enzo Ferrari’yle birlikte araba üretmek isteyen Lamborghini, ondan hayatının tokadını yer. O günden sonra, dünyanın en hızlı araçlarına sahip olan Ferrari’den daha iyisini yapmak için didinip durur. Aralarındaki amansız rekabet, otomobil tarihinin belki de en özel modellerini ortaya çıkaracaktır! Çok sevdiği eşinin ölümünden sonra gözünü diktiği hemen her şeyi elde etmek için varını yoğunu ortaya koyan ‘İnatçı, tutkulu, hırslı, çalışkan ve çapkın’ İtalyan adamın öyküsü, oldukça düz bir anlatıyla vücut bulmuş. Eli yüzü düzgün fakat sınırları belli olan yapım izletiyor kendini bir şekilde. Fonda dönemin sosyal, ekonomik ve kültürel ayrıntıları, Lamborghini özelinde yer bulmuş! (2,5 / 5)


Haftanın notlarımız arasında yer almayan diğer yenilerine bakacak olursak…
‘Ant-Man and the Wasp: Quantumania / Ant-Man ve Wasp: Quantumania’, Marvel Sinematik Evreni’nin beşinci fazının ilk filmi. ‘Avengers: Endgame’ sonrası insanlar arasındaki popülerliğinin keyfini çıkaran Scott Lang, yani Ant-Man’in, kızının yaptığı bir sinyal gönderici aracılığıyla bu sefer tüm ailesiyle birlikte Kuantum evrenine geçişini konu alıyor! Scott Lang ve Hope Van Dyne, Ant-Man ve Wasp olarak maceralarına devam etmek üzere geri dönüyorlar. Peyton Reed imzalı aksiyonu yüksek avantürde başrolü üstlenen Paul Ruud’a, Evangeline Lilly’nin yanı sıra dev oyuncular Michael Douglas, Michelle Pfeiffer ve Bill Murray eşlik ediyor.
İnatçı küçük bir arı olan Maya ve en iyi arkadaşı Willi, bir karınca prensesi kurtardıklarında, kendilerini garip yeni dünyalara götürecek ve arkadaşlıklarının sınırlarını zorlayacak destansı bir böcek savaşının ortasında buluyorlar. Almanya ve Avustralya ortak yapımı ‘Maya the Bee 3: The Golden Orb / Ara Maya 3: Altın Küre’, Noel Cleary imzası taşıyor.
Burak Küçük’ün yönettiği yerli korku-gerilim filmi ‘Cin Sureti’, Kanlıbel köyünde vuku bulan ürkütücü bir cin vakasını konu alıyor! Burak Küçük, Ogan Şenyolcu ve Mustafa Kavalcı ve Nazlı Çakal oyuncu kadrosunda yer alan isimler.
‘Batıl 2’, haftanın diğer yerli korku örneği. Bedel Art’ın yönettiği yapımda başlıca rolleri Buket Sivrikaya, Şeyma Yücel ve Adem Gerçek üstleniyorlar.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!

 

TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl öncesine, 2012 ve 2017 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.


Vizyonda bu hafta (24 Şubat 2012)

Bu hafta, ‘vizyonda tek başına’ durumu yaşanıyor. ‘En İyi Film’ dahil 5 dalda Oscar adayı olan Alexander Payne imzalı ‘Senden Bana Kalan / The Descendants’ haftanın yegâne seçeneği. Başrolünü George Clooney’nin üstlendiği dram, bütün Payne filmleri gibi hüzünlü ve gerçek. İçinde gülümseme ve umut da barındırıyor. Hayat gibi… 27 Şubat Pazartesi sabahı uyandığınızda, Oscar heykelciğiyle vücut bulan Akademi Ödülleri, 84. kez sahiplerine dağıtılmış olacak. Oscar’a en yakın film olarak duran ‘Artist / The Artist’ benimki dahil bütün tahminlerde öne çıkıyor ama şahsen gönlümde yatan en iyi film adayları; Scorsese imzalı ‘Hugo’, Terrence Malick ustanın son şaheseri ‘Hayat Ağacı / The Tree of Life’ ya da bu haftaya da ev sahipliği yapan ‘Senden Bana Kalan / The Descendants’… Neyse sonuçta, ‘her Oscar bana uzak; her Oscar biraz tuzak…’ Biz, emeğimizle üretmeye ve içimizdeki sinemadan çıkmış insana iyi bakmaya devam edelim. Neydi? ‘Çünkü sokak, sinemadan çıkmayanlarla dolu!’ Herkese iyi seyirler ve anlam yüklü, mutlu bir hafta!


