23 NİSAN 2010
Haftanın film sayısı 6. İzleme şansı bulamayıp sizle paylaşamadığım filmler ise, Rob Zombie´nin, John Carpenter´ın ünlü korku klasiğine devam ettiği ´´Halloween II: Katliam´´ ile Jackie Chan´li ´´Kapımdaki Casus´´. Herkese iyi seyirler…
GÖZLERİNDEKİ SIR
Yılın bomba etkisi yaratan yapımları ´´The White Ribbon / Beyaz Bant´´ ve ´´Un Prophete / Yeraltı Peygamberi´´ni geride bırakıp, ´En İyi Yabancı Film´ Oscar´ını kazanan Arjantin yapımı sinemalarda. Arjantinli yazar Eduardo Sacheri´nin ´La pregunta de sus ojos´ adlı romanından beyazperdeye uyarlanan tür kırması (romantizm, politik dram, gerilim) yapımı, Juan José Campanella yönetmiş. Son dönemde özellikle Hollywood´a gelip, TV için yönettiği ünlü dizilerle adını duyuran Campanella´nın filminin başrolünü, Arjantin´in muhtemelen en popüler aktörü Ricardo Darin üstleniyor. Yirmi beş yıl önceye uzanan bir cinayet araştırması. Bir sorgu müfettişi ve emrinde çalıştığı güzel hâkim arasındaki büyük aşk. Nihayetinde, 1974´ten 2000´lerin başına uzanan bir dönemde Arjantin gerçeği. Siyasi dramdan romantizme, gerilimden kara filme uzanan türler buluşması, çok temiz, klasik bir sinema ile yansımış perdeye. Toplam otuz dört ödül kazanan yapım, faşist devlet-sistem geleneğinden beslenen kötücüllüğün kurbanlarını bir suç öyküsünde anlatırken, kelimelere dökülememiş imkânsız ve ertelenen sevda sözlerinin önemine, aşkın sınır-zaman tanımazlığına ve intikamın toplumsal yanına değiniyor. Bütün bunları yaparken, klasik anlatıdan uzaklaşmıyor film. Kırılma anlarında karşılaştığımız sahne ve planlar, bir sonrası için hiçbir bilinmeze, sürprize yol açmadan dümdüz gelişiyor. Bu eksiklik, filmin yavan tadı olarak kalıyor damakta. Başından sonunu değil ama öykü ilerledikçe, karanlık bulmacanın parçalarını kolaylıkla bir araya getirebiliyorsunuz. Oysa tahmin edilmez olsun istiyorsunuz karşınızdaki. Yönetmenin bazı hamleleri, meseleyi basitleştiriyor, oldubittiye getiriyor adeta. Fakat öyküde yer alan suç unsurunun, politik bir zemine oturtuluşu ve son derece ince duygusallık, rahatlıkla izletiyor perdeye yansıyanı. Akademi üyelerinin tutuculuğundan mı, klasik sinemanın mütevazı gücünden mi yahut yıl içinde birçok önemli ödül kazanıp, çok konuşulmalarından mı bilmiyorum; ´´Beyaz Bant´´ ve ´´Yeraltı Peygamberi´´nin çok gerisinde bir başarının; bu iki filmin önüne geçmesi düşündürüyor insanı. İyi, düzgün, siyaseten doğru ama beklentimin uzağında bir film olarak kalıyor ´´Gözlerindeki Sır´´.
SİYAH BEYAZ
Ahmet Boyacıoğlu, gerçek bir sinema sevdalısı. Çok uzun bir süre genel cerrah olarak doktorluk yapan Boyacıoğlu, artık yeter deyip, büyük aşkına, sinemaya dönen bir insan. Onu anlayabiliyorum. Sistemin içinde geçerli olan birçok şeyi elinin tersiyle itip, sadece sinemaya, o en büyük tutkuya teslim olan birçok dost var etrafta. Kalabalığız büyük yalnızlığımızda... Efsane bir sözdür ´sinemanın gözü bozduğu gibi aklı da bozduğu´. Yıllar önce bir yer gösterici, Levent Lir söylemişti bu özlü sözü. O da bir sinema aşığıydı. Tıpkı Ahmet gibi, benim gibi, tanıdığım yüzlerce dost gibi, belki de binlercemiz gibi… Ahmet Boyacıoğu, Ankara Film Festivali´yle ısındı yedinci sanata. Ardından Ankara Sinema Derneği başkanı oldu ve gezici festivali yarattı. Bütün zorluklarla baş ederek, son derece güçlü ve mütevazı bir festival armağan etti insanlara. Nereye giderse gidiliyor şimdi. Neresi gezilecekse, geziliyor… Kars´ı onunla sevdik, Artvin´i de öyle. Kim bilir daha nerelere götürecek bizi?
