Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

23 MART 2012

22 Mart 2012 Perşembe 22:46
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Vizyona giren altı yeni filmden ikisi notlarımız arasında bulunmuyor. Hafta içi, 23. Ankara Film Festivali’ni ziyaret ettiğimizden iki yerli yapım, “Bir Ses Böler Geceyi” ile “El Yazısı”nı izleyemedik. Buna karşılık, haftanın, hatta sezonun merakla beklenen filmleri aşağıda sizi bekliyor. ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ ruh durumunu son nefesinize kadar muhafaza etmeniz gerektiğini hatırlatır, sokağın sinemadan çıkmayanlarla dolu olduğunun altını yeniden çizmek isterim. Herkese iyi seyirler!

AÇLIK OYUNLARI
Son dönemde iyiden iyiye popüler hale gelen gençlik edebiyatının yeni örneği, vahşi bir can pazarında hayatta kalmaya çalışan dirayetli bir genç kızı taşıyor ana karaktere. Kapkara bir gelecek tablosu yaratan üç bölümlük popüler serinin, beyazperdeye yansıyan ilk bölümünü imzalayan isim ise “Pleasentville / Yaşamın Renkleri” ve “Seabiscuit / Zafer Yolu” filmlerinden tanıdığımız Gary Ross. 1962 doğumlu yazar Suzanne Collins’in ziyadesiyle gençlere seslenen ve çok satan distopik roman serisinin ilki olan “Açlık Oyunları / Hunger Games”, savaş ve felaketler sonrası tamamen değişen bir dünyada; Kuzey Amerika’dan arda kalan şekliyle Panem adında bir ülkede geçiyor. On iki bölge ve bir başkentten oluşan ülkede, her yıl düzenlenen vahşi bir yarışma var. Kuralları, sesi başkentten yükselen despot rejim tarafından koyulan ve uzun yıllardır süregelen geleneksel ve kanlı bir yarışma bu. On iki bölgeden seçilen, yaşları 12-18 arasındaki genç kız ve genç erkeklerden oluşan yarışmacılar, son kişi ayakta kalana dek kanlı bir oyun oynuyorlar. Televizyondan canlı olarak yayımlanan vahşi yarışmanın kuralları, duruma göre değiştirilebiliyor. Yarışmanın sonunda hayatta kalan tek kişi oluyor. Kaybetmek, hayata veda etmek anlamında. Sıkıntısız ve garantili bir hayata adım atmak demek, kazanmak. Fakir, korku ve belirsizlik içinde yaşayan halk içinse değişen bir şey yok tabii. Kahramanımız Katniss Everdeen adında bir genç kız. Belki de en yoksul ve çaresiz bölge olan 12. Bölgeyi, eski arkadaşı Peeta Mellark ile birlikte temsil ediyor. Güçlü karakteri ve dayanma azmine güvenen Katniss, bütün zorluklara rağmen ayakta kalmaya çalışan son insan olmanın mücadelesini verirken, dışardaki dünyanın kurallarının, yarışmadan çok farklı olmadığını da, en başından beri biliyor zaten. Distopik ve politik tonuyla, gençlere; savaş, baskı, totaliter rejimler; duygular, azim ve erdem başta olmak üzere; insan doğası hakkında hemen her şeyi ihsas ettirmeye çalışan kitap ve film; şiddet dozu konusunda soru işareti yaratıyor. Anlatmak ve altını çizmek istediği şeyi başaran ama bunu yaparken, yine eleştirdiği şiddet ve dehşete başvuran eser, tartışmaya ve her türlü yoruma açık. Gary Ross ise eli ayağı düzgün bir işe imza atmış kanımca. Biçimi, işçiliği, anlatımı kötü değil perdedeki filmin. Aksiyon tarafı ihmal edilmeyen dramatik bilimkurgunun başrolünü ise; 2010 tarihli “Winter’s Bone / Gerçeğin Parçaları” ile gönüllere taht kurup, henüz yirmi yaşındayken ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında Oscar adayı olan çok yetenekli ve güzel aktris Jennifer Lawrence üstlenmiş. Josh Hutcherson, Stanley Tucci, Woody Harrelson, Elizabeth Banks, Wes Bentley ve Liam Hemsworth, kadronun öne çıkan diğer isimleri. 2000 tarihli Japon filmi “Battle Royale / Ölüm Oyunu” başta olmak üzere, 1987 yapımı “The Running Man / Koşan Adam” ve 1975 tarihli “Rollerball / Ölüm Pateni” filmlerini akla düşüren eser, dolayısıyla film, şiddete sırtını yaslaması ve son zamanlarda hemen hemen bütün gençlik romanlarında uygulanan formülleri kullanmasıyla; orta yaşa gelmiş; hatta geride bırakmış, biz; edebiyat çocuğu kuşağını da fazlasıyla düşündürüyor. Yani çocuklar ve gençler; karanlık oluşları Dostoyevski’den, Kafka’dan öğrense ne olur? Samed Behrengi, Steinbeck, Istrati okusa ne kaybeder diye geçiriyor insan içinden. Yine sinemaya uyarlanan William Golding’in başucu klasiği “Sineklerin Tanrısı / Lord of The Flies” daha uygun değil mi gençleri düşündürmek için? Albert Lamorisse’nin canım filmleri örneğin? Ya da Harper Lee’nin beyazperdeye de değer katan müthiş romanı “Bülbülü Öldürmek / To Kill a Mockingbird”… İlla ki; kan revan, vurma, kırma, hunharca ölüm ve malum duygusal formüller mi gerekiyor, çok okunup izlenmek için? Aynı genç kızı seven bambaşka iki yakışıklı erkek, vampirler, kurt adamlar, kapkara, umutsuz gelecek resimleri… Dünyanın acımasız, hain, adaletsiz, despotik bir yer olduğunu ama umutsuzluğun hemen yanı başında sevgi, dostluk, gerçek aşk, idealler, umutlar ve güzelliklerden kurulu bir gelecek fikrini destekleyen; içinde devrimci bir ateş yanan iyi, güzel ve doğru öyküler daha güneşli kılmaz mı günleri; çocuklar ve gençler adına. Hayatta kalmak için kan akıtmanın gerekli olmadığı bir dünyayı düşlemek ve bunu yaparken de; körpecik rüyalara kâbuslar eklememek, en önemlisi gencecik ruhlara korku salmamak bu kadar mı imkânsız artık günümüzde?

GRİ KURT
“Narc” ve “Smokin’ Aces / Tehlikeli Aslar” gibi nitelikli filmleriyle tanıdığımız senarist-yönetmen Joe Carnahan imzalı “Gri Kurt / The Grey”, Ian MacKenzie Jeffers’ın ‘Ghost Walker’ adlı kısa öyküsünden yine Jeffers ve Carnahan tarafından uyarlanmış perdeye. Dramatik yönü son derece güçlü, nefes kesen bir macera var karşımızda. Alaska’da meydana gelen bir uçak kazasından kurtulan yedi kişi, yaşamak için, kar fırtınası, dondurucu soğuk ve açlığın ötesinde, onları adım adım izleyen acımasız kurt sürüsüyle mücadele etmek zorunda kalırlar. Bu ölümüne mücadele; inançlarını, kişiliklerini, kimliklerini ve bu dünyada neden var olduklarını sorgulamalarına yol açar. Merhametsiz kurtlar, sert doğa ve geri dönemeyecek olmanın ayrımına varmak; çaresizliklerini artırırken; canlı kalabilmek, en azından mücadele etmek için apayrı sınavlar sunar hepsine… Usta aktör Liam Neeson’ın başrole taşıyan ziyadesiyle duygu dolu ve ters köşe ‘macerada’, Dermot Mulroney, Frank Grillo ve Dallas Roberts da önemli performanslar sergiliyorlar. İşin özünde; bir varoluş sorgulamasına; alışılmadık bir fon yaratmış Joe Carnahan. Doğanın tekinsiz ve ödünsüz yalnızlığında; bembeyaz bir boşluğun buz gibi soğuğunda, ölümden kaçmak ve sevdiklerine ulaşmak için ümitsizce yol alan karakterler, kendi hayatlarının anlam ve anlamsızlığını sorgularken, tanrı, inanç, erdem, mücadele, bir başınalık, yalnızlık, güç, irade gibi kavramları da yeniden anımsarlar. Oldukça duygusal, dünya denen gezegende ‘salınırken’ her an durup bakacağımız, tartacağımız ve eğer gücümüz varsa değiştirmeye çalışacağımız önemli satırbaşları ve ince nüanslar üzerine, müthiş bir tempo ve atmosferle kotarılmış usta işi bir film “Gri Kurt”. Gözyaşları sel…

ÖLÜM DENİZİ
2008 tarihli ilk filmi “Chugyeogja / Ölümcül Takip” ile geniş bir hayran kitlesi kazanan Güney Koreli sinemacı Hong-Jin Na’nın 2010 yapımı ikinci filmi “Hwanghae”, aynı yönetmenin ilk filmi gibi oldukça hüzünlü bir gerilim. Dramatik ağırlığı ve aksiyonu yüksek yapım, ‘garipliğim mahzunluğum, duyurmayın anama…’ diyor aynı zamanda. Çin-Kuzey Kore-Rusya sınırında bulunan Yanji kenti, Yanbian özerk bölgesinde taksi şoförlüğü yapan kahramanımız, bir mafya babasının önerdiği belalı işi kabul eder. Biriken kumar borcuna karşılık, Güney Kore’ye gidip, tanımadığı birini öldürecektir. Para kazanmak için Seul’e giden karısından uzun süredir haber alamayan adam, annesine emanet ettiği küçük kızını öpüp, koklar ve yola çıkar. Son sürat bir aksiyon ve baş döndürücü bir ‘harala gürele’nin içinde kan ve duygu banyosu yaptırıyor yönetmen. Öykünün odağındaki durum ve yer hakkında biraz bilgi vermek doğru olacak: Yanbian bölgesinde yaşayanlara Joseon deniyor. II. Dünya Savaşı sırasında Japon ordusu tarafından evlerini terk etmeye zorlanan Korelilerin bir kısmı Sovyetler Birliği’ne, bir kısmı da Çin ve Kore sınırındaki bir ara bölgeye sürüklendiler. Savaş sona erip, Japonya’nın boyunduruğundan kurtulan Kore, komünist Kuzey ve kapitalist Güney olmak üzere ikiye bölündü bilindiği üzere. Jeolojik ve politik yönlerden Kuzey’e daha yakın olan Joseon’lar, Güney’in gelişen ekonomisinin cazibesine de kapılmadan edemediler. Bu durum, ucuz işgücüne ihtiyaç duyan Güney’in işine geldi. Hâlen süren kaçak göçlerle de bu ihtiyaç karşılanmakta. Ama Kuzey ve Güney’in ayrılığı, Güney Kore ve Joseon’lar arasındaki sosyal ve ekonomik farklılıklar, organize suçlar, uyuşturucu, fuhuş gibi pek çok sorunu da beraberinde getirdi. Filme adını veren “Hwanghea / The Yellow Sea” ise; adını doğu Çin ve batı Kore yarımadası arasındaki boğazdan alıyor. Acı dolu boğazda, kaçak işçiler, aynı birer hayvan, hatta cansız bir meta gibi denize atılıyorlar. İnsanın değerinin sıfıra indiği yerde geçen can pazarı öyküsü, olabildiğine duygusal öte yandan. Küçük bebeğini bırakıp, sevdiği kadının belirsiz akıbetini aydınlatmak için bir suça karışan ve daha sonra karıştığı suçun ardında yatan gerçekleri araştıran sıradan, hatta gariban bir insanın ve etrafındakilerin sert öyküsü, hayatın tam içinden sunulmuş. “Ölümcül Takip”, İngilizce adıyla “The Chaser”la müthiş bir sinema duygusu olduğunu kanıtlayan Hong-Jin Na’nın, ilk filmden tanıdık müthiş oyuncu kadrosu yine görev başında. “Ölümcül Takip”e oranla daha fazla aksiyon ve daha fazla kan var “Ölüm Denizi”nde. Ana karakterin çaresizliği, aslında temelde, yaşadığı özel bölgenin çaresizliği müthiş etkili veriliyor bize. Birçok sahnesiyle, sinema tarihine saygı sunan, içinde pek çok referans barındıran soluk kesen yapım, insanüstü, abartılı kaçış-kovalama-kurtulma sahnesiyle, özel ve incelikli bir ironi de barındırıyor içinde. Bu yapı, Güney Kore sinemasında sıklıkla başvurulan, tanıdık bir metot. Yine ustaca kullanılmış. Zaten, en kanlı, en absürd, en saçma anda, gözlerinizin dolması, filmin duygu yoğunluğundan kaynaklanıyor. Karakterlerin durumları, çıkışsızlıkları, ruh altı halleri ve mecburiyetleri, müthiş bir duyarlık ve netlikte işlenmiş. Sopalar, bıçaklar, baltalar, silah olarak kullanılan yenmiş kocaman hayvan kemikleri ve perdeden yayılan kemik sesi, kan banyosu arasında gözlerinizin yaşarması, üç ana karakterin etrafında; bütün bir otantik kültür ve yapının inşa edilmesi, usta işi filmi daha ilginç, daha insani hale getiriyor. Kaçırmayın!

ÖLÜM YOLCULUĞU
Korku-gerilimi, bilimkurguya aşılayan tür kırması, zamanında çok ses getirmiş “Blair Cadısı / The Blair Witch Project”ten sonra moda olmuş ve son yıllarda birçok örneğini izlediğimiz ‘mockumentary / yalancı belgesel’lerden biri. Yapımcıları arasında; “Gece Nöbeti / Nochnoy Dozor” ve “Gündüz Nöbeti / Dnevnoy Dozor” adlı aksiyonu yüksek fantastik gerilimlerden sonra Hollywood’a transfer olmuş Kazak asıllı yaratıcı Rus yönetmen Timur Bekmambetov’un bulunduğu gerilimi yüksek komplo teorisi; uzaya gönderilip gönderilmediği uzun yıllardır tartışılan ve üzerine kitaplar yazılıp, filmler çekilen Apollo 11’in ardından; yeniden gizli bir görev için aya gönderilen Apollo 18 üzerine bir öykü. Hedefi bulan kurmaca; görev süresince astronotların kaydettiği görüntülerden oluşuyor. Başarılı atmosfer; 1974 yılında geçtiği öngörülen öyküyü desteklemek için özenle oluşturulmuş. Eski kamera lensleriyle çekilen filmin yönetmen koltuğu ise; 2008’de sinemalarımıza uğrayan, “Dağların Hakimi / El rey de la montaña” filmiyle anımsayacağınız İspanyol sinemacı Gonzalo López-Gallego’ya bırakılmış. Warren Christie, Lloyd Owen ve Ryan Robbins’ten oluşan üç kişilik oyuncu kadrosu, yapımın temelinde yatan gizem, rahatsızlık ve sıkışmışlık durumlarını başarıyla destekliyorlar. Hikâyenin siyasi yanı önemle parlatılmış ve sıradan bir öykünün ötesine geçirmiş perdedeki filmi. Gerçek olanın, olanca sadeliği, dehşeti, soğukluğu ve tedirginliğiyle yoğrulmuş film, özellikle türün meraklıları için kaçırılmaz bir deneyim.
MURAT ERŞAHİN




Diğer Yazılar