Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

23 NİSAN 2021

23 Nisan 2021 Cuma 15:33
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. Tam bir yıl geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle olacak/oluyor! Yani ‘tarihte bu haftaya’ bakacağız! Bu hafta yine eskiye, 23 Nisan 2010’a dönüyoruz ve tam tamına on bir yıl önce bugün vizyona ne girmiş, tekrar anımsıyoruz…

Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler! 

Vizyon madem halen filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ öneriyor!

ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Dr. Jekyll and Mr. Hyde / İki Ruhlu Adam
(Yönetmen: Rouben Mamoulian / 1931)

La règle du jeu / Kocası ve Aşığı
(Yönetmen: Jean Renoir / 1939)

Les enfants du paradis / Cennetin Çocukları
(Yönetmen: Marcel Carné / 1945)

La Ronde / Halka
(Yönetmen: Max Ophüls / 1950)

Gertrud
(Yönetmen: Carl Theodor Dreyer / 1964)


Güncel öneriler

Filmler:

Night in Paradise / Cennette Bir Gece
(Yönetmen: Park Hoon-jung)
Kanlı bir trajedinin ardından hedef hâline gelen haksızlığa uğramış bir gangster, Jeju Adası’nda saklanırken ölümün eşiğindeki bir kadınla yakınlaşır. Güney Koreli yaman sinemacı Park Hoon-jung’un yazıp yönettiği suç öyküsü, güzünü budaktan esirgemeyen tavizsiz bir sertliğe ve incecik bir romantizme sahip!

Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?
(Yönetmen: Andaç Haznedaroğlu)
Gülseren’in hayatı, acısıyla tatlısıyla Türkiye’nin yıllar içinde geçirdiği değişimin aynası. Onu başkalarından ayıransa sivri dili, zekâsı ve ateş böceklerine olan sevdası. Yılmaz Erdoğan’ın 1999 yılında sahnelediği ‘Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?’ adlı oyunundan uyarlanan aynı adlı filmin başlıca rollerini Ecem Erkek, Devrim Yakut ve Engin Alkan üstleniyorlar.

Stowaway / Kaçak Yolcu
(Yönetmen: Joe Penna)
Kızıl gezegen Mars’a doğru yol alan üç kişilik mürettebat, kaçak bir yolcunun gemideki herkesin hayatını riske atmasıyla son derece zor bir seçim yapmak zorunda kalırlar. Bilimkurgu ve gerilim kırması dramın dört kişilik ‘seçkin’ oyuncu kadrosunda usta aktris Toni Collette’in yanı sıra, Anne Kendrick, Daniel Dae Kim ve Shamier Anderson’u izleyeceğiz. 

Thunder Force / Yıldırım Gücü
(Yönetmen: Ben Falcone)
Biri, özel güçler kazanmaya yarayan tedavinin mucidi; diğeri ise tedavinin ilk deneği. Bu iki çocukluk arkadaşı kurdukları sıra dışı ekiple kentlerini suçtan koruyacak. Mizah yüklü aksiyonda; Melissa McCarthy ve Octava Spencer ikilisine, Jason Bateman ve Bobby Cannavale eşlik ediyorlar.

Hasta el ciolo / Sınır Yok
(Yönetmen: Daniel Calparsoro)
İspanya’dan çıkagelen aksiyonu yüksek suç öyküsünde usta aktör Luis Tosar, iki genç oyuncuya; başrolü de üstlenen Miguel Herrán ve Carolina Yuste’ye eşlik ediyor! Madrid’in bir banliyösünde yaşayan teknisyen Ángel, Estrella'ya âşık olmasının ardından soygunculuğa başlar ve kararlı bir dedektifin hedefi hâline gelir.


Diziler:
Better Call Saul
(Yönetmen: Vince Gilligan, Peter Gould)
Sevilen dizi ‘Breaking Bad’in öncesine uzanan Emmy adayı dizide, ufak çaplı avukat Jimmy McGill’in ahlak yoksunu ‘hukuk adamı’ Saul Goodman’a adım adım dönüşmesini izliyoruz. Bob Odenkirk, Jonathan Banks ve Rhea Seehorn başlıca rolleri üstleniyorlar yaman suç dramında!