SENDEN BANA KALAN
Alexander Payne, hayata, insana dair güzel, dokunaklı, içi dolu hikâyeleri, iyi ve keyifli anlatan bir zat. Yakın bir dost gibi. Uzun süredir görmediğiniz ama nerede bıraktıysanız, oradan başlayacağınız eski bir dost. Masada karşılıklı oturuyorsunuz. İlk kadehler geçmişe kalkıyor. O anlatıyor siz dinliyorsunuz… Orijinal adıyla ‘The Descendants’, bir roman uyarlaması. Kaui Hart Hemmings adlı yazarın eserinde, kısmen otobiyografik bir öykü anlatılmış sanki. Kitap, merak uyandırıyor filmin ardından. Anakıtada yaşayanlar tarafından enfes bir tatil beldesi, desenli renkli gömlekler, müzik, egzotik içkilerle bezeli bir cennet olarak düşünülen Hawaii’de yaşayan üst orta sınıf bir avukat ve ailesi… Halbuki her yer gibi bir yer Hawaii de. Cennet de cehennem de bir arada yaşanıyor. Avukat Matt King’in deniz kazası geçiren eşi komada. Doktorlar, uyanmasının imkânsız olduğunu söylüyorlar. Makinenin fişi çekilecek yani. İki kızı var King ailesinin. Biri yedi, diğeri on yedi yaşında. Bir anda karşılaşmadığı bir sürü gerçekle yüz yüze kalıyor Matt. İhmal ettiği sevdiklerini, duyarlılıkları fark ediyor. Ardından eşinin, kendisini başka bir adamla aldattığını öğreniyor. Bu ‘öteki’ adamla karşılaşmak ve eşinin ölüm döşeğinde olduğunu onun yüzüne söylemek için iki kızını alıp, komşu adaya bir yolculuğa çıkıyor. Yanlarında büyük kızın ‘zekiyim’ diyen ama aptal görünümlü erkek arkadaşı Sid’de var... Hikâyede kimseye kızamıyorsunuz. Ne Matt’e, ne ölüm döşeğindeki kadına, ne kızlara, ne Sid’e, ne emlakçı sevgiliye, ne cumhuriyetçi kayınpedere, ne Matt’in satılacak araziden para bekleyen kuzenlerine… Kimseye kızamıyorsunuz. ‘Ne yapsın?’ diyorsunuz herkes için… ‘Ne yapsınlar?’ Herkesin derdi içerisinde durur… Hayat zordur yeteri kadar. Adamın kızı ölmüş; ‘bir tanesi’. Kore’de savaşmış, Alzheimer’dan tükenmiş eşiyle yaşayan yaşlı bir adam. Bütün rüyalarını tüketmiş. ‘Çok güçlüdür o’ dediği kızı ölmüş. Kızıyor tabii. Onu ihmal ettiğini, onu mutsuz ettiğini düşünen damadına, ilgisiz torunlarına kızıyor. Herkes haklı. Matt’de öyle… Ciğeri acıyor Matt’in. Hemen herkesin ciğeri acıyor. Yalnızlık, para uğruna satılan her şey, iletişimsizlik. Yıllar boşa geçmiş sanki. Her şey ıskalanmış. Zaman ayrılmamış en çok sevilenlere. Gündelik uğraşlar, tekdüze oluşlar, suni sorumluluklar yüzünden yaşanan koyu bir pişmanlığı var Matt’in. Amerika denen doymak bilmez canavarın gelenek ve alışkanlıklardan beslenen konformizmi, onun hemen yanı başındaki eşitsizlikler. İnsanın insanı anlayamaması… En zor olanı. Ve o son veda… Bir arada olmanın değil, bir arada kalmanın önemi. Bir çocuğa açıklanan ölüm. Üstelik ilk ölümse karşılaştığı. Üstelik o ölüm annesininkiyse… Sonra bir battaniyenin altında iki kızıyla televizyon izleyen bir baba. Üçü birlikte öylece bakıyorlar. Hayat devam ediyor yanı başlarında. Olanca hüznü, adaletsizliği, getirdiği neşe, aşk, sevgi, nefret, pişmanlık, öfke, her neyse; bütün hızıyla sürüyor gündelik hayat. İnsana kalanlar ise; bir kavanoz kül, kötü veya iyi anılar, tuhaf bir sıcaklık hissi, öldüresiye pişmanlık, duvarları süsleyen bir aile albümü, miras kalan koca bir arazi. Emek harcanmadan kalanlarla; bir sürü emeğin sonucu. Sonu aynı ama. Kalanların, sona erenlerin ve devam edenlerin bıraktığı anlam… George Clooney’e eşlik eden iki genç aktris Shailene Woodley ve Amara Miller’ın çok iyi oyunları, sıcak ama epey hüzünlü öyküden geri kalan. Gerçekçi bir tespit Payne’in anlatısı. İnsanın içine bakan bir sinemacının bize gösterdiği; yaşadığımız acı dolu yerin anlam atlası…