Yurt içi, yurt dışı festivallerde boy gösteren, meseleye kafa yoran, sinemayla yatıp kalkan Ahmet, bir de film çekti. Bu hafta perdeye yansıyacak filmi yazıp yönetti. ´´Siyah Beyaz´´, adını Ankara´nın ünlü barı ve sanat galerisinden alıyor. Müdavimleri olan özel bir yerdir gerçekten ´´Siyah Beyaz´´. Ankara´daki öğrencilik yıllarımda ben de defalarca uğramıştım bu mekâna. Müdavim olarak başka yerlerdi tercihim ama barın bazı müdavimlerini tanırım. Teyzem Avukat Necla Fertan, Ankara´ya davaları için geldiğinde, hızlı eski tüfek dostlarıyla arada bir uğrardı bu adrese. Ressam Cemil Eren ve sanatçı-gazeteci daha birçok Ankaralı üstatla, bu lezzetli yerde keyifli dakikalar yaşadım ben de… Filmi izlerken yitip gitmiş birçok değerli an takıldı kafama. Anılar tuhaftır. Geldi mi gitmezler hemen. Bir süre kalırlar sizle… Filmden kopmamaya çalışarak izledim Ahmet´in anlattıklarını. Barın müdavimi bir avuç dost üzerinden ´hoş´ şeyler anlattı. Düşler, hayal kırıklıkları, öfkeler, geçmiş, sevdalar, umutlar, acı tatlı anlar ve ´yaşanan gerçeklerle´ adına hayat dediğimiz şey… Etkili miydi peki perdedekiler? Cevabım hayır. Bu meselelerin çok daha iyi anlatılanlarını seyrettiğim için belki. Belki de, sinema büyüsünün beni yeteri kadar tesiri altına almaması yüzünden. Alain Resnais, ´´Smoking/No Smoking´´ filminde yaşama dair ufak ama tesirli ayrıntıları nasıl da leziz ve içinde çıkmak istemeyeceğiniz bir atmosferde anlatıyordu hani. Yahut Eric Rohmer, ´´Paris Randevuları´´nda. ´´Birbirimizi Öyle Çok Sevmiştik Ki´´ diyordu Scola ve ´´Teras´´ta yine çok ince duyarlıklara değiniyordu; kavgaya, özleme, dostluğa ve hayata. Bu örnekler saymakla bitmez… Filmin hemen hepsi usta olan aktörleri, ´serbest bırakıldıkları´ için küçük şovlar yapmışlar. Biraz frenlenmeleri gerekiyordu sanki. Bu yüzden, oyunculuk deneyimi, diğerlerinin yanında hemen hiç olmayan Şevval Sam, filmin en gerçek ismi olarak öne çıktı fikrimce. ´Siyah Beyaz´a ve mekânın duvarlarındaki müdavimlere, artık aramızda olmayan değerli isimlere saygı duruşunda bulunan film, öyküsünü tek mekânın dar olanaklarına hapsetmemiş. Olabildiğince gezdirmiş bizi. Gölbaşı´nda balığa da çıkıyoruz, kahramanların özel hayatlarını sürdürdükleri mahremiyetlerine de tanıklık ediyoruz, Ankara sokaklarında da dolaşıyoruz. Bu da filmin artılarından. Son tahlilde Ahmet Boyacıoğlu´nun da bir filmi var artık. İyi kötü. (Çok kötü de değil ayrıca, izlettiriyor kendini.) Sonuçta, üstat, ´kamera´ demiş ve kafasındakileri perdeye yansıtmış. Beğenelim, beğenmeyelim, bu cesareti göstermiş. Umarım devamı gelir ve Ahmet, daha iyi bir film çeker. Ahmet´i oradan oraya koşuştururken, çok sevdiği birasını yudumlarken, ´sinema´ için didinirken, dostlarıyla şakalaşırken, küçücük vücuduna rağmen nerden geldiğini asla çözemediğim ve çözemeyeceğim doğal enerjisi, yitirmediği gülümsemesi, dudağından nefis bir ıslıkla çıkan enternasyonel´le gıpta ile izlerken anımsıyorum hep. Hayat enerjisiyle bana güç veren biri. İyi çekmiş, kötü çekmiş, bu pek önemli değil. Bir filmi var işte şimdi… Bu arada ´iyi çekemediğini´ tekrar hatırlatayım ona ?
EJDERHANI NASIL EĞİTİRSİN?
Bir Viking köyündeyiz. Vikinglerin reisi, nam salmış ününe yakışan cesarette bir adam. Kocaman, korkusuz, savaşçı… Ejderhalar ise Vikinglerin en büyük düşmanları… Her doğan çocuk, bu ´canavar´lara karşı önyargıyla büyüyor. Bir Viking olabilmek için, bir ejderhayla dövüşmek ve onu öldürmek gerek. Ama reisin oğlu, bütün kabileden farklı, ´başka´ bir çocuk. İnsancıl ve çok zeki. Ejderhaları öldürerek ´erkek´ olunmayacağına inanıyor. Yaralı bir ejderha ile rastlaşıp, dost olunca bu inancı pekişiyor ve yerleşik kuralları yıkıp, yeni bir barış dönemi başlatmak, gerçek bir devrim yaratmak için büyük bir fırsat çıkıyor karşısına. ´´Lilo & Stitch´´ filminden anımsayacağımız iki yönetmenin imzaladıkları animasyon, İngiliz yazar Cressida Cowell´in bir seriye dönüşen aynı adlı çocuk kitabından uyarlanmış. Üç boyutlu olarak ve Türkçe seslendirme ile izlenecek el emeği göz nuru animasyon, küçük izleyicilere 23 Nisan hediyesi. Ejderha eğitimine tabi tutulmak isteyen yetişkinler ve her daim çocuk olan cesur devrimciler için de bir sakıncası olmayan sürükleyici bir seyirlik.
ÖDÜL PEŞİNDE
Aksiyon içeren romantik komedi, vasatın epey altında bir yapım. Açıkçası ne heyecanlandırıyor, ne duygulandırıyor, ne güldürüyor… Öylesine bir şey işte perdedeki. Uzun mu uzun bir de… Jennifer Aniston ve Gerard Butler´ın kimyası sadece ikisi arasında; izleyiciye geçen hiçbir his yok. İkiliyi yeniden beraber izlemek bir yana, ayrı ayrı filmlerde izlemek bile zor bu deneyimden sonra…
MURAT ERŞAHİN