23 EYLÜL 2011
Beş filmin, vizyona ‘merhaba’ dediği haftanın kuşkusuz en çok merak edilen yapımı “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı Adana Altın Koza Film Festivali’ndeki Türkiye prömiyerinde izledim. Festival sebebiyle basın gösterimlerine iştirak edemediğim bol yıldızlı aksiyon “Killer Elite” ve romantik komedi “Arkadaştan Öte” maalesef notlarımız arasında bulunmuyor. Telafisinden kuşkunuz olmasın. Herkese iyi seyirler!
BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA
‘İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine’ der Edip Cansever, ‘Bu Gemi Ne Zamandır Burada’ adlı şiirinde. Nuri Bilge Ceylan, Cannes’de, en iyi ikinci filme verilen ‘Jüri Büyük Ödülü’ kazanan yeni filminde, Cansever’in dizesini görüntülemiş adeta. Adana Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleşen Türkiye prömiyerinin ardından vizyona giren film, İç Anadolu’nun derin yalnızlığında, Kırıkkale’nin Keskin ilçesinde geçiyor. Bozkır’ın izole sessizliği, boğucu bir yalnızlık, ilçenin adına yakışır ‘keskin’ bir çaresizlik. Kasaba hayatının birbirine benzeyen tozlu yolları, unutulmuşlukları, kıskançlıkları, çekişmeleri, dedikoduları, atışmaları, dertleri, hüzünleri, neşeleri, sataşmaları, suçları, öfkeleri, sonu belli kaderleri, dalıp gidilen kederleri, pişmanlıkları, dile gelmemiş sözleri, aşkları, en önemlisi de gerçekleşmeyecek düşleri… Bir gece boyu ve ertesi sabahın erken saatleri içinde geçen öykü. Yaklaşık on iki saate sığdırılan hayat. Kasabada işlenen cinayet. Peş peşe üç araba. Ceset aranıyor. Tespit yapılacak. Komiser, yardımcıları, zanlılar, savcı, doktor, şoförler, savcılık çalışanları, astsubay, muhtar, muhtarın kızı, morg görevlisi, bütün bir Anadolu… Herkesin bir derdi var öte yandan; ‘durur içerisinde’… Nuri Bilge Ceylan’ın en usta işi filmi olmuş, “Bir Zamanlar Anadolu’da”. İzleyiciyi, henüz müthiş açılış sahnesiyle avucuna alan, sonra bozkırın ortasında gece yarısı; üç arabaya doluşmuş birbirinden dertli karakterleriyle iki saate yakın ceset aratan, ardından cesede yapılan otopsiyle noktayı koyan öykü, 157 dakikalık süresine rağmen bir an bile sıkmadan izletiyor kendisini. Sıkılmak ne kelime; yarım saat gibi akıyor film. Felaketin ortasında, uçurumun tam kenarında bir sürü karakter. ‘Halay başı olmak lazım bu dünyada’ diyor komiser Naci. Savcısı, doktoru, katil zanlısı, polisi, hepsi dertli. Muhtarın kızının çay servisi yaptığı sahnede, ‘herkesin kendine göre gördüğü gerçek’… Sonra, muhtarın evindeki yemek sahnesi. Sinir bozucu kahkahaların, perdedeki kapkara resme eşlik ettiği tuhaf albeni… Muhammet Uzuner, Yılmaz Erdoğan, Taner Birsel, Fırat Tanış, Ahmet Mümtaz Taylan ve bütün kadronun müthiş oyunları. Kubilay Tunçer’in örneğin. Ercan Kesal ve Ebru Ceylan’ın, Nuri Bilge’ye eşlik ettikleri incelikli, matematik senaryo. Özellikle daha önce hiçbir NBC filminde rastlamadığımız müthiş ötesi diyaloglar. Arabadaki yoğurt tartışması unutulmaz örneğin… Gökhan Tiryaki’nin nerden baktığını gayet iyi bilen kusursuz kamerası eşliğinde; yazdıkça yazılacak, konuştukça konuşulacak önemli bir filme imza atmış Nuri Bilge Ceylan. Sosyolojik-psikolojik derin okumalara