 

Vizyonda bu hafta (24 Şubat 2017)

Şubat ayının son haftası, beraberinde; biri yerli yapım olmak üzere, beş yeni film getiriyor. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.

PATERSON
-İnsan nedir ve varoluş yarasının kabuğunu koparmak üzerine-

Günlük hayat ve insan ruhu üzerine, son derece incelikli gözlemler yapıyor yine Jim Jarmusch usta! Sıradan, küçük insanın pazartesiden pazara dek geçen yedi günü ve bir evin içine sığan ömrümüz. Tam zamanlı otobüs şoförü ve şair olan kahramanımız Paterson, New Jersey’in; kendi ismiyle aynı adı taşıyan kasabasında, Paterson’da yaşıyor. Şefkat dolu sevecen eşi ve köpeğiyle birlikte. Yirmi üç numaralı otobüsü kullanıyor her gün. Dinleyen, fazla konuşmayan biri. En büyük tutkusu ise yazmak. Şiir yazıyor. Kendisiyle sık sık ‘yalnız kalan’ Paterson, defterine dizeler karalıyor; hayat, yanı başından olanca rutini ve olağanüstü sürprizleriyle akarken.
Minimalist sinemanın babalarından Jarmusch’un on ikinci uzun metraj kurmacası, usta sinemacının hep daim yaptığı üzere; varoluş üzerine içi dolu paragraflar açmayı sürdürüyor. Varoluş yarasının kabuğunu kaldırıp tatlı tatlı kaşıyor Jarmusch. Cannes’de Altın Palmiye adayı olan yapım, sezonun en iyilerinden kesinlikle. Yalın ama o ölçüde güçlü öykü, insan ruhunun zenginliği ve önemi üzerinden, insancıl bir masal öte yandan! Adam Driver’ın müthiş performansına İran asıllı başarılı aktris Golshifteh Farahani ve sevimli köpek Nellie; aynı ‘tutkuyla’ eşlik ediyorlar.
Jarmusch’un eski bildik külliyatına, özellikle 2005 tarihli ‘Broken Flowers’a selam duran hikaye; perdeden; serin, temiz, duru bir ırmak gibi akıyor yüreğimize doğru. İnsanız işte diyor. Boş kağıtları doldurabilecek ruha sahibiz dünyanın haline rağmen. Sabahları bizi işimize götürecek olan yolu yürürken, ruhumuzla baş başa kaldığımız ender anlarda yahut asıl kendimizi anlatırız diğerlerine. Detaylarda gizlidir sihri hayatın. Her insan küçük, özel bir hediyedir, kendi kendine sunulmuş. (5 / 5)


GİZLİ SAYILAR
-Sayıların rengi olmaz! Afro-Amerikalı kadın matematikçilerin uzay düşleri.-

Bir grup Afro-Amerikalı kadın matematikçi; altmışların başında; ırkçılığın ve her türlü ayrımcılığın baskın olduğu dönemde, ABD’nin uzay programlarının emekleme yıllarında, NASA’nın yıldız isimleri olacaklardır. Theodore Melfi’nin yönettiği biyografik dram, gerçek kişi ve tarihi olayları yansıtıyor perdeye. Margot Lee Shetterly’nin kitabından uyarlanan yaşanmış öykü, Akademi Ödülleri’nde, ‘en iyi film’ dahil; üç dalda Oscar adayı.
Taraji P. Henson, Octavia Spencer ve Janelle Monáe’nin başrolleri paylaştığı yapımda, Jim Parsons, Glen Powell, Mahershala Ali, Kirsten Dunst ve Kevin Costner, oyuncu kadrosunun diğer güçlü isimlerini oluşturuyorlar. Rusya’nın, ABD’ye üstünlük sağladığı ilk uzaya çıkış denemeleri günlerinde, NASA, zor anlar yaşamaktadır. Irkçılığın tavan yaptığı zorlu zamanda, NASA’ya; günümüz bilgisayarlarının numerik görevlerini yapsın diye işe alınıp, ‘hesap makinesi’ görevi gören Afro-Amerikalı kadın çalışanlardan üçü, ABD’nin uzay zaferinde hayati rol oynayacaklardır.
Dönemin zorlu toplumsal dinamiklerini, sivil hak ve özgürlüklerle, ırkçılık üzerine verilen mücadeleyle harmanlayan, ‘hakiki kahramanlık’ öyküsü, dünyanın süper gücünün, kendi içinde verdiği akıl, bilim ve toplum kavgasını da başarıyla ele alıyor. Ayrımcılığı yok etmek, uzaya gitmekten daha güç diyor tarihsel biyografi özünde! Başarılı yapım tasarımı, dönemin en ufak ayrıntısına dek titizlikle bakmayı başarmış. Sosyal ve ahlaki değiniler, uzaya gitmenin değil belki ama uzaya gidecek bilincin oluşmasının önemine parmak basıyor. ABD, şu anda uzayda hakimiyet kurduysa, bu başarıda, Afro-Amerikalı vatandaşlarının da, en az beyazlar kadar pay sahibi olduğunu vurguluyor liberal yapım. Ana akım sinema örneği olup, bildik formüllere dayansa da, büyük prodüksiyon olma özelliğini, keyifle izlenen iki saatlik sürükleyici bir süreyle taçlandırmış. (3 / 5)


RESIDENT EVIL: SON BÖLÜM
- Milla Jovovich’li tür kırması, altıncı filmiyle ‘gürültülü’ biçimde veda ediyor (mu?)-

Japonya çıkışlı bilgisayar oyunundan beyazperdeye aktarılan bilimkurgu-aksiyon-korku-gerilim içeren tür kırması, altıncı ve ‘artık son’ denilen final bölümüyle karşımızda. ‘Resident Evil’ı, perdenin en uzun soluklu serilerinden biri haline getiren Paul W.S. Anderson, 2002’de yazıp yönettiği ilk filmden sonra dördüncü bölümle kendi yarattığı seriye geri dönmüştü.
Kahramanımız ‘Alice’i artık karakterle özdeşleşen gezegenin en hoş aktrislerinden Milla Jovovich canlandırıyor yine. Beşinci filmde, Umbrella şirketinin ölümcül T virüsünün, bütün insanları zombi kıldığını izlemiştik. İnsan ırkının gelecek umudu bağladığı Alice ise, gizemli geçmişinin sırlarıyla mücadele ederken, düşmanlarını da unutmuyordu tabii. Final bölümünde ise, kabusun başladığı yer olan Racoon Şehri’ndeki Kovan’a geri dönmek zorunda kalır kahramanımız. Bu Alice’in insanlığı ve kendi geçmişini kurtarmak için verdiği en zor mücadele olacaktır.
Tanıdık oluşlar, sırtını üç boyuta ve bilgisayar efektlerine bağlamış yine. Son jenerikler akarken, iç sesle tartışılan mesele, zanaat yanı güçlü yapımın, altıncı filmiyle ‘gürültülü’ biçimde, artık ‘kesin’ olarak veda edip, etmediği sorusu. (2,5 / 5)

Mert Dikmen’in yönettiği, gerilim türündeki yerli yapım ‘Cereyan’ ile Rusya’dan çıkagelen animasyon ‘Snezhnaya koroleva 3. Ogon i led / Karlar Kraliçesi 3: Ateş ve Buz’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Herkese tekrar iyi seyirler.

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar