24 EKİM 2014
Haftanın yeni film sayısı dokuz. Yerli komediler ‘Sabit Kanca 2’ ile ‘Delisin! Delisin!’, ve ‘yerli’ dram ‘Kağıttan Kayıklar’, notlarımız arasında yer alamayan yapımlar. Hemen her beğeniye seslenen zengin hafta, ilginizi bekliyor! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. Herkese iyi seyirler.
FURY
Savaş, önce masumiyeti, ardından bütün insanlığı öldürür ve en önemlisi, bu en vahşi zamanlarda, insan kalmak en önemlisidir diyor, David Ayer’in yazıp yönettiği ‘Fury’. ‘Harsh Times / Acımasız Hayat’, ‘Street Kings / Sokağın Kralları’, ‘End of Watch / Tehlikeli Takip’ ve ‘Sabotage / Sabotaj’ gibi, büyük şehrin netameli sokaklarında geçen nitelikli suç filmlerinin ardından, bu kez de bir savaş filmi çekmiş, asıl çıkışını 2001 tarihli Antoine Fuqua filmi ‘Training Day / İlk Gün’ün öyküsünü yazarak yapan David Ayer. Çok iyi yazılmış ve yönetilmiş bir savaş dramı, başrolünde Brad Pitt’i izlediğimiz ‘Fury’. İkinci Dünya Savaşı’nın son ama en kanlı günlerindeyiz… Nisan 1945’te, Almanya’ya girmiş müttefik devletlerin, düşman topraklarında ilerleyişi tanık olduğumuz. Bir Amerikan tankı ve içindeki beş askerin, bir gün içinde geçen öyküsü, perdede duran! Nazi Almanya’sının kalbinde, düşmana direnen ve vazgeçmek, evini, tankını terk etmek nedir bilmeyen beş asker ve dünyayı saran vahşi, kanlı savaş üzerinden, insanın yitirdiği her şey… Savaş, asla sessiz, sakin sona ermez diyen öyküde, düşman hatlarında, Pitt’in üstün bir performansla canlandırdığı Çavuş Don ‘Wardaddy’ Collier’e eşlik eden silah arkadaşlarını, genç ve yetenekli aktör Logan Lerman, Michael Peña, Shia LaBeouf ve Joe Bernthal canlandırıyorlar. İngiliz aktör Jason Isaacs, ‘4 luni, 3 saptamâni si 2 zile / 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’ adlı unutulması güç filmden tanıdığımız Romanyalı yetenekli aktris Anamaria Marinca ve Christian Petzold’un ‘Barbara’ filminden anımsayacağınız Almanyalı güzel aktris Alicia von Rittberg, son derece başarılı kadronun öne çıkan diğer isimleri. Ele geçirilen bir kasabadaki Alman evinde kurulan sofraya oturup, insan olduklarını anımsamaya çalışan ‘insanların’ acı yüklü trajedi sahnesi, perdeye yansıyan savaş temalı filmler arasında literatüre kolaylıkla girebilecek kalite ve duyguda! Keza, ağdalı dramı, ‘hafifletmek’ maksadıyla araya serpiştirilen tankların düello sahnesiyle, final hareketlenmesi de müthiş çekilmiş. Aksiyonun, özenli senaryo ve duyarlı meseleyi, hamasi kahramanlık hamleleriyle ucuzlatma durumu, kendini bazı anlar gösterip, hissettirse de, son derece etkili, usta işi bir film olmuş ‘Fury’. Iskalanamaz! Ha bir de şu var tabii: en önemli anda, o tankın içinde olmak önemli, uzaklaşıp, ormanlık alanda gözden kaybolmak kolay. (4 / 5)
AŞKIN HALLERİ