Sisyphus: The Myth
(Yönetmen: Jin Hyuk)
Güney Kore yapımı fantastik aksiyon türün hayranları için içi dolu anlar vaat ediyor! Dâhi bir mühendis, akıl almaz bir olayın ardından hem dünyanın tehlikeli sırlarını öğrenir hem de onu bulmak için gelecekten gelen bir kadınla tanışır. 

Dead Places
(Yönetmen: Gareth Crocker)
Ablasının henüz çocuk yaştaki gizemli ölümünü, bir türlü aklından çıkaramayan yazar, yeni kitabı için bir dizi doğaüstü olayı araştırmak üzere Güney Afrika’ya geri döner. Korku-gerilim içeren Güney Afrika yapımında Anthony Oseyemi’ye, Shamilla Miller ve Rae Rangaka eşlik ediyorlar.

Law & Order: Organized Crime 
(Yönetmen: Dick Wolf, Ilene Chaiken, Matt Olmstead)
Başrollerinde usta aktör Christopher Meloni ile Altın Küre ödüllü Dylan Mcdermott’ın yer aldığı ‘Law and Order: Organized Crime, heyecan dolu bir polisiye. Gizemli suç serisinde dedektif Elliot Stabler’ın yıllar sonra New York Polis Departmanı’na dönüşüne ve organize suçla mücadeleye devam edişine tanık olacağız.

Chicago P.D. 
(Yönetmen: Dick Wolf, Michael Brandt)
Chicago’nun 21.bölgesinden sorumlu devriye polisleri ve istihbarat bölümünün aksiyon ve drama dolu maceralarını anlatan aksiyonu yüksek suç dramında Jason Beghe ve Jesse Lee Soffer önemli rolleri üstleniyorlar. 


Vizyonda bu hafta (23 Nisan 2010)

Haftanın film sayısı altı! zleme şansı bulamayıp sizle paylaşamadığım filmler ise, Rob Zombie’nin, John Carpenter’ın ünlü korku klasiğine devam ettiği ‘Halloween II: Katliam’ ile Jackie Chan’li ‘Kapımdaki Casus’ Herkese iyi seyirler…

GÖZLERİNDEKİ SIR
Yılın bomba etkisi yaratan yapımları ‘The White Ribbon / Beyaz Bant’ ve ‘Un Prophete / Yeraltı Peygamberi’ni geride bırakıp, ‘En İyi Yabancı Film’ Oscar’ını kazanan Arjantin yapımı sinemalarda. Arjantinli yazar Eduardo Sacheri’nin ‘La pregunta de sus ojos’ adlı romanından beyazperdeye uyarlanan tür kırması (romantizm, politik dram, gerilim) yapımı, Juan José Campanella yönetmiş. Son dönemde özellikle Hollywood’a gelip, TV için yönettiği ünlü dizilerle adını duyuran Campanella’nın filminin başrolünü, Arjantin’in muhtemelen en popüler aktörü Ricardo Darin üstleniyor. Yirmi beş yıl önceye uzanan bir cinayet araştırması. Bir sorgu müfettişi ve emrinde çalıştığı güzel hâkim arasındaki büyük aşk. Nihayetinde, 1974’ten 2000’lerin başına uzanan bir dönemde Arjantin gerçeği. Siyasi dramdan romantizme, gerilimden kara filme uzanan türler buluşması, çok temiz, klasik bir sinema ile yansımış perdeye. Toplam otuz dört ödül kazanan yapım, faşist devlet-sistem geleneğinden beslenen kötücüllüğün kurbanlarını bir suç öyküsünde anlatırken, kelimelere dökülememiş imkânsız ve ertelenen sevda sözlerinin önemine, aşkın sınır-zaman tanımazlığına ve intikamın toplumsal yanına değiniyor. Bütün bunları yaparken, klasik anlatıdan uzaklaşmıyor film. Kırılma anlarında karşılaştığımız sahne ve planlar, bir sonrası için hiçbir bilinmeze, sürprize yol açmadan dümdüz gelişiyor. Bu eksiklik, filmin yavan tadı olarak kalıyor damakta. Başından sonunu değil ama öykü ilerledikçe, karanlık bulmacanın parçalarını kolaylıkla bir araya getirebiliyorsunuz. Oysa tahmin edilmez olsun istiyorsunuz karşınızdaki. Yönetmenin bazı hamleleri, meseleyi basitleştiriyor, oldubittiye getiriyor adeta. Fakat öyküde yer alan suç unsurunun, politik bir zemine oturtuluşu ve son derece ince duygusallık, rahatlıkla izletiyor perdeye yansıyanı. Akademi üyelerinin tutuculuğundan mı, klasik sinemanın mütevazı gücünden mi yahut yıl içinde birçok önemli ödül kazanıp, çok konuşulmalarından mı bilmiyorum; ‘Beyaz Bant’ ve ‘Yeraltı Peygamberi’nin çok gerisinde bir başarının; bu iki filmin önüne geçmesi düşündürüyor insanı. İyi, eli ayağı düzgün, siyaseten doğru ama beklentimin uzağında bir film olarak kalıyor ‘Gözlerindeki Sır’.