sahip, hepsinden öte; çaresizliğin, terk edilmişliğin, kaybetmişliğin, pişmanlığın, en önemlisi yürek parçalayan bir elemin kekremsi tadını alacağınız çok ustalıklı bir iş. Anadolu’nun ‘içinde sayısız öykü barındıran uçsuz bucaksız toprağından’, ‘gariban bırakılmış’ portreler. İçlerinde gezdirdikleri sayısız acıları, geri dönülemeyişin, dışarı çıkılamayışın, imkânsız kaçışın kavruk, garip buruk kabullenişiyle sarmalayan insanlar. Turgut Uyar’ın, ‘bozkır tayfasıdır’ dediği; Anadolu’da yaşayan insanların öyküsü, yüreğe sokulan bir bıçak gibi. Öldürüyor kesin ama kanatmadan sanki… (4,5 / 5)
KORKU GECESİ
Kötü ve gereksiz bir ‘Re-make / yeniden çevirim’ diyelim. Tom Holland imzalı 1985 tarihli korku-gerilim, içinde cidden ‘gırgır’ unsurlar içeriyor ve özellikle vampir avcısı Peter Vincent rolünü üstlenen Roddy McDowall ile komşu vampir rolünde Chris Sarandon harikalar yaratıyorlardı. Türü besleyen, katmanlı ve son derece eğlendirici olan yapım, referans özellikleri de içeriyordu pek çok sahnesiyle. Yirmi altı yıl sonra perdeye yansıyan yeni çevirimin yönetmen koltuğunda “Lars and the Real Girl” adlı bağımsız filmiyle ‘haklı’ övgüler toplayan Craig Gillespie oturuyor. Reklam yönetmenliğinden gelme Gillespie, belli ki ilk filmin hayranlarından. Orijinal yapıma saygılarını sunmayı ihmal etmeyen re-make’in öyküsünde bazı değişiklikler yapılmış. Gövde korunmuş ama bazı ‘ağırlıklarla’ oynanmış. Vampir avcısı Peter Vincent, pek bir silik bu kez. Başrol oyuncusu Anton Yelchin ise, komşu genç rolünde ‘yok gibi’. Yetenekli yıldızlardan Colin Farrell ise, Chris Sarandon’u mumla hatta kandille aratıyor. Hiç olmamış. Karizmatik vampir değil de, Transilvanya kontunun tabutunu açıp kapayan yamağı gibi neredeyse. İlk filmin alt metnine yığılmış ve keskin bir hicivle patlayan ‘gag’lar, kaba bir komedi-korku geçidine dönüşmüş yeni çevirimde. ‘Aslı varken kopyası sevilmez’ diyeceğiz; “Certified Copy / Aslı Gibidir”e ayıp olacak ama doğrusu bu, ne gelir elden! (1 / 5)
MUCİZEYİ KADINLAR YARATIR
Allison Pearson’un aynı adlı romanından uyarlanan komedi, Truman Capote biyografisi “Infamous” ile tanınan senarist kökenli Douglas McGrath imzalı. Romantizm içeren yapım, işine tutku ile bağlı çalışan bir kadının, çok sevdiği ailesine zaman ayırmamaktan dolayı düştüğü trajikomik durumları öykülerken, ‘birlikte kalmanın’ önemine de vurgu yapıyor. Sarah Jessica Parker, Pierce Brosnan ve Greg Kinnear’lı kadrosuyla zaman zaman sıradan Hollywood kalıplarına düşen yüksek topuklu yapım sendeliyor ama yeniden doğrulup yürümeyi başarıyor. Kadın tarafından güçlü bir bakış var filmde. İş dünyasına, aileye, çocuklara, yuva konseptine, kapitalizmin boğucu gereklerine, ilişkilere ve dünyanın haline. Anne-kızın merdiven ağzındaki hazırlanma sahnesi gerçekten çok sıcak çekilmiş. Senaryonun - kitabın iyi yazılmış olma olasılığı da olabilir – eli ayağı düzgün. Buna karşılık son tahlilde klasik Hollywood formüllerine fazla başvurulmuş, sıradanlığın bulanık sularında yüzen ama asla kötü olmayan, izlenir bir iş olmuş, hem çalışıp, hem de çocukları ve ailesine vakit ayırmayı başaran ‘çağdaş kadının!’ hikâyesi. (2 / 5)
MURAT ERŞAHİN