Ned Benson, 2013’te çektiği iki filmle (The Disappearance of Eleanor Rigby: Him / Her), evli bir çiftin bozulan ilişkisine; kadın ve adamın perspektifinden ayrı ayrı bakıyordu. İki farklı bakış açısını bir araya getiren ve bu iki filmin tek bir filme kurgulanmış hali olan ‘The Disappearance of Eleanor Rigby: Them / Aşkın Halleri’ ise, ilk kez gösterildiği Cannes Film Festivali ve ülkemizde geçtiğimiz hafta içinde düzenlenen Filmekimi’nden sonra, şimdi vizyonda izleyiciyle buluşuyor. Cannes’de, ‘belirli bir bakış’ bölümünde izlenen ve ilk uzun metraj filmlere verilen prestijli ‘altın kamera’ ödülüne aday olay romantik dram, her şeyden önce son derece zarif bir yapım. Connor ve adını, The Beatles’ın efsane şarkılarından ‘Eleanor Rigby’den alan Eleanor, evli, New Yorklu bir çifttir. Tutkulu bir aşkla bağlı olan ikilinin duygusal hayatları, çocuklarını kaybetmeleriyle sekteye uğrar. Herkesin acı ile baş etme yöntemi farklıdır tabii. Sarsılan evlilikleri, kendilerini, birer yabancı olarak görmeleriyle sürer. Aralarında var olan eski sevgi ve tutkuyu yeniden inşa etmek, hayatın kendisi gibi zorlu ve tahrip edici bir süreçtir… Aynı zamanda filmin yapımcıları arasında yer alan Jessica Chastain ve James McAvoy’un başrolleri paylaştıkları duygusal filmde, Viola Davis, William Hurt, Ciarán Hinds ve Isabelle Huppert gibi, çok usta oyuncular da yer alıyor. Kadronun performansı, tek kelimeyle büyüleyici. Kimi öne çıkarsak, bir diğerine haksızlık olur. Akıp giden nobran hayat, insanın karşısına dikilip duran kötü tesadüfler, hayatı törpüleyen zaman ve nefes almanın imkansızlığında, insanın tek zırhı olan aşk... Varoluşun, karmaşık bilinmezliğinde, en gerçek şeyin, koşulsuz sevginin birleştirdiği iki insanın, ‘kendilerini’ ve ‘birbirlerini’ yeniden bulma çabası, zarafet yüklü! (4 / 5)
ANNABELLE
Gerçekten ürküten, ‘gibi yapmadan’ korkutan, sıkı bir korku filmi ‘Annabelle’. Korku türünün son dönem önemli örneklerinden olan, James Wan imzalı 2013 tarihli ‘The Conjuring / Korku Seansı’ filminden çıkma bir karakter Annabelle… ‘Korku Seansı’nın kahramanları, paranormal olayları araştıran çift, Ed ve Lorraine Warren’ın, çözüme kavuşturdukları gizemli olaylardan birinin baş aktörü olan, oyuncak bebek Annabelle, bu kez kendi adıyla, kanlı, canlı bir filme dönüşmüş olarak beyazperdede. James Wan filmleri de aralarında olmak üzere, 1980’li yıllardan bu yana Hollywood’un yetkin görüntü yönetmenlerinden biri olan John R. Leonetti’nin yönettiği filmde, James Wan, yapımcı olarak yer alıyor kadroda. John, oyuncak bebek koleksiyonu yapan hamile eşi Mia için yeni bir oyuncak almıştır, sevgili eşine. Beyaz gelinlik giydirilmiş, eşine zor rastlanır antika bebek Annabelle, gerçek bir bebek bekleyen Mia için uygun bir hediye olacaktır. Çift, bir gece, iki sapkın tarikat üyesinin saldırısına uğrar. Polisin eve gelmesiyle beraber, etkisiz hale getirilen ve öldürülen saldırganların ardından, normal giden her şey değişir. Saldırganlar, ailenin hiç tahmin edemeyeceği şeyi yapıp, kötü bir ruhu evde bırakmışlardır. 1970’li yılların başında geçen öykü, son derece ürkütücü anlara sahip. Asansörde geçen sahneler ve kötü ruhun, bebek görünümünden gerçek haline dönüşerek odalar arasında koşuşturması, koltuğunuzdan bir hayli yükseklere zıplatıyor sizi. Asıl olarak, popüler bir korku serisine dönüşen, 1988’de Tom Holland imzasıyla perdeye yansıyan ‘Child’s Play / Çocuk Oyunu’nun kötücül ve katil ruhlu oyuncak bebeği ‘Chucky’den beslenen yapım, müthiş klasikler ‘The Exorcist / Şeytan’, ‘Poltergeist / Kötü Ruh’, ‘Rosemary’s Baby / Rosemary’nin Bebeği’, ‘The Omen / Kehanet’ ve son dönemin korku örneklerinden birçoğundan, örneğin The Conjuring / Korku Seansı’ ve ‘Insidious / Ruhlar Bölgesi’nden de ciddi referanslar içeriyor. Annabelle Wallis ve Ward Hanton’un genç çifti, başarıyla canlandırdıkları kaliteli korku örneğinde, Alfre Woodard ve Tony Amendola’da rol alıyorlar. İlk bakışta ‘düz’ görünümlü öyküsüyle, yeni buluşlar ve açılımlara girişmese de, başarılı atmosferi ve üst düzey görüntü yönetimiyle, amacına ulaşıyor film, korkutuyor! (3,5 / 5)
YA AŞKSA
Kanada-İrlanda ortak yapımı romantik komedi, özellikle yirmili yaşlarını süren genç izleyiciye sesleniyor sanki. Kırklarındaki bizler için bile, uzay boşluğunda yaşayan kahramanlar, perdedeki karakterler sanki! Neyse, bu girişi fazla önemsememek gerek belki de. Sonuçta, düzgün anlatılmış, temiz bir film orijinal adıyla ‘What If’. Namı diğer ‘Harry Potter’ Daniel Radcliffe ve usta yönetmen Elia Kazan’ın torunu Zoe Kazan’ın başrollerini paylaştığı, mizah soslu romantik yapımı, Kanadalı Michael Dowse yönetmiş. T. J. Dawe’nin ‘Toothpaste and Cigars’ adlı sahne oyunundan perdeye uyarlanan film, bir önceki ilişkisinden yara almış Wallace ile ciddi bir ilişki sürdürdüğünü düşünen Chantry’nin arkadaşlıktan sevgililiğe bir türlü geçemeyişleri üzerine eğlenceli ve romantik bir öykü anlatıyor. Buraya kadar her şey iyi de, yerçekimini, uçağın uçabilirliğini, faks makinesini, telefonu bile anlayabilen biri için, filmdeki ikilinin ‘en uygun’ ortamda birlikte olup, bunu bir gıdım öteye götürememesi, mantık hatası olarak yorumlanabilir! Bir de bu karakterler ne yer ne içer. ‘emek’le olan ilişkilerinde ciddi boşluklar var hikayenin kahramanlarının. Olayın, ağırlıklı olarak, medeniyetin başkentlerinden Toronto’da geçmesi, bütün sosyo-ekonomik problematikleri yok etmiyor ya! Neyse, özetle, lay-lay-lom-lom, her şeyi yalayıp yutmuş, entelektüel, hafif şımarık, küstah, çok bilen gençlerin aşk hikayesi, bizim coğrafyaya ve medarı maişet dertlerimizle, varoluş sorularımıza biraz uzak olsa da, fazla tuzak değil! Sonuna dek rahatlıkla izleniyor hatta. Bir de gençseniz, en önemlisi aşıksanız ve dünya avucunuzun içinde gibiyse, değmeyin keyfe! (2 / 5)
BİRLEŞEN GÖNÜLLER
Yaşanmış olaylardan esinlenerek perdeye uyarlanan dram, İkinci Dünya Savaşı yıllarında başlıyor ve 1990’lara dek uzanıyor. İki aşk ve sevda öyküsü, iki ayrı zamanda yaşanan... 1940’ların başında, Sovyetler Birliği’ne bağlı, Kuzey Kafkasya’da açılıyor film. Nazilere karşı savaşan kızıl ordu, yeni evli iki sevgiliyi, Kuzey Kafkasya Türklerinden Niyaz ve Cennet’i ayırır. Niyaz, silah altına alınmıştır ve iki aşık, savaşın en ateşli günlerinde birbirlerine söz verirler. Niyaz, döneceğine, Cennet’te bekleyeceğine dair… Öte yandan 90’larda yaşanan ikinci öykü, bir öğretmenin, memleketinden uzakta, inşaatında görev aldığı okulda ve gurbette yaşadığı zorluklara değinirken, öğretmenin eşinin, Cennet hanımla tanışması, iki hikayenin bir noktada kesişmesini sağlar. Hasan Kıraç’ın yönettiği yerli dram, savaşın ve en zorlu koşulların bile aşklarına mani olamadığı iki insanın öyküsü üzerinden, sevda olgusuna değiniyor. İkinci Dünya Savaşı sahneleri oldukça titiz çekilmiş. Özellikle tren vagonundaki doğum sahnesi akılda kalıcı. Bazı sarkmalar, öyküye ait ufak detaylar, tekrarlar ve iki öykünün tartım sorunu haricinde, eli ayağı düzgün, izlenir bir iş ‘Birleşen Gönüller’. Biz dışardan bakanlar ve ne olduğu hakkında fazla fikri olmayanlar için, ‘hizmet hareketini’ izah eden yanı öne çıkarılmış filmin. Masalsı tarafı ve hikayeye katılmış biçim denemesiyle, bazı anlar akla Tarsem Singh’in 2006 tarihli fantastik macera öyküsü ‘The Fall / Düşüş’ü getiriyor akla yapım. Hande Soral, Serkan Şenalp, Erkan Severi Atılgan Gümüş, Yağmur Kaşifoğlu, Sema Çeyrekbaşı ve usta aktör Fikret Hakan’ın oluşturduğu başarılı oyuncu kadrosu da ellerinden geleni sergilemişler. (2,5 / 5)
NERGİS HANIM
33. İstanbul Film Festivali’nde, hasretle andığımız sevgili dostumuz Seyfi Teoman’ın adını taşıyan ‘Seyfi Teoman İlk Film Ödülü’nü elde eden yapım, Görkem Şarkan’ın yazıp yönettiği bir ilk film! Tek mekanda, yoksul ve bakımsız bir evde geçen öyküde, Alzheimer hastası bir anne ve oğlunun öyküsünü izliyoruz. Hep, denizlerde gezecek bir denizci olmak istemiş ama Azheimer hastası annesine bakmak için, bütün hayatını, hayal ve isteklerini ertelemiş olan orta yaşlarını süren Ekrem ve yaşlı annesi Nergis’in trajik öyküsü, memleket halleriyle, sosyo ekonomik sorunlarla sarmalanmaya çalışılmış. Birbirinin tıpatıp aynısı, karbon kağıdı günleri, küçük bir evde birlikte geçiren anne-oğul, sabır denen olgunun sınırlarında gezinmektedirler. Zerrin Sümer ve Settar Tanrıöven’in başrolleri paylaştığı filmde, Begüm Akkaya ve Faruk Barman adlı genç oyuncular da rol alıyorlar. Küçük, samimi hislerle çekildiği belli bir film, 21. Adana Altın Koza Film Festivali’nde, ulusal yarışmada yer alan ‘Nergis Hanım’ fakat kaçan bir fırsat. Senaryoda vurgulanan tekrarlar, boşluklar, ötelenen önem sıraları, küçük mantık hataları, üstelemeler ve zorlama gerilim anları, bambaşka yerlere gidebilecek hüzünlü öyküyü yarı yolda bırakıyor adeta. Oyunculuk, vasat altında kalmış filmin öne çıkan unsuru olmuş. (1,5 / 5) MURAT ERŞAHİN