SİYAH BEYAZ
Ahmet Boyacıoğlu, gerçek bir sinema sevdalısı. Çok uzun bir süre genel cerrah olarak doktorluk yapan Boyacıoğlu, artık yeter deyip, büyük aşkına, sinemaya dönen bir insan. Onu anlayabiliyorum. Sistemin içinde geçerli olan birçok şeyi elinin tersiyle itip, sadece sinemaya, o en büyük tutkuya teslim olan birçok dost var etrafta. Kalabalığız büyük yalnızlığımızda... Efsane bir sözdür ‘sinemanın gözü bozduğu gibi aklı da bozduğu’. Yıllar önce bir yer gösterici, Levent Lir söylemişti bu özlü sözü. O da bir sinema aşığıydı. Tıpkı Ahmet gibi, benim gibi, tanıdığım yüzlerce dost gibi, belki de binlercemiz gibi…  Ahmet Boyacıoğlu, Ankara Film Festivali’yle ısındı yedinci sanata. Ardından Ankara Sinema Derneği başkanı oldu ve gezici festivali yarattı. Bütün zorluklarla baş ederek, son derece güçlü ve mütevazı bir festival armağan etti insanlara. Nereye giderse gidiliyor şimdi. Neresi gezilecekse, geziliyor… Kars’ı onunla sevdik, Artvin’i de öyle. Kim bilir daha nerelere götürecek bizi?
Yurt içi, yurt dışı festivallerde boy gösteren, meseleye kafa yoran, sinemayla yatıp kalkan Ahmet, bir de film çekti. Bu hafta perdeye yansıyacak filmi yazıp yönetti. ‘Siyah Beyaz’, adını Ankara’nın ünlü barı ve sanat galerisinden alıyor. Müdavimleri olan özel bir yerdir gerçekten ‘Siyah Beyaz’. Ankara’daki öğrencilik yıllarımda ben de defalarca uğramıştım bu mekâna. Müdavim olarak başka yerlerdi tercihim ama barın bazı müdavimlerini tanırım. Teyzem Avukat Necla Fertan, Ankara’ya davaları için geldiğinde, hızlı eski tüfek dostlarıyla arada bir uğrardı bu adrese. Ressam Cemil Eren ve sanatçı-gazeteci daha birçok Ankaralı üstatla, bu lezzetli yerde keyifli dakikalar yaşadım ben de… Filmi izlerken yitip gitmiş birçok değerli an takıldı kafama. Anılar tuhaftır. Geldi mi gitmezler hemen. Bir süre kalırlar sizle… Filmden kopmamaya çalışarak izledim Ahmet’in anlattıklarını. Barın müdavimi bir avuç dost üzerinden ‘hoş’ şeyler anlattı. Düşler, hayal kırıklıkları, öfkeler, geçmiş, sevdalar, umutlar, acı tatlı anlar ve ‘yaşanan gerçeklerle’ adına hayat dediğimiz şey… Etkili miydi peki perdedekiler? Pek değil! Bu meselelerin çok daha iyi anlatılanlarını seyrettiğim için belki. Belki de, sinema büyüsünün beni yeteri kadar tesiri altına almaması yüzünden. Alain Resnais, ‘Smoking/No Smoking’ filminde yaşama dair ufak ama tesirli ayrıntıları nasıl da leziz ve içinde çıkmak istemeyeceğiniz bir atmosferde anlatıyordu hani. Yahut Eric Rohmer, ‘Paris Randevuları’nda. ‘Birbirimizi Öyle Çok Sevmiştik Ki’ diyordu Scola ve ‘Teras’ta yine çok ince duyarlıklara değiniyordu; kavgaya, özleme, dostluğa ve hayata. Bu örnekler saymakla bitmez… Filmin hemen hepsi usta olan aktörleri, ‘serbest bırakıldıkları’ için küçük şovlar yapmışlar. Biraz frenlenmeleri gerekiyordu sanki. Bu yüzden, oyunculuk deneyimi, diğerlerinin yanında hemen hiç olmayan Şevval Sam, filmin en gerçek ismi olarak öne çıktı fikrimce. ‘Siyah Beyaz’a ve mekânın duvarlarındaki müdavimlere, artık aramızda olmayan değerli isimlere saygı duruşunda bulunan film, öyküsünü tek mekânın dar olanaklarına hapsetmemiş. Olabildiğince gezdirmiş bizi. Gölbaşı’nda balığa da çıkıyoruz, kahramanların özel hayatlarını sürdürdükleri mahremiyetlerine de tanıklık ediyoruz, Ankara sokaklarında da dolaşıyoruz. Bu da filmin artılarından. Son tahlilde Ahmet Boyacıoğlu’nun da bir filmi var artık iyi kötü. (izlettiriyor kendini.) Sonuçta, üstat, ‘kamera’ demiş ve kafasındakileri perdeye yansıtmış. Beğenelim, beğenmeyelim, bu cesareti göstermiş. Umarım devamı gelir ve Ahmet, daha iyi bir film çeker. Ahmet’i oradan oraya koşuştururken, çok sevdiği birasını yudumlarken, ‘sinema’ için didinirken, dostlarıyla şakalaşırken, küçücük vücuduna rağmen nerden geldiğini asla çözemediğim ve çözemeyeceğim doğal enerjisi, yitirmediği gülümsemesi, dudağından nefis bir ıslıkla çıkan enternasyonel’le gıpta ile izlerken anımsıyorum hep. Hayat enerjisiyle bana güç veren biri. İyi çekmiş, kötü çekmiş, bu pek önemli değil. Bir filmi var işte şimdi… 

EJDERHANI NASIL EĞİTİRSİN?
Bir Viking köyündeyiz. Vikinglerin reisi, nam salmış ününe yakışan cesarette bir adam. Kocaman, korkusuz, savaşçı… Ejderhalar ise Vikinglerin en büyük düşmanları… Her doğan çocuk, bu ‘canavar’lara karşı önyargıyla büyüyor. Bir Viking olabilmek için, bir ejderhayla dövüşmek ve onu öldürmek gerek. Ama reisin oğlu, bütün kabileden farklı, ‘başka’ bir çocuk. İnsancıl ve çok zeki. Ejderhaları öldürerek ‘erkek’ olunmayacağına inanıyor. Yaralı bir ejderha ile rastlaşıp, dost olunca bu inancı pekişiyor ve yerleşik kuralları yıkıp, yeni bir barış dönemi başlatmak, gerçek bir devrim yaratmak için büyük bir fırsat çıkıyor karşısına. ‘Lilo & Stitch’ filminden anımsayacağımız iki yönetmenin imzaladıkları animasyon, İngiliz yazar Cressida Cowell’in bir seriye dönüşen aynı adlı çocuk kitabından uyarlanmış. Üç boyutlu olarak ve Türkçe seslendirme ile izlenecek el emeği göz nuru animasyon, küçük izleyicilere 23 Nisan hediyesi. Ejderha eğitimine tabi tutulmak isteyen yetişkinler ve her daim çocuk olan cesur devrimciler için de bir sakıncası olmayan sürükleyici bir seyirlik. 

ÖDÜL PEŞİNDE
Aksiyon içeren romantik komedi, vasatın epey altında bir yapım. Açıkçası ne heyecanlandırıyor, ne duygulandırıyor, ne güldürüyor… Öylesine bir şey işte perdedeki. Uzun mu uzun bir de… Jennifer Aniston ve Gerard Butler’ın kimyası sadece ikisi arasında;  izleyiciye geçen hiçbir his yok. İkiliyi yeniden beraber izlemek bir yana, ayrı ayrı filmlerde izlemek bile zor bu deneyimden sonra…

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar